29 Kasım 2024 Cuma

EKONOMİ PENCERESİ / ENFLASYONDA KALICI DÜŞÜŞÜ SAĞLAMAK

Cahit UYANIK 

Türkiye 2001 yılına morali bozuk bir şekilde girdi. Yaşanan son mali krizi bir yana bırakırsak, hedeflenen enflasyon rakamlarından önemli sapmalar yaşandı. Daha çok sanayici ve iş adamlarını ilgilendiren toptan eşya fiyatlarında yıllık yüzde 20 olarak hedeflenen rakam, yüzde 32,7 düzeyinde gerçekleşti. Geniş halk kitlelerini ilgilendiren tüketici eşya fiyatlarında ise ulaşılan yüzde 39'luk rakam, hedeften 14 puan uzaklaşıldığını gösteriyordu.

Hükümet 2001 yılı için ise yine hayli iddialı enflasyon hedefleri öngörüyor. Toptan eşyada yüzde 10, tüketici eşya fiyatlarında da yüzde 12'lik hedef mevcut. Bu hedeflerin 2002 yılında da tek haneli sayılara indirileceği açıklandı. Şimdilik hedefler 2002 için sırasıyla yüzde 7 ve yüzde 9...

Bu rakamlar ilk  bakışta 'rüya gibi' görünüyor. Türkiye daha 1994 yılında yüzde 150'yi aşan enflasyon rakamlarını yaşadığından ve daha sonraki dönemde enflasyonun yüzde 60-80 bandına oturduğunu gördüğümüzden; yüzde 10'lu rakamları anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa yazının başında ifade ettiğimiz 2000 yılı enflasyon gerçekleşmeleri bile son 14 yılın en düşük fiyat artış düzeyi idi. Türkiye bu rakamlar ile -yaklaşık 25 yıldır boğuştuğu enflasyon sorununda- 1986'daki fiyat artış düzeyine inebildi. Şimdi hedef, enflasyonda 9-10 yıl daha gerideki rakamı yani 1975-1976 Türkiyesini yakalamak...

Son 25 yıllık dönem Türkiye ekonomisinin birçok yapısal değişim sürecini yaşadığı bir zaman aralığı oldu. Serbest piyasaya geçiş, özelleştirme, para ve sermaye piyasalarının olgunlaşması, ihracat atılımı akla ilk gelen yapısal refomlar. Batı'da zamana yayılarak ve yaklaşık 150-200 yılda yavaş yavaş ve doğal trendinde yaşanan bu süreçler, Türkiye'de çeyrek asra sığdırılmaya çalışıldı. Ama ekonomik dönüşüm hız kazandıkça toplum, bunların gerisinde kaldı. Toplumsal dönüşüm daha çok 'tüketim ve tüketici kültürü' üzerinde köklü değişiklikler yaptı. Öte yandan bu değişim ve dönüşümler yeterli alt yapılarla desteklenmediği için,  toplumda 'ahlak çöküntüsü' problemi ortaya çıktı. 

Her gün gazete sayfalarında gördüğümüz mali polis operasyonlarının çoğunun gerisinde bu ahlaki çöküntü var. Enflasyon toplumsal çürümeyi hızlandıran bir etki yaptı ve yapmaya devam ediyor. Enflasyonun toplumsal yapı ve ahlak değerleri üzerindeki tahribatının faturasını önümüzdeki yıllarda da ödemeye devam edeceğiz. Bu sürecin ne kadar devam edeceği konusunda 10 yıldan 40 yıla uzanan tahminler var. Bu tahminler enflasyonun tek haneli rakamlara düşürülüp ekonominin önümüzdeki yıllarda istikrarlı bir yapıda gelişeceği öngörüsüne dayanıyor. 

Bu ortamda 2001 yılı oldukça 'kritik bir dönem' özelliğini taşıyacak. Çünkü 2001, 'enflasyonun kalıcı şekilde düşeceğinin toplum tarafından  benimsendiği' veya 'bu mücadelenin daha uzun bir sürece yayılabileceğinin belirginleşeceği' bir dönem olarak tarihe geçebilir. Ekonomi mucizeleri sevmediği için enflasyonla mücadelede başarının koşulları var. Birinci olarak siyasi istikrarın sağlanması ve toplumsal kararlılığın korunması gerekli. İkincisinde de; enflasyonun tek haneye indirilip orada kararlı ve kalıcı olması için, bazı yapısal reformlar bitirilmeli.  Bu reformları birkaç ana başlıkta toplayabiliriz.

Yapısal reformlarda ilk sırada  bankacılık reformu var. Bu reform ekonominin sağlıklı kaynaklarla finanse edilmesi açısından önemli. Çünkü ekonomik büyüme, yeni yatırımlar yapılarak sağlanır. Yeni yatırımlar, işsizliği engeller. Ama yatırım kaynağa ihtiyaç gösterir. Kaynak ise ya tasarruflardan ya da iç ve dış borçlanmayla sağlanır. Yatırımın sağlıklısı tasarrufla gerçekleştirilenidir. Tasarruf, bankalar veya sermaye piyasası kurumları yoluyla ekonomiye enjekte edilir. Bunun için İşte sağlıklı çalışan bir banka sistemi gereklidir. 

