Standard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Standard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2024 Perşembe

YENİLİKLERİYLE TÜRK BÜTÇE TARİHİNDE BİR DÖNÜM NOKTASI: 2006 YILI BÜTÇE YASA TASARISI

2006 BÜTÇESİNİN DEĞİŞEN VE DEĞİŞMEYEN YÖNLERİ 

Cahit UYANIK 

2006 Yılı Bütçe Yasa Tasarısı siz bu dergiyi okurken Meclis'ten geçmiş olacak. 2006'nın bütçesi, 'değişen' ve 'değişmeyen' özellikleriyle ilginç bir görünüm veriyor. Bütçenin değişen özellikleri daha çok 'hazırlanma tekniği' üzerinde yoğunlaşıyor. Değişmeyen özellikler ise bütçenin finansman yapısı, bütçe harcama ile gelir kalemlerinin dağılımının hemen hemen aynı şekilde sürmesi.  Şimdi bunları birer birer ele alalım.

2006 Yılı Bütçe Tasarısı, 2004 yılında kabul edilen ve uygulaması 2 yıl ertelenen Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ilkelerine göre hazırlandı. Yani bütçe, kamu sektörünü daha geniş bir şekilde kavrayan ve daha ayrıntılı harcama ile gelir bilgileri sunan bir yapıya sahip. Bütçe ayrıca 2007 ve 2008 yılına ilişkin temel verileri de kapsadığı için, 'Türkiye'nin ilk 3 yıllık bütçesi' oldu. 

Söz gelimi devlet, önümüzdeki yıl 29 milyar 71 milyon YTL gelir vergisi toplamayı planlarken, bu rakam 2007 için 31 milyar 624 milyon, 2008 için de 33 milyar 961 milyon YTL olarak ilan edildi. Bütçeye açıp bakıldığında her kalemin 3 yıllık perspektifi hemen görülebiliyor. Eskiden Türkiye'de bütçeler, bırakın 3 yıllığı 8-9 aylık hazırlanıyordu. Yani yılbaşında ilan edilen bütçe rakamları Ağustos-Eylül ayında dolduruluyor ve sonbaharda Meclis açıldığında ek bütçe kanunu çıkarılıyordu.

Rakamları ilan etmek kolay. Elbette 3 yıllık bütçenin uygulaması da önemli olacak.  Bunların tutturulma düzeyini veya daha iyi rakamlara ulaşma hedefinin sağlanıp sağlanmadığını en erken 2 yıl sonra görebileceğiz. Ancak o zamana gelmeden uygulamanın gidişatı da bize bir fikir verebilecek. Aynı şekilde 2007 Yılı Bütçesi gelecek yıl Meclis'e sunulurken 2007 ve 2008 rakamları gelişmelere göre revize edilebilecek ve listeye 2009 rakamının da eklenmesi gerekecek. Eğer Avrupa Birliğindeki gibi 3 yıllık bütçelere benzer bir uygulamaya alışkanlık kazanırsak, geçmişte yaşadıklarımız 'acı ve uzun sürmüş birer hatıra' olarak hafızalarımızda kalacak.

2006 Bütçesi ayrıca kamuya ilişkin daha geniş verileri kapsıyor. Önümüzdeki dönemde ve yıllarda sık sık 'merkezi bütçe' kavramını duyacağız. Yani eskiden olduğu gibi 'genel ve katma bütçeli kuruluşlar' ile 'konsolide bütçe' kavramları tarihe karıştı. Eskiden bütçe rakamlarının dışında kalan özel bütçeli idareler ile düzenleyici ve denetleyici kurumların bütçeleri de artık Meclis'in görüşmesine ve onayına açılıyor. 

15 Mart 2024 Cuma

İSLAM DÜNYASINDA TÜRKİYE'NİN EKONOMİ KONULARINDAKİ ÖNCÜLÜĞÜ 25 YAŞINA ULAŞTI

Cahit UYANIK 

Türkiye geçen Kasım ayı başında İstanbul'da ekonomi ağırlıklı, önemli ve çok sayıda ülkenin veya uluslararası kuruluşun katıldığı bir toplantıya daha ev sahipliği yaptı: İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesinin (İSEDAK) 25'inci toplantısı... Türkiye daha bu toplantıdan 1 ay önce IMF-Dünya Bankası Sonbahar Dönemi Yarıyıl Toplantılarına ev sahipliği yapmıştı. Böylece Türkiye ve İstanbul, dev kongre organizasyonları yapma konusundaki becerisini de dünyaya iyice göstermiş oldu.

Peki İSEDAK toplantılarının önemi neydi? Bu konuya daha önce az ilgi duymuş veya hiç bilgi sahibi olmayanlar için öncelikle İKT'yi anlatıp, ondan sonra İSEDAK'a geçmekte fayda var. İKT, günümüzde nüfusunun çoğunluğu veya bir kısmı Müslüman olan ülkelerin üye olduğu, Genel Sekreterliği Suudi Arabistan'ın  Cidde şehrinde bulunan ve üye ülkeler arasında politik, ekonomik, kültürel, bilimsel ve sosyal dayanışma ve işbirliğini amaçlayan uluslararası bir kuruluş. Teşkilatın üye sayısı 57. Ayrıca birçok gözlemci üyesi var. İKT, Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyeye sahip teşkilat. İKT'nin resmi dilleri ise İngilizce, Fransızca ve Arapça. İslam ülkelerinin devlet başkanlarının katılacağı bir zirve konferansı tertiplenmesi fikri, İsrail işgali altında bulunan Kudüs'teki El-Aksa Camisinin 1969 yılı Ağustos ayında kundaklanmasına bir reaksiyon olarak ortaya çıktı ve 1969 yılı Eylül ayında 24 ülkenin katılımıyla Rabat'ta Birinci İslam Zirve Konferansı gerçekleştirildi. Böylece İKT'nin temelleri atıldı. Bunu takiben 1970 yılı Mart ayında İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Cidde'de toplandı ve İKT Genel Sekreterliğini kurdu. 

İKT Anayasası (Charter) ise 1971 yılında yapılan İkinci İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansınca hazırlandı ve 1972 yılında toplanan Üçüncü Dışişleri Bakanları Konferansı tarafından onaylandı. İslami dayanışmanın önemini vurgulayan ve üye ülkelerin Birleşmiş Milletler Anayasasına ve insan haklarına saygılı olduklarını belirten bu Anayasa, 1 Şubat 1974 tarihinde Birleşmiş Milletlerce tescil edildi. İKT'nin faaliyetleri esas olarak Zirve Konferansları, Dışişleri Bakanları Konferansları ve Daimi Komitelerin toplantıları tarafından belirleniyor. Bu toplantılarda İslam ülkelerinin siyasi, ekonomik ve kültürel meseleleri görüşülerek, üye ülkeler arasında dayanışma ve işbirliğini amaçlayan kararlar alınıyor. İKT'nin en üst düzeyde yöneticiliği olan Genel Sekreterlik görevini şu anda bir Türk, Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu yürütüyor. 

27 Şubat 2024 Salı

TÜRKİYE, TÜM SORUNLARINI EĞİTİM ODAKLI ÇÖZÜMLERLE AŞMAYI ÖĞRENMELİ

EĞİTİM ODAKLI ÇÖZÜMLER VE TÜRKİYE 

Cahit UYANIK 

Standard dergisi için epeyce süredir bir gazeteci gözüyle yazılar kaleme alıyorum. Bu seçkin derginin diğer yazar konukları ise çoğunlukla üniversite öğretim üyeleri. Hepsi de eğitim ve öğretim dünyasının içinde birer nefer gibi çalışıyorlar. Ayrıca akademik araştırmalarla bilimin ışığını yaşamımıza taşıyorlar. Bu sebeple günleri zaten eğitim ve öğretim sorunlarını tartışmakla  geçen sayfa komşularıma saygımdan dolayı bu konuda ahkam kesmeyeceğim. Türkiye'de eğitime ayrılan kaynakların ne kadar az olduğundan, devlet bütçesinin faizden kurtarılıp eğitime büyük pay ayırır hale gelmesi gereğinden de bahsetmeyeceğim. Çünkü zaten sayfa komşularım bu meseleleri derinlemesine ele alıp size yansıtıyorlar; dünyadaki modern eğitim sistemleri, eğitimin kalkınma sürecindeki önemi, eğitimde en son trendler gibi konuları çok iyi biliyorlar ve bize de öğretiyorlar. Sağolsunlar, varolsunlar.

Ama bir gazetecinin en önemli görevi güne ışık tutmak, karanlıklar içinde kalan olayları açığa çıkarmaktır. Peki basın, eğitim ele alındığında bu görevini yerine getirebiliyor mu? İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım: Hayır, basın bu görevi yeterince yapmıyor. Son rakamlara göre Türkiye'de 14 milyon ilk ve orta öğretim öğrencisi var. Buna üniversiteleri de eklersek sayı neredeyse 16 milyonu geçiyor. Yani her evde her gün eğitimle ilgili bir konu konuşulup tartışılıyor. Oysa gazetelerde, televizyonlarda bu konulara gösterilen duyarlılık neredeyse sıfır düzeyinde. Sadece okullar açılır ve kapanırken ele alınan eğitim meselesi için, basında ciddi bir uzmanlaşma yok. Günübirlik ve tepkisel bir yaklaşımla eğitimin sorunları topluma aktarılmaya çalışılıyor.

26 Şubat 2024 Pazartesi

YÜKSEK HAM PETROL FİYATLARI, 2008 CARİ AÇIĞINI 65-70 MİLYAR DOLARA ÇIKARABİLİR

Cahit UYANIK 

Bu dergiye yazı yazmaya başladığımdan bu yana; zaman zaman petrol, petrol fiyatları, yüksek petrol fiyatlarının Türkiye ekonomisi üzerine olumsuz etkilerine değiniyorum. Ama şimdiye kadarki yazılar içinde en endişe verici olanını birazdan okuyacaksınız. Çünkü petrol fiyatlarının 100 dolarlık psikolojik sınırı geçmesi ve kendisine yeni psikolojik sınırı 200 dolar olarak belirlemesi, Türkiye'deki ekonomik dengeleri ve göstergeleri 'kökten' değiştirebilecek bir etkiye sahip. Neden mi? 

Çünkü Türkiye, yüksek ekonomik büyüme hızları sebebiyle zaten cari açıkta bıçak sırtı bir denge üzerinde seyrediyor. Petrol fiyatları ise bu cari açık eğilimini, neredeyse baş edilemez bir yapıya çevirmek üzere. Yüksek cari açıklar, Türkiye'de her zaman Merkez Bankası ve dolayısıyla ekonomideki genel faiz dengesi üzerinde ciddi baskı yaratıyor. Faiz yüksek tutulmazsa, cari açığı finanse etmemize yarayan yabancı kaynak akışı azalıyor. Bu akışta yaşanan bir dengesizlik ise kurun aniden yükselmesi ve ekonomideki tüm dengeleri etkilemesi sonucunu doğurabilme potansiyeline sahip. İşte yüksek petrol fiyatları, deyim yerindeyse şimdi bu olumsuzluğun 'nirengi noktası'nda bulunuyor. Şimdi bu korkutucu tablonun ayrıntılarını verelim.    

Eğer uluslararası piyasalardaki yüksek fiyatlar devam ederse, Türkiye'nin ham petrol faturası bu yıl kesinlikle 20 milyar doları geçecek. Türkiye 2007 yılında 173 milyon varil düzeyinde petrol ithal etti. Bu ithalat düzeyinin korunduğu varsayımıyla ve ham petrolün ortalama varil fiyatı 135 dolar olarak kabul edilirse, 2008 yılında toplam fatura 23,4 milyar dolar olacak. 2007 yılındaki toplam fatura 11,8 milyar dolar olduğu için Türkiye'nin ödeyeceği ek büyüklük, 11,6 milyar doları bulacak. Ham petrol fiyatlarının 200 dolar olması halinde ise -maalesef- Türkiye'nin ödeyeceği fatura 34,6 milyar dolara çıkacak. 

22 Şubat 2024 Perşembe

YIL 2003... TÜRKİYE, UNDP'NİN İNSANİ GELİŞME ENDEKSİNE GÖRE SIRAT KÖPRÜSÜNDE BULUNUYOR

TÜRKİYE VE DÜNYANIN BOY ÖLÇÜSÜ

Cahit UYANIK 

Hani halk arasında 'Boyunun ölçüsünü almak ' diye bir söz vardır  ya... Her yıl yaz aylarında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının (UNDP) açıkladığı İnsani Gelişme Raporu da tüm dünya ülkelerine boy biçiyor. Ne yazık ki biz ekonomi habercilerine de son yıllarda Türkiye'nin boyunun ne kadar kısalmakta olduğunu yazmak düşüyor. Bu yılki kısalma ise felaket: Tamı tamına 11 ülke daha geriledik. Toplam 175 üyenin bulunduğu ülkeler sıralamasında 85'incilikten 96'ıncılığa düştük. Ha gayret desek, dünyanın en gelişmiş ilk 100 ülkesi arasına bile giremeyeceğiz. Olumsuzu başarmak konusundaki olağanüstü maharetimizi kullanmamak dileği ile şu İnsanı Gelişme Raporu neymiş, ona bakalım...

UNDP her yıl dünya ülkelerini sırf rakamlara dayanan ekonomik güçleri değil, insani yaşam standartlarını da dikkate alacak şekilde alt alta sıralıyor. Bu standartlar; 40 yaşına kadar yaşama olasılığı, okuryazarlık durumu, sağlıklı içme suyuna ulaşabilme, sağlık harcamalarının toplam harcamalara oranı, telefon sayısı, internet aboneliği, ar-ge harcamalarının durumu, toplumda ve eğitimde cinsiyet eşitliği, çocuk ölüm oranı,  karbondioksit emisyonu, sıtma hastalığı oranı gibi kriterleri içeriyor. BM böylece ekonomik gücün insanların yaşam kalitelerini iyileştirmekte kullanılıp kullanılmadığını tespit etmeye çalışıyor. Türkiye, İnsanı Gelişme Endeksinin orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeleri arasında bulunuyor. Bu, toplam 175 ülkelik listenin 56-141 arasındaki basamaklarını kapsıyor. 142-175 düşük gelişmişlik düzeyini, 1-55 arası da yüksek gelişmişlik düzeyini anlatıyor. Yani Türkiye'nin yüksek gelişme düzeyine çıkması için 40 basamak atlaması gerekiyor. Tersine, düşük gelişmişlik düzeyine ise 45 basamak daha var. Yani Türkiye 2003 yılı endeksine göre, tam sırat köprüsünün üzerinde.

17 Şubat 2024 Cumartesi

TÜRKİYE YENİ BİNYILA ELEKTRİK KESİNTİLERİYLE GIRİNCE, NÜKLEER SANTRAL TARTİŞMALARI HIZ KAZANMIŞTİ

ENERJİ POLİTİKALARI VE SOKAKTAKİ VATANDAŞ

Cahit UYANIK

Türkiye, 20'inci Yüzyıl'ın son günlerini elektrik kesintisi tartışmaları ile geçirdi. 21. Yüzyıl'ın ilk günlerinde de manzara ve ortam değişmedi. Kış koşulları biraz ağır basınca, enerji politikalarımızdaki bütün ayıp ve kusurlar ortaya dökülüp saçıldı. Geciken yatırımlar, doğal gaza aşırı bağlılığımız, nükleer santral konusundaki kararsızlığımız, enerji özelleştirmelerindeki acemiliklerimiz ve tezcanlılıklarımızın faturası önümüze konuluverdi. 

Hemen her konuda kendini Batı standartlarıyla kritik etmeye alışık olan toplum, elektrik kesintilerine büyük bir tahammülsüzlük gösterdi. Dile kolay yaklaşık 18-19 yıl aradan sonra Türk insanı yeniden bu tatsız uygulama ile karşılaşıyordu. Mum ile idare lambasını sadece 'dekoratif malzeme' olarak bilen ve gören bir kuşak yetişmişti. Elektrik kesintilerine o kadar hazırlıksız yakalandık ki, orada burada patlayan televizyonlar ve jeneratörler minik çocukların canına mal oldu; gencecik insanları hastanelik etti. İşin acı yönü bu kesintilerin, Türkiye'yi tüm dünyaya "Orta Asya'nın Enerji Terminali' olarak lanse etmeye çalıştığımız günlere denk gelmesiydi.

Peki Türkiye bu noktaya nasıl geldi? Soruya doğru cevaplar bulabilmek için ister istemez rakamlardan yararlanmak zorundayız. Önce en klasik rakamsal göstergeye bakalım. Türkiye'de -hızlı nüfus artışının da desteğiyle- kişi başına elektrik enerjisi tüketimi hızla yükseliyor. 1991 yılında kişi başına düşen tüketim 1.061 kilovatsaat düzeyinde iken, bu rakam 1995 yılına gelindiğinde yüzde 40'tan fazla artarak 1.417 kilovatsaata çıkmış. 1998 yılında ortalama tüketim 1.797 kilovatsaat düzeyinde gerçekleşmiş. 2000 yılında ise bu rakamın 1.964 kilovatsaata yükselmesi bekleniyor. Anlayacağınız 2001 yılında kişi başına elektrik tüketimi 2.000 kilovatsaatı aşacak. Buradan çıkan sonuç şu: Türkiye'nin geride kalan 10 yılda enerji talebi ikiye katlanmış. Türkiye'nin yakın gelecekte 70 milyonluk bir nüfusa yaklaşacağı ve insanların yaşam standartlarındaki iyileşme trendinin devam edeceğini kabul edersek, 2010 yılına kadar bu rakamın kişi başına 4.000 kilovatsaata çıkmayacağını kimse garanti edemez.

13 Şubat 2024 Salı

REFORMUN HAZIRLIK AŞAMASINDA SGK'NIN İSMİ, SOSYAL KORUMA KURUMU (SKK) OLARAK DÜŞÜNÜLMÜŞTÜ

SONBAHARDA YİNE EMEKLİLİK KONUŞACAĞIZ

Cahit UYANIK 

Yaşlılık herkesin başında. Kim istemez yaşamının son demini rahat ve huzur içinde geçirmeyi? Ama Türkiye'de böyle bir yaşlılık ne mümkün? Emekli maaşlarının durumu ortada. Çoğu emekli, yaşam standartını korumak için ikinci işte çalışmak zorunda kalıyor. Türkiye, 1990'ların başından bu yana sosyal güvenlikte bir krizden çıkıp diğerine giriyor. 1999 yılındaki büyük depremden hemen sonra yaptığımız sosyal güvenlik reformu hala akıllarda. Ama bu reform da derde deva olmadı. Şimdilerde Türkiye yeni bir sosyal güvenlik reformuna hazırlanıyor. Sosyal güvenlik sisteminde yeni reform arayışını sonbaharda sık sık duyacaksınız. Çünkü bununla ilgili bir çok yasa tasarısı toplumun ve Meclis'in beğenisine sunulacak. 

Tam 35 yıl sonrası yani 2040 yılını gözeterek hazırlanan Sosyal Güvenlik Reformunun yeni aşamasıyla tüm emeklilik kurumlarının tek çatı altında toplanması öngörülüyor. Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK tek kurumsal kimlik altında toplanacak ve ismi Sosyal Koruma Kurumu (SKK) olacak. Reform planına göre mevcut sigortalılar emeklilik yaşı ve prim ödeme gün sayısı açısından, yeni ortaya konulacak emeklilik hak etme koşullarından etkilenmeyecek. Reform, yeni işe girecekleri etkileyecek. 

Ancak yeni sistem ve eski sistemde geçen süreye bağlı olarak emekli aylıklarına yeni düzenlemeler gelecek. 2040 yılına kadar kadınlarda 58 erkeklerde 60 olan emeklilik yaşı değişmeyecek. 2040 yılından itibaren ise hayatta kalma beklentisine bağlı olarak emeklilik yaşı kadınlarda 61, erkeklerde 63'e, daha sonra da kadın ve erkeklerde eşitlenerek 2050'de 65 ve 2075'te ise 68 yaşa yükseltilecek. 

10 Şubat 2024 Cumartesi

YENİ TÜRK LİRASI VE SIFIRSIZ GÜNLER

Cahit UYANIK 

Yıllar önce bir otomobilin arkasında okuduğum slogan hala aklımda: Para! Seni sevmiyorum ama sinirlerimi yatıştırıyorsun... Doğru, para artık hepimizin hayatında önemli yer tutuyor. İnsanı bazen sinirlendiriyor, bazen sakinleştiriyor. Türkiye ekonomisi, son 20 yıldır giderek parasallaştı. Eskiden Türkiye ekonomisinde paranın yeri sınırlıydı. Çocukluğumuzun en güçlü parası; önünde Atatürk resmi, arkasında Ulus'taki kollarını açmış duran Mehmetçik heykelinin bulunduğu 50 TL'lik banknottu. Sonra enflasyon büyürken paralar gözümüzde ve cebimizde küçülmeye başladı. 

Türkiye ekonomisinin bu kadar parasallaşmasında belki de son 27-28 yıldır devam edegelen enflasyon belasının payı büyük. Hiç hızı düşmeyen fiyat artışları, hayatımızda yavaş yavaş değişmesi gereken şeyleri de hızlandırdı ve yanlış yerlere götürdü. Yaşadığımız bir çok çalkantının arkasında inanın ki enflasyon belası var. Neyse ki enflasyonun hızı düşmeye başladı. Tabii bu düşüşle birlikte akla gelen ilk şey ise Türk Lirasından 6 sıfır atılması oldu. Buna nasıl karar verildi? Türkiye, birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin de geçmişte başvurduğu bu operasyonu başarabilir mi? Sıfır atılması, gerçekten enflasyonun düşüş trendine fayda sağlar mı? Bu kadar uzun zaman koca koca rakamları telaffuz etmeye alışmış toplum; milyarlar, trilyonlar, katrilyonlardan sonra yeniden binli rakamlara alışabilir mi?

Merkez Bankası verilerine göre Türkiye'de enflasyon nedeniyle paranın satın alma gücü giderek düşünce, 1981 yılından bu yana tedavüle 11 ayrı para sürülmüş. 5 bin TL ile başlayan bu süreç, 2001 sonundaki 20 milyon TL ile son aşamasına ulaşmış. Yani Türkiye 2 yılda bir, yeni bir kupürü tedavüle sürmüş. Bunlar içinde en dayanıklısı 1988'de çıkartılan ve 5,5 yıl en yüksek tutarlı banknot olarak kalan 20 bin TL., en az dayananı ise 5 ay ile 1993'te çıkartılan 500 bin TL. Türkiye'de halen ceplerde dolaşan 20 milyon TL'lik banknotlar, dünyadaki en büyük kupürlü para olma özelliğine sahip. Türkiye'yi 1 milyonluk kupürle Romanya izliyor. 

7 Şubat 2024 Çarşamba

KOBİ'LER UYGUN KOŞULLU DIŞ KREDİLERİ KULLANMAYI ÖĞRENMEYE BAŞLADI

Cahit UYANIK

Türkiye'de küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ) kavramı 1990'lı yılların başından bu yana konuşulup tartışılıyor. KOBİ'lerin Türkiye'nin üretimi ve istihdamı üzerinde çok olumlu etkileri var. Türkiye'deki KOBİ'lerin en büyük problemlerinden birisinin ise finansman imkanlarına erişimdeki güçlük olduğu biliniyor. KOBİ'leri desteklemek için Türkiye'de ayrı bir teşvik mekanizması mevcut. KOBİ'ler normal işletmelere göre daha elverişli koşullarda teşvik kredilerinden yararlanabiliyor. Ayrıca devlet, KOBİ'leri desteklemek için birçok uluslararası kuruluş ve yatırım bankasından uygun koşullu krediler alıyor. Bunları Türkiye'deki bazı ticari bankaların yardımı ve aracılığı ile KOBİ'lere kullandırıyor.

Hazine Müsteşarlığı, geçen yıl uluslararası kuruluşlar ve bankalardan sağlanan kredilerin ne oranda kullanıldığı, Türkiye'nin hangi bölgelerinin bu kredilerden daha çok istifade ettiği, kredilerin hangi sektörlerde yoğunlaştığını belirleyen bir 'KOBİ Kredileri İzleme Raporu' yayınlamıştı. Bu rapor 1999-2005 yılları arasındaki dönemi toplu olarak incelemişti. Hazine, geçtiğimiz günlerde ise 2006 yılına ilişkin kredi kullanımlarını özetleyen raporu yayımladı. Bu iki raporun karşılaştırılmasından çıkan sonuç ise şuydu: KOBİ'ler kendilerine Avrupa Yatırım Bankası (AYB), Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), Avrupa Konseyi Kalkınma Bankası (AKKB), Japon Uluslararası İşbirliği Bankası (JBIC), Alman Kalkınma Bankası (KfW) gibi kuruluşlardan sağlanan dış kredi imkanlarını giderek daha çok kullanmayı öğreniyorlar.

6 Şubat 2024 Salı

EĞİTİM, SAĞLIK VE YENİ BÜTÇE SİSTEMİ

Cahit UYANIK 

Türkiye'de uzun zamandır tartışma gündeminden düşmeyen sorulardan birisi devletin yeniden yapılanması. Bazılarına göre devletin sosis, postal, basma, iplik, içki vb. malları üretmemesi anlamına gelen devletin yeniden yapılanması, geri planına bakıldığında çok daha karmaşık problemleri barındırıyor. Globalizasyon sonrasında oluşan yeni dünyada devleti dönüştürme görevini sadece özelleştirmeye indirgemek büyük bir hata gibi görünüyor. Özelleştirme, artık olsa olsa devletin yeniden yapılanmasında sadece bir boyut olarak ortaya çıkıyor, o kadar...

Devletin yeniden yapılanması denilince toplanan vergilerin toplumun gelişimi yolunda nasıl harcandığı daha büyük önem kazanıyor. Özellikle Türkiye gibi geniş nüfusa sahip ülkelerde eğitim ve sağlık alanında bir ara moda olan özelleştirme eğilimleri rafa kalktı. Devletlerin insani gelişim açısından büyük önem taşıyan bu iki alandaki eylem planları, toplum tarafından çok yakından takip ediliyor. Aslında bu 1950'lerden sonra eğitim ve sağlık alanlarına büyük yatırım yaparak, bunların piyasa ekonomisiyle bağını kurabilmiş ABD ve Japonya gibi devletlerin modellerinin başarıya ulaştığının kanıtı. 

Bugün ABD ve Japonya'da öğretmenler ve doktorlar toplumda çok büyük itibar sahibi kimseler. Japonya'da öğretmen yetiştiren üniversiteler, üniversite seçme sınavlarında en yüksek puanları almış kişileri bünyelerinde topluyorlar. Öyleyse Türkiye'de devletin yeniden yapılanmasının nereye gitmekte olduğu üç aşağı beş yukarı kestirilebilir:  Türkiye insanlarını iyi eğiterek ve sağlıklarını koruyarak üretim kapasitesini artıracak. İnsan zenginliği haricinde başkaca büyük bir doğal kaynağı olmayan Türkiye'nin çıkış yolu buna dayanıyor. Türkiye'nin 1998 yılında yaptığı 8 Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Reformu da bu yönde atılmış en önemli adım. Artık devletin bu noktadaki kilit rolünün yadsınmaması gerekiyor.

1 Şubat 2024 Perşembe

TÜRKİYE'NİN YENİ SANAYİ POLİTİKALARI-2

Cahit UYANIK 

Geçen sayımızda AB'ye uyum ve hazırlık çalışmaları kapsamında DPT'nin hazırlanmasına öncülük ettiği 'Türkiye Sanayi Politikası' adlı çalışmanın ilk bölümünden bahsetmiştik. Çalışma, Türkiye'deki sanayinin ayrıntılı bir tasvirini yapıp, ardından Gümrük Birliği karşısındaki durumunu ele almıştı. Türk sanayisinin güçlü ve zayıf yönleri, yeni politikanın öngördüğü kurumsal çerçeve ve bu noktada hangi kurumun üzerine ne gibi görevler düştüğü ile yeni sanayileşmenin hedef ve politikalarını ise bu sayıda size aktaracağız. 

Güçlü ve zayıf yön analizi son zamanlarda sıkça kullanılır oldu. Bazen bu yöntemi SWOT Analizi olarak da duymuş olabilirsiniz. Güçlü ve zayıf yönlerin analizi karar alıcıların, geleceğe yönelik kararlar verirken kullanabilecekleri ilginç bir araç. Tıpkı işletmelerdeki aktif-pasif veya kar-zarar analizi, sosyal planlamacılıktaki fayda-maliyet analizine benziyor. DPT de bu analizi Türk sanayisine uygulamaktan kaçınmamış. Sonuçta ortaya Türk sanayisinin 7 zayıf yönü bulunmuş. Bunlar; yetersiz sermaye birikimi, makro ekonomik istikrarı sağlamaktaki güçlükler, kronik yüksek enflasyon, yüksek vergiler, sermayenin ve temel sınai girdilerin yüksek maliyetleri, teknolojik gelişmelere ayak uydurmaktaki zorluklar ile yeni teknoloji üretmedeki yetersizlikler şeklinde tespit edilmiş. 

Analizde daha sonra zayıf yönleri besleyen tablo ortaya konulmaya çalışılmış.  Makro ekonomik istikrarsızlığın temelinde yapısal sorunların yattığı anlatılan, kamunun yüksek oranda iç borçlanmasının özel sektörün kaynak maliyetinin artmasına yol açtığı belirtilen çalışmada, bu durumun dalgalı ve potansiyelin altında büyümeye de yol açtığı anlatılmış. Buzdağının altında kalan daha büyük kısım ise yoğun bürokrasi, yatırım ortamındaki belirsizlikler, yetersiz ar-ge harcamaları, tasarım ve marka yaratmadaki yetersizlikler, finansman kaynağına erişimdeki engeller, etkin olmayan pazarlama hizmetleri, düşük ölçekli kapasiteler, düşük verimlilik ve kalite ile çevre bilincindeki eksiklikler olarak sınıflandırılmış. 

Çalışmada Türk sanayisinin güçlü yanları ise 8 başlık altında toplanarak; büyük iç pazar, yürürlükteki liberal ekonomi politikaları, doğal kaynaklar, AB ile ekonomik entegrasyon, büyük pazarlara coğrafi yakınlık, eğitilmiş işgücü, güçlü sanayi yapısı ile alt yapı ve telekomünikasyon sistemlerinde kaydedilen ilerlemeler şeklinde sıralanmış. Bu ılımlı ortamı destekleyen yan faktörler ise mevcut ekonomik program, yapısal reformlar, enflasyonun düşüş trendinde olması, rekabet gücünü artırıcı politikalar, etkin kaynak kullanımına yönelik çabalar, piyasa mekanizmasını güçlendirecek çalışmalar ile özel sektörün ekonomideki rolünü artırıcı anlayış olarak gösterilmiş.

29 Ocak 2024 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN YENİ SANAYİ POLİTİKALARI-1

Cahit UYANIK 

Türkiye'de sanayileşme çabalarının 150 yılı aşkın bir geçmişi bulunuyor. Ancak bu konudaki en önemli adımların 1960 yılı sonrasında atıldığını söyleyebiliriz. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin önce ekonomik kapasitesini belirleyip, dünyadaki sanayileşme örneklerini inceleyip ondan sonra planlı şekilde ayağa kalkmaya başlaması bundan 40 yıl önce olmuştu. Türkiye'nin sanayileşme macerası halen sürüyor. Bu konunun yakın geçmişi ile ilgili literatürde yüzlerce bilimsel araştırma ve kitap bulunuyor. 

Peki bundan sonra ne olacak? Türkiye'deki sanayi nereye doğru akıp gidecek? Devlet, bu akışın neresinde olacak? Bu akış dünyadaki genel gidişata ayak uydurabilecek mi? Türkiye'de geleceği araştırma alışkanlığı zayıf. Bunu yapmak isteyenler ya yetersiz doküman problemi ya da gerekli maddi kaynağı bulamamak sorunu ile karşı karşıya geliyor. İşte o zaman iş, yine ağırlıkla devlete kalıyor. Çünkü devlet, Türkiye'deki bir çok ekonomik alanda hala etkin. Gelişmelere olumlu veya olumsuz manada yön verebilecek güce sahip. Bütün erozyona rağmen devlet hala bünyesinde yetenekli araştırmacıları ve uzmanları barındırabiliyor. 

Türkiye'de ekonominin geleceği denilince akla ilk gelen kurum Devlet Planlama Teşkilatı (DPT). Bu kurum, az önce sözünü ettiğimiz 1960'lı yıllardaki bilinçli kalkınma çabalarında da kilit rol oynamıştı. Ancak 1980 sonrasındaki liberal iktisat politikalarına yelken açılması ve devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması çabaları doğrultusunda biraz geri adım attı. Ancak DPT'nin yıldızı Avrupa Birliği (AB)  ile yeniden parlayacak gibi görünüyor. Çünkü üye olmaya çalıştığımız AB, ağırlıkla 'sosyal piyasa ekonomisi' dediğimiz bir yapıyı bünyesinde tutuyor. Bu yapıyı kısaca daha insani, piyasa dinamiklerinin yanı sıra akla ve bilime daha saygılı bir kapitalizm olarak adlandırabiliriz. İşte bu tanım beraberinde planlama olgusunun önemini getiriyor.

Türkiye ile AB, tam üyelik müzakerelerine başlayıp başlamama konusunda 2004 yılında, kıran kırana günler yaşayacaklar. Ama bu noktaya gelinmesi bile Türkiye'deki havanın nasıl değiştiğinin ilk belirtilerini ortaya koymaya yetiyor. Türkiye ile AB arasında müktesebata uyum kapsamında süren çalışmalarda, Türkiye'nin önümüzdeki döneme ilişkin bir sanayi politikası dokümanı hazırlamasının uygun olacağı belirtilmişti. Daha sonraki bazı AB resmi raporlarında bu dokümana resmi bir statü kazandırılması da istenmişti. Türkiye de 2003 yılı ortasında ilan ettiği AB'ye yönelik Ulusal Programda böyle bir dokümanı ileteceğini zaten açıklamıştı. İşte "Türkiye Sanayi Politikası" geçtiğimiz yaz aylarında yoğun bir çalışma ile hazırlanarak Eylül ayı sonunda kabul edildi. Bu kritik dokümanın hazırlanmasında öncülüğü DPT yaparken, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, AB Genel Sekreterliği, KOSGEB, Türk Patent Enstitüsü, TOBB ve TESK de katkıda bulundu. 

25 Ocak 2024 Perşembe

MEMNUN, MUTLU VE UMUTLU MUYUZ?

Cahit UYANIK 

İstatistikler günümüzde yaşamımızın bir parçası oldu. Çünkü rakamlarla konuşmak ve bilgiye dayanmak bir düşüncenin, bir analizin gücünü daha artırıyor. Türkiye'nin de hayli eski bir istatistik geçmişi var. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 1926 yılında bizzat Atatürk'ün altına imza attığı bir kararname ile kurulmuş. DİE, günümüz Türkiyesinde istatistiklerin yüzde 85'ini üreten çok önemli bir kurum. DİE, önümüzdeki dönemde Avrupa Birliğine hazırlık kapsamında önemli değişimler geçirip daha gelişecek. DİE'yi artık sırf ekonomiyle ve geleneksel istatistikleri toplarken değil, güncel hayatımıza ilişkin istatistikler hazırlarken de görebileceğiz. Zaten bütün dünyada da istatistik kavramı yavaş yavaş sosyal alana kayıyor. 

DİE'nin bu yeni dönemdeki çalışmalarının ilk habercisi geçtiğimiz günlerde "Yaşam Memnuniyeti Araştırması" ile görülmeye başlandı. Bu endeks, gelişmiş ülkelerde uzun zamandır yapılıyor.  Bazen literatürde karşımıza ' Hoşnutsuzluk Endeksi ' olarak çıkıyor. DİE, bu çalışmaya ' Yaşam Memnuniyeti' demeyi tercih etmiş. İlk olarak 2003 yılındaki durumu tespit etmeye yönelik olan bu çalışma, önümüzdeki dönemde düzenli olarak yinelenecek ve böylece toplumun genel yaşam memnuniyeti ölçülmeye çalışılacak. DİE, insanlarda memnuniyet ile mutluluk arasında çok önemli bir bağ bulunduğunu bilerek, önce insanların mutluluk düzeylerini ölçmeye çalışmış. 

Mutluluk, çoğumuz için subjektif bir kavram. Üzerine şiirler, kitaplar yazılan bu kavramı Türk istatistikçileri şöyle tanımlamış: "Acı, keder ve ızdırabın yokluğu ve bunların yerine sevinç, neşe ve tatmin duygularının varlığıyla karakterize edilen durum; hayattan genel olarak memnun olma hali." Peki ya memnuniyet? O kavram ise "İhtiyaçların ve isteklerin karşılanmasından doğan tatmin duygusu" olarak formüle edilmiş. Mutluluğu bir kuşun kanat çırpışında bile yaşayabilen şairlere, yazarlara göre oldukça kuru bir tanım ama olsun; amaç istatistik üretmekse bu kadarını hoş görmeliyiz.

21 Ocak 2024 Pazar

BU BİR 'IMF'NIN TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ DENETİMİNİ NASIL ARTIRDIĞI'NIN HİKAYESİDİR

IMF BİZİ GÖZETLİYOR 

Cahit UYANIK 

Türkiye'nin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Şubat ayında imzaladığı yeni stand by anlaşmasının ardından ilk gözden geçirme tamamlandı. Artık gelenek olduğu gibi her gözden geçirmeden sonra hazırlanan Ek Niyet Mektubu kamuoyuna açıklandı. Türkiye, bu gözden geçirmenin tamamlanmasıyla yaklaşık 1 milyar dolarlık yeni bir kredi dilimine hak kazandı. Mektupta Türkiye'nin önündeki hedefin, 2002 yılı için belirlenmiş bulunan hem yüzde 3'lük büyüme hem de yüzde 35'lik enflasyon hedeflerine ulaşabilmesi için politikaların doğru yöne oturtulması olduğu ifade edilerek, her iki hedefin de eşdeğer önemde olduğu vurgulandı. 

Ekonomik toparlanmanın bir an evvel başlaması gerektiği, böylece tekrar istihdam yaratılabileceği, geleceğe güvenin artacağı ve finansal piyasaların Türkiye ekonomisine ilişkin beklentilerinin sadece kısa vadede değil, orta vadede de olumlu şekilde tesis edilebileceğinin altı çizilen mektupta, "Koşulların getirdiği fırsatı değerlendirerek enflasyonist beklentilerin kırılması ve enflasyon hedefimizin gerçekleştirilmesi gerekmektedir ki bu fırsattan muhakkak yararlanılacaktır. Aslında çok dinamik unsurları olan Türkiye ekonomisindeki pek çok sorunun kökeni enflasyondur. Enflasyonu bu yıl yüzde 35 seviyesine ve orta vadede tek haneli rakamlar seviyesine indirmemiz şarttır. Bu hızlı, adil ve gerçek anlamda sürdürülebilir büyümenin sağlanması için en temel koşuldur" değerlendirmesinde bulunuluyor. 

16 Ocak 2024 Salı

TÜRKİYE VE KABARAN PETROL FATURASININ ÇÖZÜMÜ

Cahit UYANIK 

Türkiye, petrol fakiri bir ülke. Çevresindeki pek çok ülkede verimli petrol kaynakları bulunmasına rağmen, Türkiye'de geniş petrol yataklarına bir türlü rastlanamıyor. Türkiye, bu nedenle artık karadan çok denizlerde petrol aramaya başladı. Halen Doğu Karadeniz kıyılarında oldukça önemli  bir petrol sondaj faaliyeti sürüyor. Doğal gaz aramaları ise Batı Karadeniz kıyılarında derinleştirilmiş durumda. Bu arayışların mutlu sonla bitmesi hepimizin ortak dileği. Çünkü giderek Türkiye'nin petrol faturası büyüyor. Türkiye, binbir zahmetle kazandığı veya dış borç bularak elde edebildiği döviz kaynaklarını petrol ithalatı için yurt dışına transfer ediyor. 

Dile kolay, Türkiye'nin petrol faturası daha 2001 yılında 3,9 milyar dolardı. Bu yılın ilk 6 ayındaki ödemeleriniz ise 3,8 milyar doları geçti. Yani Türkiye, 2001 yılına göre petrole çok daha fazla para ödemeye başladı. Peki Türkiye'nin petrole yaptığı ödemelerin büyüklüğü nerelere ulaşabilir? 10 milyar dolar sınırını geçebilir mi? Eğer bu rakamlara ulaşılırsa bunun Türkiye'nin genel ekonomik dengelerine etkisi ne olur? Bu yazıda bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız.

Bu yılın ilk aylarında petrol fiyatları ve Türkiye'ye etkisi konusunda öngörülen senaryolar 7 milyar dolardan 10 milyar dolar yelpazesine doğru genişliyordu. En iyimser tahmin petrolün ortalama varil fiyatının 40-41 dolar olacağını gösteriyordu. Ancak yılın ilk aylarında ham petrol ithalat faturası konusunda Türkiye için öngörülen 9 milyar dolarlık en kötümser ikinci senaryo gerçek olmaya doğru gideceği anlaşılıyor.  

Yılın ilk 6 ayındaki gelişmeler ve şartların ikinci yarıda da geçerli olması durumunda Türkiye'nin ham petrol faturası 7,6 milyar dolar olarak kesinleşecektir. Ancak ikinci yarının 1,5 ayındaki gelişmeler (1 Temmuz-15 Ağustos) petrol fiyatlarının 70 dolar düzeyine çıkabileceği yönünde güçlü sinyaller veriyor. Bu durum Türkiye'nin halen 45-50 dolar aralığında bulunduğu varil başına ithalat maliyetini, 50-55 dolar aralığına çıkarabilecek. Bu durumda Türkiye'nin yıllık petrol faturası 9 milyar dolara çok yaklaşacak. 

12 Ocak 2024 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ (AB) "PAMUK ELLER CEBE" DEMELİ

Cahit UYANIK 

Uzun süren bekleme ve hazırlık döneminin ardından Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri yeniden canlandı. AB yetkilileri tarafından kaleme alınan ve Türkiye'yi tam üyelik müzakerelerine hazırlamayı amaçlayan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) Aralık ayı başında AB'nin ilgili siyasi organları tarafından kabul edildi. Türkiye de bunun üzerine KOB'u nasıl algıladığını, burada öngörülen kısa (2001 yılı) ve orta vadeli (2001-2003 yılları) hedefleri nasıl yaşama geçireceğini anlatan Ulusal Program hazırlıklarını hızlandırdı. 

AB Genel Sekreterliği koordinatörlüğünde hazırlanan Ulusal Program taslağı, hükümeti oluşturan siyasi partilerin liderleri tarafından görüşüldü. Taslağın büyük bölümü kabul görürken, verilen bazı siyasi talimatlar doğrultusunda son halini alması için yeni bir süreç başlatıldı. Ulusal Program, muhtemelen Şubat sonunda bitirilecek. Bakanlar Kurulunda görüşülüp onaylandıktan sonra AB'ye verilecek. Ancak Türkiye, Ulusal Programı açıklamadan önce AB'nin kendisine sağlayacağı maddi yardımları düzenleyen Çerçeve Yönetmelik'in onaylanmasını bekleyecek. Bu, resmi bir prosedür. Bundan önce AB'yle tam üyeliğe hazırlanan bütün ülkeler için de aynı aşamalar geçilmiş. Her şey bu prosedüre uygun yürürse, Türkiye-AB ilişkileri Mart ayında yeni bir ivme kazanacak. 

Peki Ulusal Programda ekonominin yeri ne? Bu soruyu cevaplamadan önce geçmişten bugüne kadar pek parlak sonuçlar vermeyen Türkiye-AB mali destek veya yardımı ilişkilerine bir bakmak lazım. Çünkü Ulusal Programı yerine getirmek için Türkiye'nin çok ciddi parasal kaynaklara ihtiyacı var. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Türkiye'nin gelecekte AB mali kaynaklarından ne miktarda yararlanacağını araştırmış. Bununla da yetinmeyip ve bu muhtemel yardımı, diğer aday Merkezi ve Doğu Avrupa (MDA) ülkeleri ile karşılaştırmış. 

8 Ocak 2024 Pazartesi

ÖZERK MERKEZ BANKASI NE OLA Kİ?

Cahit UYANIK 

Merkez Bankası (MB), Türkiye'nin tartışma gündeminden günlerdir düşmüyor. Kısa vadeli faiz oranları, MB özerkliği, döviz kurlarındaki gerileme, ihracatçıların ve bazı işadamlarının yakınmaları, ihracatın ithalatı karşılama oranı, cari işlemler dengesinin revizyonu gibi oldukça teknik konular evimizdeki oturma odalarına kadar girebildi. Peki bütün bunlar ne demek oluyor? Türkiye yine bir devalüasyon baskısı altına mı giriyor? Yıllardır büyük emek ve özveri ile gerilettiğimiz enflasyon oranları yeniden yükselişe mi geçecek? Türkiye yine 2001 yılında yaşadığı acı ve sıkıntı dolu günlere dönüş mü yapacak?

Bütün bunlara Türkiye'nin 2001 yılındaki krizin hemen ardından MB'nin yapısında gerçekleştirilen köklü reformun oturma ve toplum tarafından kabullenilme süreci olarak bakabiliriz. 2001'den önce MB, destekleme alımlarına kaynak bulmaktan tutun da KİT'lerin finansmanını sağlamaya kadar çok geniş yelpazede görevlere sahipti. Ancak krizden sonra kuruluş kanununda yapılan değişiklikle MB, Batılı benzerleri gibi sadece fiyat istikrarını sağlamakla görevlendirildi. Yani MB, bizzat hepimizin cebinde dolaştırdığı TL'nin gerçek değerini bulmasını sağlamak ve korumakla yükümlü kılındı. Buna bağlı olarak MB'nin bünyesinde Para Politikası Kurulu oluşturuldu. Bu Kurul, MB'nin izlediği ve izlemesi gereken politikaları somut verilere dayanarak belirliyor. Bu kararların gündelik uygulamasını yapmakla MB Başkanı yükümlü. Daha fazla teknik konulara girmeyelim ama bu yapılanmanın MB özerkliğinin temelini oluşturduğunu söylemeliyiz. 

1 Ocak 2024 Pazartesi

DEVLETİN BANKACILIKTAKİ ROLÜ DEĞİŞİYOR

Cahit UYANIK 

Türkiye'de bankacılık sektörünün kökenleri çok eski zamanlara kadar uzanıyor. Bankacılıktaki ilk adımlar, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğunda Sanayi Devrimini yakalamak için başlatılan ekonomide modernleşme çabaları nedeniyle atıldı. Amaç, neredeyse tamamı mala dayalı biçimde dönen ekonomiye bir finans penceresi açmaktı. Ekonomi, ķatıksız biçimde bir 'tarım ekonomisi' olunca, bu kesimin finansmanı ön plana çıktı. Ziraat Bankası, bu ihtiyaçtan yola çıkılarak devlet tarafından kurulup geliştirildi. Bu banka hala yaşamını sürdürüyor.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra bankacılık sektöründe devletin öncülüğü devam etti. Sümerbank, tarıma dayalı ekonominin sanayileşmesini sağlama misyonunu üstlendi. Ziraat Bankası doğrudan doğruya tarım sektörünü fonlarken, Sümerbank ise kurduğu fabrikalarla pamuğun işlenerek ipliğe ve konfeksiyona dönüştürülmesini sağlıyordu. Devlet, Osmanlı İmparatorluğu döneminde tarlalarda toplanıp yurt dışına satılan pamuğun, yabancı ülkelerde işlenerek onlarca kat fiyatla ithal edilmesini engellemek istiyordu. Ayrıca Türk ekonomisinin uluslararası ticarette karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu tarım sektörünü, sanayi ile ilişkilendirme yolundaki adımlar bu iki banka sayesinde atıldı. 

28 Aralık 2023 Perşembe

PETROL FİYATI YÜZDE 10 ARTARSA, BENZİN FİYATI 2 YILDA 3,2 PUAN ZAMLANIYOR

Cahit UYANIK

Türkiye'deki enflasyonla mücadele süreci maalesef, uluslararası piyasalarda ham petrol fiyatlarının yükselmeye başladığı döneme denk geldi. Petrol fiyatları 2003 yılına kadar akıllı-uslu giderken, 2004 yılından itibaren yükselmeye başladı. Türkiye'de enflasyonla mücadelede 'ince ayar' dediğimiz, önce yüzde 10'un altına daha sonra da yüzde 5'in altına indirme süreci, işte bu petrol fiyatlarının sürekli yükseldiği döneme denk geldi. 

Türkiye'nin enflasyon hedeflerini son 3 yıldır bir türlü tutturamamasının en önemli sebeplerinden birisi ham petrol ve ona dayalı olarak üretilen ürünlerdeki (başta elektrik ve akaryakıt olmak üzere) fiyat artışları. Söz gelimi bu yıl eylül ayı itibarıyla yıllık enflasyon yüzde 11,13 olmuştu. Oysa Merkez Bankası (MB) eylül ayında yıllık enflasyonun yüzde 8,5 olacağını öngörmüştü. Yani hedef tutturulamadı. MB'nin açıklamasına göre yüzde 11,13'lük enflasyonun 3,8 puanlık bölümü tek başına enerji fiyatlarındaki artıştan kaynaklandı. Enerji fiyatlarının çok ağırlıklı olarak petrol fiyatlarından etkilendiğini biliyoruz. Çünkü Türkiye'deki elektrik üretiminin yarısı doğal gaz yakılarak elde ediliyor. Doğal gazın fiyatı ise petrole endeksli...     

Peki uluslararası piyasalarda fiyatı oluşan ham petroldeki artışlar, bizim cebimizi ne zaman ve ne oranda yakıyor? MB, yaptığı araştırmalarda petrol fiyatları ve bunun Türkiye ekonomisine ve ekonomik hedeflere etkilerini ortaya koyuyor. MB'nin 'Petrol Fiyatları Üzerine Ampirik Bulgular' başlıklı araştırmasında döviz kuru, ham petrol ve akaryakıt fiyatları ile tüketici fiyatları arasındaki ilişki sorgulandı. Yani akaryakıt fiyatlarının artışın sebepleri anlaşılmaya çalışıldı. MB'nin araştırmasına göre ham petrol fiyatlarındaki yüzde 10 oranındaki artış, yurt içi akaryakıt fiyatlarını 24 aylık bir dönem sonunda 3,2 puan artırıyor. Yani uluslararası petrol fiyatlarındaki bir artışın ancak üçte biri yurt içi akaryakıt fiyatlarına yansıyor.

26 Aralık 2023 Salı

KREDİ KARTLARINA ÇEKİ-DÜZEN

Cahit UYANIK 

Günümüzde kredi kartları artık yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Hepimizin cüzdanlarında renk renk kredi kartları arz-ı endam ediyor. Kredi kartı, özellikle son 4-5 yıldır gündelik hayatımıza çok daha fazla girdi. "Neden böyle oldu?" sorusunun ise herkesin bilmediği ancak anlatıldığında kolayca anlaşılabilecek bir sebebi var.

Bankaların önce normal, daha sonra da taksitli alışverişe imkan veren kartları yoğun bir şekilde pazarlamasının sebebi, bankacılıktaki deyimiyle 'aktif-pasif uyumsuzluğu'ndan kaynaklanıyor. Bankalar müşterilerinden ancak 1 ile 3 ay vadelerde mevduat toplayabiliyor. Bu, bankanın bilançosunun pasif tarafıyla ilgili. Ancak banka topladığı mevduatı klasik yöntemlerle yani sanayici ve tüccar kredi müşterilerine pazarlayamıyor. Çünkü bu müşteri grubu, genelde 1-5 yıl arasında kredi vadesi talep ediyor. Bu da bilançonun aktif tarafındaki beklentiyi oluşturuyor. 

Ancak bankaların en fazla 3 ay vade ile topladığı mevduatı 1 yıl, 3 yıl vade ile ticari veya sınai kredi olarak kullandırması mantığa aykırı. Bu nedenle tıpkı mevduatın kısa vadeli yapısına benzeyen kredi kartı müşterilerine doğru yöneliyorlar. Çünkü kredi kartı müşterisi 1 ay sonra ödemesini yapmak zorunda. Bu da aktif-pasif uyumsuzluğunu ortadan kaldırıyor. Bankaların zaten kredi kartı düzenlemesi konusuna hep bir ağızdan karşı çıkmalarına rağmen; 12 hatta zaman zaman 24 ay vadeye kadar çıkan taksitli kredi kartları konusunda ayrı ayrı düşünmeleri de buradan kaynaklanıyor. Pasif yapısı yani özkaynağı güçlü bankalar, genelde uzun vadeli kredi kartı taksitlendirmesine gidebiliyor. Ancak pasif yapısı daha zayıf bankalar, az önce anlattığımız uyumsuzluk sorunu yine ortaya çıkacağı için uzun vadeli taksitlendirme istemiyor.