Bankacılıkta herşeyden önce 'risk-getiri dengesi' kurulmalıdır. Geçen yıla kadar Türkiye'de tasarruflar yine bankacılık sektörüne geliyordu ama neredeyse tamamı devletin finansman açıklarını kapatmakta kullanılıyordu. Böyle olunca risk sıfırken getiri maksimumdu yani dengesi bozuktu. Ama artık sistem rehabilite edilerek risk-getiri dengesi kurulmalı ve devletin yanı sıra üretim sektörlerindeki karlı yatırım projeleri de fonlanmalı... Böylece enflasyonla mücadelede en önemli unsur olan üretim artışı sağlanabilir. Türkiye'deki bankacılık sektörünün halen 150 milyar dolarlık aktif büyüklüğü var. Bu, Batı'daki bankalarla karşılaştırıldığında oldukça küçük kalıyor. Enflasyondaki düşüş, sektörün güçlenip büyüyerek ekonominin geneline finansman sağlaması açısından da önemli.

Enflasyonun yüzde 20'lerin altına düşürülmesi için ikinci yapısal reform ise özelleştirmenin hızlandırılması... Özelleştirme devletin, sürekli kaynak israfına sebep olan bazı verimsiz KİT'lerden kurtulması açısından önemli. Bundan daha önemlisi, kamu finansmanına taze kaynak girişi sağlanması için de özelleştirmenin ivme kazanması gerekiyor. Çünkü kamunun finansman dengeleri içinde özelleştirme geliri tahminleri artık önemli bir yer tutmaya başladı. Burada yaşanacak aksamalar devletin kaynak ihtiyacını karşılamak için daha fazla borçlanması anlamına geliyor ki bu iç borç faizlerini yükseltiyor. Fazladan yapılan her iç borçlanma, rant gelirlerine dayanan yapılanmaların ömrünü uzatıyor. Bu bazen bir banka bazen de rant gelirleriyle  çarkını döndüren bir şirket olabiliyor. İşte hız kazanan özelleştirme, ekonominin dönüştürülmesi sürecinde kaynak tüketen verimsiz KİT'lerden kurtulmak kadar, borçlanmaya daha az başvurularak faizin yükselmemesini sağlamak gibi  bir rol de üstlenecektir.

Bu yıl başlatılması gereken bir başka yapısal reform ise kamu finansmanının sağlıklı ve sürekli kaynaklarla karşılanır hale gelmesi... Türkiye, izlediği ekonomik programın toplumsal yükünü önemli oranda yeni vergiler, ek vergiler ve vergi oranı artışlarıyla vatandaşlara dengesiz biçimde dağıtıyor. Bu vergilerin önemli bir bölümü ise 'geçici ve bir defaya mahsus' nitelikte... 'Kalıcı, ekonomik faaliyetleri kavrayan ve sosyal adaleti sağlar' nitelikteki gelir ve kurumlar vergilerinin artık sağlıklı bir zeminde toplanarak ekonomik büyüme ile doğru orantılı tahsilat artışlarının sağlanması gerekiyor. 

Halen gelir vergisinin alt kalemleri incelendiğinde, ücretlilerin ödediği vergiler en önemli kısmı oluşturuyor. Daha az vergi ödediği bilinen beyannameye tabi mükelleflerin ise çok iyi denetlenerek, beyan edilmeyen ama vergiye tabi kazançlarını (kaçırılan vergileri) yakalayacak bazı sistemlerin devreye alınması zorunlu görünüyor. Gelir ve kurumlar vergisi beyan eden şirketlerin vergi kaçırmanın kılıfı olmaktan çıkarılıp  ekonominin can damarları olarak kabul edilen bir yapıya büründürülmesi gerekiyor. Bütün bunlar yapılmadığı takdirde ücretli kesimin ödediği gelir vergisinin toplam gelir vergisi içindeki payı azaltılamaz. Öte yandan adaletsizliği ile ünlü KDV gibi dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 60'ları geçmesi şeklindeki manzarayı da düzeltemeyiz. Böyle bir durum ise 'Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınır' diye bilinen temel vergicilik ilkesinin tam uygulanmaması anlamına gelir.

Her halükarda ekonomide kaynak-harcama dengesinin kurulması gerekiyor. Kaynaklar ucuz ve sağlıklı kanallardan elde edilmeli. Bu kaynaklar yerinde, zamanında ve yeniden kaynak yaratıcı alanlara harcanmalı. Bütün bunları başarmak aslında zor değil. Türkiye, yetişmiş insan gücü potansiyeline ve ağır aksak işlese de demokrasi rejimine sahip bir ülke. Enflasyon ateşini söndürmek için bilgi birikimi, dış destek, gerekli araçları oluşturabilme ve kullanabilme kabiliyeti var.

Az önce 'siyasi istikrarın sağlanması' ile 'toplumsal kararlılığın korunması'nı enflasyonla mücadelede başarının ilk ana koşulu olarak belirtmiştik. Ancak bu manzarada 'toplumsal kararlılığın korunması' daha kilit rolde bulunuyor. Çünkü  enflasyon hiç bir ülkede ve zamanda toplumun desteği olmadan ve  'acısız' düşmemiştir. Bu acılar zaman zaman sokaklara bile taşabilir ve toplumsal sıkıntılara neden olabilir. Türkiye 'demokrasi içinde kalkınan bir ülke modeli' olmak istiyorsa bu toplumsal sıkıntıları azaltmayı da bilmeli. Enflasyonun 2001 yılında yüzde 10-12 düzeyine yaklaşması isteniyorsa, toplumsal duyarlılık noktaları dikkatle dinlenmeli ve izlenmeli. Buradan elde edilen bilgiler, siyasi istikrarın bulunduğu bir ortamda toplumu rahatlatan icraatlara yansıtılmalı. 

Elbette IMF'den gelecek 10, Dünya Bankasının vereceği 5 milyar dolar ekonomik programa büyük katkı sağlayacaktır ama ekonomide 'düşük oranlı işsizlik ve düşük enflasyon'dan oluşan ikili hedefin kalıcı bir dengeye ulaşması yine bizatihi Türk insanının işi olacaktır.

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Şubat-2001 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder