30 Aralık 2017 Cumartesi

BREXIT: DÜNYANIN EN PAHALI BOŞANMASI

Aslında İngiltere-AB ilişkilerinin manzarası hep aynıydı. Bu nedenle İngiltere-AB ilişkilerinde 1973 yılından bu yana hep ön planda olan ‘para kavgası’, Brexit müzakerelerine de şimdiden damgasını vurmuşa benziyor.

Cahit UYANIK

Tarih, 23 Haziran 2016-Perşembe gününü gösterdiğinde dünya, nefesini tutarak İngiltere’deki Brexit adı verilen halk oylamasını takip etmişti. İngiliz halkı yüzde 51,89’luk oranla “Avrupa Birliğinden (AB) ayrılalım” dediğinde uzun, sancılı ve pazarlıklarla dolu bir ‘boşanma’ sürecini de başlattı. İngiltere Başbakanı Theresa May yaklaşık 10 ay sonra, AB’den ayrılacaklarını ve Lizbon Antlaşmasının 50. Maddesinin işletilmeye başlamasını istediği 29 Mart 2017 tarihli “ihbar mektubu”nu AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’a iletti. Böylece tüm dünya, kum saati misali işlemeye başlayan ve 29 Mart 2019’da bitecek 2 yıllık yasal ayrılık sürecinin de başladığını gördü.

Bu sürenin 8 ayı yani üçte biri geçtiğimiz günlerde doldu. Brexit halk oylamasının üzerinden ise 1,5 yıl geçti. Gerçekleştirilen ilk tur Brexit müzakerelerinde (AB, önünde sonunda ekonomik yönü daha güçlü bir organizasyon olduğu için) iş, ayrılma için ödenecek tazminata geldi, dayandı. İngiltere, daha ucuza ‘boşanmak’ istiyor; AB ise bunu kabul etmiyor. Sonuç ne olursa olsun Brexit, “dünyanın en pahalı boşanması” olarak tarih sayfalarındaki yerini alacağa benziyor.

27 Aralık 2017 Çarşamba

15 YIL ÖNCEKİ BİR SORU: ÜST KURULLAR BİR MODA MI?

Dünyada nasıl 1950 ve 60’lar planlamacılar, 1970’ler karma ekonomiciler, 1980’ler özelleştirmecilerin etkisinde geçti ise önümüzdeki 10 yılı üst kurulların kuracağı yeni modelle geçireceğiz gibi görünüyor. 

Cahit UYANIK

Moda, hepimizin hayatını etkileyen bir gerçek. Giyim söz konusu olduğunda yerli yerine oturan ve kulağa hoş gelen moda deyimi, başka alanlarda kullanıldığında ise hafif bir ‘küçümseme tonu’ içeriyor. Acaba yazımızın konusunu oluşturan “Üst Kurullar” devlet idaresinde bir moda mı? Yani birkaç yıl sonra terkedilecek bir yönetim biçimi mi? Üst kurullar neden bu kadar eleştiri alıyor? Türkiye’deki üst kurullar yabancıların dayatması sonucu mu kuruldu, yoksa bunlar ekonomi için elzem mi? Bu sorular daha uzatılabilir. Fazla kafa karıştırmadan, önce Türkiye’de ekonominin ve ekonomi yönetiminin tarihsel geçmişine bakalım.

Türkiye’de devlet ve devletin ekonomiyle ilişkileri konusundaki yapılanma arayışları oldukça eskilere dayanır. Bu arayışların hemen hepsi de dışarıdaki gelişmelerden etkilenmiş görünüyor. Sözgelimi Osmanlı İmparatorluğunun iyice güç kaybetmeye başladığı 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında, modern bir ekonomi yönetimi kurulamadığı için göstermelik konularla uğraşılmıştı. Devlet, ekonomi yönetmek deyince Avrupa piyasalarından borç bulmayı anlamıştı. Sonuç, Duyun-i Umumiye’ye kadar gitti.

26 Aralık 2017 Salı

PATRONLAR DA ASGARİ ÜCRETTEN ŞİKAYETÇİ...!

TİSK, yan ödemeler nedeniyle sendikalı iş yerindeki işçinin işverene maliyetinin 1.156 TL daha fazla olduğunu belirterek 
yeni bir asgari ücret sistemine geçilmesini önerdi.

Cahit UYANIK 

Belki inanmayacaksınız ama patronlar da asgari ücretten şikayetçi...

İşveren sendikalarının çatı örgütü konumundaki Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), asgari ücretin yükünün sendikalı iş yerlerinde, sendikasız iş yerlerine göre  işçi başına 1.156 TL daha fazla olduğunu belirtiyor. TİSK, bu adaletsizliğin yaşanmaması için öneriler de getiriyor. 

24 Aralık 2017 Pazar

AYDIN DOĞAN'IN 2006 YILBAŞINDA PERSONELE GÖNDERDİĞİ MEKTUP


31 Aralık 2005

Doğan Ailesinin Değerli Üyesi

2005 yılı Grubumuz için faaliyet alanları açısından önemli kararların alındığı bir yıl oldu. Kurumsal yönetim ve ülkemize yabancı sermaye girişi açısından örnek teşkil eden Dışbank'ın Fortis'e satılması ile bankacılık sektöründen çıkmamız, Petrol Ofisi'nde İş Bankası'nın sahip olduğu hisseleri alarak ve Star TV'yi Grubumuza katarak enerji ve medya alanlarında varlığımızı ve gücümüzü pekiştirmemiz bunlardan başlıcaları.

22 Aralık 2017 Cuma

MISIR'LA EKONOMİDE 19 YIL ÖNCE 'UMUTLU BAŞLANGIÇ' YAPMIŞTIK

Türkiye, bundan 19 yıl önce Mısır'a 
büyük bir ekonomik çıkarma yapmıştı...


Cahit UYANIK


Kahire - Uludağ İhracatçı Birlikleri tarafından Dış Ticaret Müsteşarlığının (DTM) koordinatörlüğünde düzenlenen Mısır gezisi umutlu bitti. Toplantılara 250'nin üzerinde Mısırlı iş adamının katılarak çeşitli görüşmeler yaptığını belirten DTM Müsteşarı Yavuz Ege, "İlk izlenimler ve bizim gözlemlerimiz çok olumlu. Mısır'ı hedef pazarlar arasında göstermemizin isabetli bir karar olduğu görüldü" dedi. İhracat Genel Müdürü Ömer Berki ise Mısır gezisini, "Son zamanlardaki en başarılı dış ticaret organizasyonu" olarak nitelendirdi.   

2003'TEN KALMA CEVAPLAR: TÜRKİYE'DE İŞSİZLİK YAPISAL BİR SORUNA DÖNÜŞÜYOR, ÇÖZÜMÜ GİDEREK ZORLAŞACAK



Cahit UYANIK-Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD) Başkanı 

TÜRK-İŞ Dergisi: Son dönemde ekonomik göstergelerde görülen olumlu değişimler ve ekonominin iyiye gittiği varsayımı üzerine düşünceleriniz nelerdir?

Cevap: Bir ekonomi politikasının gidişatı, genelde 2 göstergeye bakılarak değerlendirilebilir. Bunlar fiyat istikrarı ve istihdam düzeyindeki değişimdir. Bu iki gösterge, sokaktaki adamdan en üst düzeydeki şirket yöneticisine kadar herkesin kararlarını ve içinde yaşadığı ekonomik ortama ilişkin düşüncelerini şekillendirir. Çünkü insanlar ekonomiden, bir iş sahibi olmak ve kazandıkları gelirin istikrarlı olmasını beklerler. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye ekonomisinin gidişatı "Sana bir iyi, bir de kötü haberim var" diye başlayan doktorlu fıkraları hatırlatmaktadır. Enflasyondaki düşüş trendi ve gelecekte enflasyonda ciddi bir artış yaşanmayacağına ilişkin beklentiler tablonun aydınlık tarafını oluşturmaktadır. Fiyat artışlarının dizginlenmiş olması, halkın fiyat etiketi takibinden kurtulup satın alacağı mal ve ürünleri kalitesine göre sınıflandırması sonucunu doğuracaktır. Yine benzer şekilde TL'nin güç kazanması, hepimizin şikayetçi olduğu dolarizasyona (tüm ekonomik değerlerin döviz cinsinden belirlenmesi) son verecektir. Türkiye'nin 2004'te yüzde 12, 2005'te ise muhtemelen yüzde 7 düzeyinde bir enflasyonu hedefliyor olması, emeğin fiyatı olan ücret konusunda da bazı yeni açılımları beraberinde getirecektir. Eskiden sırf enflasyon farkının telafi edilmesi üzerine gelişen ücret pazarlıkları, artık refah payı ve sosyal yardımlar üzerine yoğunlaşacaktır.

REKABET KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİNDE EKONOMİ BASINININ ROLÜ NEDİR?


REKABET KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİNDE EKONOMİ BASINININ ROLÜ

Cahit UYANIK (Ekonomi Muhabirleri Derneği-EMD Başkanı)

(15.11.2005  tarihinde Rekabet Derneği toplantısında yapılan  konuşma)

Türkiye'de "ekonomi basını" ile "rekabet hukuku" aynı kaderi paylaşıyor. Ekonomi basını 1980'den sonra gelişmeye başladı. Rekabet hukuku da 1990'dan sonra... İkisi de sayıca çok geniş olmayan bir grup tarafından anlaşılmaya, uygulanmaya çalışılıyor. Söz gelimi biz ekonomi gazetecilerinin sayısı Ankara ve İstanbul olmak üzere toplam 500-600'ü geçmiyoruz. Türkiye'deki rekabet hukukçularının sayısı hakkında net bir fikrim yok ama, şu kesin ki her iki grup da çalışmalarıyla toplumdaki geniş kitleleri yakından etkiliyor.

Türkiye'de rekabet denilince nedense hemen 24 Ocak 1980 Kararları akla gelir. Ünlü "Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler" anlayışının Türkiye'ye bir ekonomik kriz sonrasında girişi hatırlanır. Devletin ekonomik hayattan çekilmeye karar vermesi ve fiyatların serbest şekilde belirlenmeye başlanması bu kararların odak noktasıydı. Ancak zaman geçtikçe, serbest piyasayı ve rekabeti "kuralsızlık" ve "kural tanımazlık" olarak görmeye başladık. İşte o zaman "Bu rekabet denilen olayın bir kuralı, bir hukuku yok mu?" diye sorduğumuzda önümüze rekabet hukuku çıktı. Oysa bu konu gelişmiş piyasa ekonomisine sahip ülkelerde 100 yılı aşkın maziye sahipti. Meraklıları özellikle ABD'deki devlet eliyle şirketlerin parçalara ayrılmasıyla rekabet hukukunun nelere kadir olabileceğini çok iyi biliyorlardı. Türkiye ise hukuka uygun rekabet olabileceği ile 1990'larda tanıştı. Geç mi kalındı? Bence hayır. Çünkü zaten Türkiye, 1980'e kadar serbest piyasayla ilgili bir ülke değildi. Sanayileşmeye, gelişmeye çalışıyordu.

20 Aralık 2017 Çarşamba

15 YIL ÖNCESİNDEN BİR HABER: RUSLAR, KENDİLERİNİ ZENGİN GELİN ADAYINA BENZETİYOR VE "ÇOK DÜŞÜNMEYİN KIZI BAŞKASI KAPACAK" DİYOR


Cahit UYANIK

Soçi- Yaklaşık 10 yıldır bavul ticareti ile yakından tanıdığımız Rusya, artık Türkiye'den yatırım ve daha kaliteli mallar satın almak istiyor. Gelecek yıl devreye girecek olan Mavi Akım Projesi ile patlama yaşanması beklenen Türk-Rus ticaretinin dengelenmesi için yollar aranıyor. TOBB Başkanı  Rifat Hisarcıklıoğlu, Türkiye'nin Rusya'dan giderek artan miktarda ithal ettiği doğal gaz bedelinin belirli bir bölümünün mal ve hizmet karşılığı ödenmesi konusunu gündeme getirdi. 

BALIKESİR SEKA ÖZELLEŞTİRMESİNDE "YARGILAMAMA" KARARI KALDIRILDI


Cahit UYANIK

Danıştay 1. Dairesi, SEKA'ya ait Balıkesir İşletmesinin satışına ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) Kararı'nın iptaline ilişkin "yargı kararını uygulamamak suretiyle görevlerini kötüye kullandıkları" iddiasıyla Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci ve Başkan Yardımcısı İsmail Destan hakkında soruşturma izni verilmemesi yönündeki kararı kaldırdı. 

19 Aralık 2017 Salı

MB: REEL SEKTÖR, KISA VADELİ DIŞ KAYNAK KULLANIMINDA 2007'DE FRENE BASTI


Cahit UYANIK

Küresel kriz nedeniyle son dönemde dış borçları ile sık sık gündeme gelen reel sektör, 2007 yılında kısa vadeli yabancı kaynak kullanımında frene bastı. Merkez Bankası (MB), yayınladığı "Sektör Bilançoları-2005/2007" adlı çalışmada 5 bin 600'ü aşkın firmadan gönderilen bilanço verilerine dayanarak, firmaların dış borç ödeme kapasitelerini analiz etti. MB, döviz riskine karşı önlem olması için 2007 yılında firmaların kısa vadeli nakdi yabancı para kredi kullanımını azalttığını belirtti.

MB, ankete veri gönderen tüm firmalarda döviz kredisi yükümlülüklerini karşılama gücünün bir göstergesi olarak değerlendirilebilecek 'kısa vadeli yabancı para kredilerinin yurt dışı satış gelirlerine oranı'nın 2007 yılında, 2,6 puan iyileştiğini bildirdi. MB, imalat sanayisi sektörü firmalarında ise bu iyileşmenin 3,5 puan olduğunu hesapladı. 

MB Başkanı Durmuş Yılmaz, 1 yılı aşkın süredir yaptığı konuşmalarda özel sektörün döviz kredisi riskine dikkat çekiyor ve dövizle borçlanılırken dikkatli olunmasını istiyordu. Yılmaz, dövizle borçlananların dövize dayalı geliri olması gerektiğini ifade ediyordu.

18 Aralık 2017 Pazartesi

KULİS: 78 YIL ÖNCE DE SANAYİCİNİN DERDİ AYNIYDI

78 yıl geçip kuşaklar değişse de, sanayiciler Türkiye'de benzer sorunlardan muzdarip. 

Cahit UYANIK 

Bugün herhangi bir sanayiciyle sohbet etseniz şikâyetlerinin başında yüksek girdi maliyetlerinin geleceği tartışmasızdır. Hele yeni yapılan zamdan sonra, elektrik girdisi ya da vergiler bu şikâyetlerin başındadır şüphesiz... 

Ankara Sanayi Odası yeni hizmet binasının açılışı anısına "1930 Sanayi Kongresi: Raporlar Zabıtlar" başlıklı bir kitap yayımladı. Türkiye Cumhuriyetinin ilk sanayi kongresi olmasının yanı sıra ilk sanayi envanteri olma özelliğini de taşıyan kitapta, tartışmalar ise neredeyse bugünü yansıtıyor. 

14 Aralık 2017 Perşembe

REKABET KURULU, SANKO'NUN YENİ FABRİKASINA MÜDAHALE ETMEYECEK

Cahit UYANIK

Rekabet Kurulu (RK), Sanko'nun Gaziantep'e çok yakın olan Kahramanmaraş'ta 250 milyon dolarlık yatırımla büyük bir çimento fabrikası  kurmasına "rekabeti bozabilir" gerekçesiyle müdahale etmeyeceğini bildirdi. 

Kurul yetkilileri "Biz birleşme ve satın alma yoluyla hakim durum oluşturulmasına izin vermeyiz. Sanko'nun Adıyaman'ı satın alma girişimi bu kapsama giriyordu ve buna izin vermedik. Ama bir şirketin kendi iç kararıyla yeni yatırım yapmasına karışmamız ise zaten yasal olarak mümkün değil. Sanko'nun yeni fabrikası, kendi iç kararına dayanıyor. Türkiye'de buna benzer örnekler daha önce de yaşandı" dediler.

13 Aralık 2017 Çarşamba

EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE YAPMAMIZ GEREKENLER-2003

Ekonominin piyasalar için değil, bizatihi insanlar için iyiye gitmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. 

 Cahit UYANIK

Daha bundan 5-6 yıl önce Türkiye’de her 24 Ocak gününde, gazeteler 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirlerinin uzun uzadıya anlatıldığı yazılarla dolu olurdu. Çeyrek yüzyıllık ömrünü tamamlamamış olan bu kararlar şimdilerde iyice unutuldu. Önce 5 Nisan 1994 Kararlarını hafızalarımızda ön plana çektik, daha sonra 9 Aralık 1999’da açıklanan kur çapası sistemini… Bütün bunlardan önemlisi de 21 Şubat 2001’de kurun dalgalanmaya bırakılmasının ne anlama geldiğini, Türkiye ekonomisini nerelere götürebileceğini içinde yaşayıp öğrenme sürecindeyiz. Bu ekonomik krizler ve ona panzehir olsun diye açıklanan istikrar tedbirleri manzumesine 1988, 1992, 1997, Uzakdoğu Krizi (1997), Rusya Krizi (1998), 2000 Yılı Kasım krizleri dahil değil. 2003 sonu itibarıyla bir fotoğrafı çekilebilse, ekonomimizin hal-i pür melali aynen şöyle olacaktır: Kriz sarhoşu bir dengesizlik içinde, yönünü bulmaya çalışan bir adamın, karanlık bir tünelden hayli uzaktaki ışığa doğru yürüyüşü…

1990-2000 yılları arasında 100 milyar dolarlık kayıp

Türkiye ekonomisi acaba bu hale neden ve nasıl geldi? Yıllar önce, henüz 2001 Krizinin yaşanmadığı günlerde devlette zorlu görevler yürütmüş bir üst düzey bürokrat ile yaptığım görüşmede bunun birkaç sebebini şöyle sıralamıştı:  Güneydoğu’daki terörle mücadele masrafları, Körfez Krizi sonrası Türkiye’nin büyük bir dış ticaret ortağını kaybetmesi, 1980’li yıllar boyunca devlette denetim sistemini ortadan kaldırıcı çabalar sonucu oluşan israf ve yolsuzluklar, ülkenin koalisyon iktidarları tarafından kötü yönetilmeye başlanması. O bürokrata göre 1990-2000 yılları arasında Türkiye’nin hesaplanabilen ekonomik kaybı 100 milyar doları geçiyordu. 
Sohbetin hemen ardından patlak veren 2001 Krizi sonrasında bu faturaya bankacılık sistemindeki büyük yolsuzluklar ve kamu bankalarının kanını iliğini emen görev zararları kabusu da eklendi. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu borç çevirme probleminin büyük bölümü, bankacılık operasyonu sonucunda ihraç edilen kağıtlardan  kaynaklanıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) en yeni raporuna göre, bankacılık sektörünü yeniden yapılandırmanın toplam maliyeti 47,2 milyar dolar. Buna, yazı kaleme alındığı gün açıklanan 9 katrilyon liralık yani 6 milyar dolarlık İmar Bankası faturası eklendiğinde, fatura 53 milyar doları geçmiş olacak. Türkiye’nin son ekonomik krizde tüm alanlardaki ekonomik kaybı ise bazı uzmanlara göre 150 milyar doları buluyor.  

9 Aralık 2017 Cumartesi

MR. DOLAR'IN TÜRKİYE'DE HENÜZ YAZILMAMIŞ GAYR-I RESMİ TARİHİ


Şöhretinin zirvesinde bulunan Emel Sayın'ın yurt dışına çıkmak için acilen dövize ihtiyacı vardır. Sayın, Ankara'ya gider...

Cahit UYANIK

Uzun yıllar önce, çok önemli bir özelleştirme ihalesini izliyorum. İhale, kamuoyuna açık ve televizyonlarda canlı yayınlanıyordu. Talipliler, parmaklarını indirip kaldırdıkça fiyat tam 1'er milyon dolar artıyordu. İhale Komisyonunun Başkanı, her artış sonrasında, söz gelimi "1 milyar 19 milyon dolar" demek yerine, büyük bir keyif ve öz güvenle (sanki doları Türkiye basıyordu mübarek!) "1 milyar 19 milyon Amerika Birleşik Devletleri Doları" deyip duruyordu. Bu tanımlama bir ara o kadar çok tekrarlandı ki, herkes rahatsız oldu. 

Kurumun Başkanı da ihale salonunda bir köşede duruyordu ve elindeki "Unutma" kartoncuğuna "ABD Doları deme, dolar desen yeter!" yazıp, sekreteriyle İhale Komisyonu Başkanına gönderdi. Not ulaşır ulaşmaz, dolar -en azından- Türkçe karşısında 3 sözcük kaybederek yüzde 75'lik kelime devalüasyonuna uğradı... Tabii dolar bu... İntikamını birkaç yıl içinde aldı ve 2001 Şubat ayında 1,1 TL'den 1.7 TL'ye çıkarak tüm ülkenin feleğini şaşırttı. Dolar şimdilerde yine yükseklerden uçuyor. Öyle ki kimse ineceğine, indirilebileceğine de inanmıyor. Peki Dolar'ın Türkiye'deki henüz yazılmamış gerçek hikayesi nedir?

8 Aralık 2017 Cuma

TÜRKLER'İN YURT DIŞINDA 70 MİLYAR DOLARI VAR


Türk vatandaşlarının yurt dışında 70 milyar dolar parası olduğu tahminleri mevcut. Ancak bunlardan ne kadarının Türkiye`deki istikrarsızlıktan korkup dışarıya kaçan para olduğu önemli.

Cahit UYANIK 

Mali milat ile yurt dışından getirilecek paranın affı arasındaki fark nedir? 
Mali milat ile yurt dışından getirilen veya yastık altından çıkarılan para kayıt altına aldırılıyor. Ancak daha sonra tekrar yurt dışına gidip gitmediği bilinmiyor ve denetlenmiyor. Sermaye affında ise para yurda getiriliyor ve bir şirketin veya bankanın sermayesine ekleniyor. 


Sermaye affıyla parayı getiren kişi, bunu yurt dışına çıkaramaz mı? 

Bu para, sermaye olarak kayıtlara geçeceğinden, şirketten çıkışı için yeni bir kayıt yapmak gerekir. 



Bu konuda Maliye eleştiri bekliyor mu? 
Maliye bu konuda eleştiri beklemiyor. Operasyon zaten vergi alınamayacak bir para için söz konusu. Kayıtlı hale geldikten sonra vergisi alınabilecek ve ekonomiye kaynak girişi sağlanmış olacak. 



Devletin bu aftan bir kazancı olacak mı? 

Maliye, yurtdışından getirilen sermayeden yüzde 1 oranında vergi alınabileceğini ancak bu oranı artırma veya azaltma yetkisinin hükümette olduğunu belirtiyor.

MERKEZ BANKASI, 2005'TE PİYASADAN 22 MİLYAR DOLAR TOPLADI


MB, ihaleler ve müdahale yoluyla döviz toplamasına gerekçe olarak; olumlu global likidite koşulları ile devam eden ters para ikamesini (Dövizden TL'ye geçiş) gösterdi.

Cahit UYANIK 
Merkez Bankası (MB), geçen yıl düzenli alım ihaleleri ve doğrudan müdahaleler ile piyasadan 22 milyar dolar topladı. MB`nin açıkladığı Yıllık Rapor-2005`te yer verilen bilgilere göre 22 Aralık 2004`te başlayan düzenli döviz alım ihalelerinde 1 yılda 7 milyar 442 milyon dolar alındı. 
MB geçen yıl, piyasalarda gerçekleştirdiği doğrudan 6 müdahale alımı yoluyla da, toplam 14 milyar 565 milyon dolar topladı. Böylece MB`nin toplam alımları 22 milyar 7 milyon dolar olarak gerçekleşti. MB, müdahalelerin en büyüğünü AB ile müzakerelerin başladığı tarihin ertesi günü, yani 4 Ekim`de yaptığını ve 3 milyar 271 milyon dolar aldığını bildirdi. MB döviz piyasasına ikinci en büyük müdahalesini ise dolar-euro paritesinde yaşanan değişim ile global likidite koşullarındaki döviz satışları nedeniyle 18 Kasım`da yaptı ve 3 milyar 164 milyon dolar topladı.

7 Aralık 2017 Perşembe

1969'DAKİ EL AKSA YANGINININ DOĞURDUĞU BİRLİK: İSLAM KONFERANSI TEŞKİLATI (İKT) VEYA İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI (İİT-OIC)


1969 yılında Kudüs'teki El Aksa Camisinin kundaklanması, İslam alemini hızla bir araya getirmişti.

Cahit UYANIK

Türkiye, geçen kasım ayı başında İstanbul'da, ekonomi ağırlıklı, önemli ve çok sayıda ülkenin veya uluslararası kuruluşun katıldığı bir toplantıya daha ev sahipliği yaptı: İslam Konferansı Teşkilatı (İKT), Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi'nin (İSEDAK) 25'inci toplantısı. Türkiye, daha bu toplantıdan 1 ay önce IMF-Dünya Bankası sonbahar dönemi yarıyıl toplantılarına ev sahipliği yapmıştı. Böylece Türkiye ve İstanbul, dev kongre organizasyonları yapma konusundaki becerisini de dünyaya iyice göstermiş oldu. Peki İSEDAK toplantılarının önemi neydi? Bu konuya daha önce az ilgi duymuş veya hiç bilgi sahibi olmayanlar için öncelikle İKT'yi anlatıp, ondan sonra İSEDAK'a geçmekte fayda var.

İKT, günümüzde nüfusunun çoğunluğu veya bir kısmı Müslüman olan ülkelerin üye olduğu, Genel Sekreterliği Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde bulunan ve üye ülkeler arasında politik, ekonomik, kültürel, bilimsel ve sosyal dayanışma ve işbirliğini amaçlayan uluslararası bir kuruluş. Teşkilatın üye sayısı 57. Ayrıca birçok gözlemci üyesi var. İKT, Birleşmiş Milletler'den sonra en fazla üyeye sahip teşkilat. İKT'nin resmi dilleri ise İngilizce, Fransızca ve Arapça. 

6 Aralık 2017 Çarşamba

İSRAİL'DE 13 YILDA 1 MİLYAR DOLARLIK İNŞAAT İŞİ ALAN TÜRK FİRMASI


İsrail'deki iki önemli bakanlığın binasını inşa eden Türk firması hangisi?
Yafa-İsrail


Cahit UYANIK

KUDÜS - İsrail'de "aldığı işi en hızlı bitiren şirket" olarak tanınan Yılmazlar İnşaat Grubu'nun, 13 yılda bu ülkede üstlendiği işlerin büyüklüğü 1 milyar dolara yaklaştı. Halen İsrail'de 20 şantiyede çalışmalarını sürdürdüklerini belirten Yılmazlar İnşaat Grubu Genel Müdürü Ahmet Arık, burada bine yakın Türk işçisi istihdam ettiklerini söyledi.

İsrail'deki Türk işçileri belli bir kota dahilinde çalıştırdıklarını ifade eden Arık, bu kotanın artırılması halinde işçi sayısını 2-3 bine çıkaracaklarını anlattı. Arık, Türk işçilerinin İsrail'in Türk ordusunun tank modernizasyonunu üstlenmesi sebebiyle imzalanan off-set anlaşmasından yararlanılarak bu ülkede istihdam edilebildiğini kaydetti. İsrail'de konut, devlet ihaleleri, 35 kattan yüksek gökdelenler, altyapı, köprü, fabrika, elektrik tesisi ve su arıtma tesisi inşa ettiklerini ifade eden Arık, halen İsrail'in tek su kaynağı olan Tiberya Gölü'nde büyük bir arıtma tesisi inşa ettiklerini söyledi.

5 Aralık 2017 Salı

KULİS: ÖZELLEŞTİRME VE "BURDUR'UN İNEKLERİ"...


Bir tesis özelleştirildi ve Burdur'da hayvancılık ölüm döşeğine düştü... Traji-komik bir özelleştirme deneyimi... 

Türkiye'de özelleştirme giderek "bitmeyen şarkı"ya dönüşüyor. DSP Azınlık Hükümeti de bu analizi doğru çıkarmak için elinden geleni yapmaya başladı. Bugüne kadar her yıl ilan edilmesine rağmen, hiç bir zaman tutturulamayan özelleştirme hedefi tuzağına DSP de düştü. Oysa DSP'ye yakışan "Özelleştirmede hedef ilan etmiyoruz. Yapabildiğimiz kadarını yaparız. Önemli olan sattığımız şirketlerin emin ellerde olmasıdır" demesiydi.  Ama DSP, büyük ihtimalle IMF ile ilişkileri tehlikeye düşürmemek için yasak savma kabilinden bir hedef açıklanmasına göz yumdu.

Türkiye'de özelleştirme denilen kavramın arkasına neler gizlendiğini öğrenmek için Ankara'dan veya İstanbul'dan bakarak ahkam kesmemek gerekiyor. Çünkü Anadolu'nun değişik köşelerinde "özelleştirme yağma ve talana dönüşmüştür" sloganını haklı çıkaracak bir sürü olay yaşanıyor. 

Bunun son örneklerinden biri Burdur'da gelişti. Ege'de bulunmasına rağmen hayvancılığa dayalı ekonomiye sahip olan Burdur'da, hayati öneme sahip süt fabrikası bir süre önce özelleştirilmişti. Burdur'da özelleştirmenin yarattığı sanal cennet 1 yıl sürdü. Fabrikayı satın alan firma, tesisi kapatıp Gönen'e taşıyacağını açıkladı. Aslında bu son karar yaklaşık 1 yıldır yaşanan olumsuzluklar zincirinin son halkası niteliğindeydi. 

Taşıma kararını başlatan süreçte fabrika günlük süt işleme kapasitesini 200 tondan 20 tona kadar düşürmüştü. Bunun doğal sonucu olarak da fabrikada çalışanların sayısı 250'den 102'ye düşürüldü. Ardından fabrika süt tankları satıldı. Satılan 70 tanktan 180 milyar lira kazanıldı. Oysa fabrika 121 milyar liraya özelleştirilmişti. Kısa günün karı yaklaşık 59 milyar lira oldu. Burdurlulara bakılırsa fabrikanın 150 dönümlük arazisinin bedeli 1,5 trilyon lira. Burdurlular tesisin taşınmasından sonra fabrikanın yerine lüks villaların yapılacağına kesin gözüyle bakıyor. Eskiden kentte günlük 600 ton süt üretildiğini belirten Burdurlular, hayvanlarını mezbahaya göndermekten başka bir çözümleri kalmadığını düşünüyorlar. 

Evet Türkiye bir yandan hayvancılık reformu yapmak için çırpınıyor. Bir yandan da 'özelleştirmeye kurban' inek manzaraları yaşıyor. Dua edelim de Türkiye'deki (bu haliyle) özelleştirmeye sadece inekler kurban olsun...     

2 Aralık 2017 Cumartesi

ÖSYM'NİN KURUCUSU PROF. DR. DOĞRAMACI İLE 2004 YILINDAKİ RÖPORTAJIM: ÖSS'YE ALTERNATİF YOK


Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI
Çoğumuzun Hacettepe Üniversitesi ve YÖK'ün kuruluşu ile özdeşleştirdiği Prof. Dr. Doğramacı, aynı zamanda ÖSYM'nin kurucusuydu... Prof. Dr. Doğramacı bu önemli kurumun kuruluş hikayesini anlattı...

Cahit UYANIK

- İhsan Hocam dünyada üniversiteye giriş sistemleri nasıl?

Prof. Dr. Doğramacı: İki üniversiteye giriş sistemi var. İtalyan Anayasası der ki: Kimse istediği üniversiteden mahrum edilemez. Roma Üniversitesi Tıp Fakültesinin kapasitesi 400 iken 2 bin-3 bin kişi alınır. Ama kağıt üzerinde... Çünkü buranın en büyük konferans salonu bin kişiliktir. Çoğu teorik olarak okur, gerisi bir-iki senede dökülür. Fransa'da bölümün kapasitesi 100 kişi ise 200 kişi alınır. İkinci sene 100'e düşer. Ama kişiler başka bölüme girebilirler. Mesela tıpa girmiş 2 sene okumuş, sınıf geçememiş, teknisyenlik okuluna geçebilir. İkinci sistem ise Numarus Clasus. Bu, kapalı sayı demek. Başta ABD ve İngiltere'de uygulanıyor. Bölümün kapasitesi 50 ise 50 kişi alır. Her üniversite kendi sistemine göre alır. ABD'de 3 bin 500 yüksek öğretim kuruluşu var. Bunların çoğunluğu 2-3 yıllık okullar. Çünkü buralarda meslek okulları revaçta. Yüksek öğretimde okuyanların yüzde 35'i ise 4 yıllık okulda okur.

30 Kasım 2017 Perşembe

ORTA DOĞU’DAKİ 100 YILI AŞAN ‘PETROL LANETİ’NDE 2017 YILI DÖNÜM NOKTASI OLDU



Orta Doğu’da petrol bağlamında yaşanan gelişmeler, bazen yıllar süren bölüm bölüm olayların bir sonuca ulaşmasıyla kesinlik kazanabiliyor. İşte 2017 yılı böyle bir zaman dilimi oldu.

Cahit UYANIK



Orta Doğu’da yaşayan insanlar 120 yıl önce ‘petrolün laneti’yle nasıl tanıştıysa, 120 yıl sonraki torunları da aynı kaderi yaşamaya devam ediyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının en önemli aktörlerinden İngiliz Winston Churchill’in 1936’da söylediği “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” sözü bu coğrafyada günümüzde de maalesef aynen geçerli.

Değişik şekillerde ve çeşitli kılıflara bürünerek yaşanan modern çağın Ortadoğu’daki petrol savaşları, 1980’de İran-Irak Savaşı ile başlamıştı. İran’daki İslam Devriminin hemen ardından tetiklenen ve yaklaşık 9 yıl süren, bir galibi bulunmayan bu savaşta 1 milyon kişi öldü, 2 milyon kişi yaralandı ve 150 milyar dolarlık maddi hasar oluştu. Satın alınan, harcanan, kullanılan silahların maliyeti ise bir sır.

Kuveyt’i işgal etmesinin ardından 1990 yılında Irak’a yönelik olarak başlayan Birinci ve İkinci Körfez Savaşı ile yeni bir aşamaya geçen, Irak’ta yıllarca süren bir iç savaşa sebep olan modern çağın petrol savaşlarında ölenlerin sayısı da milyonlarla ölçülüyor. Batılı araştırma kuruluşlarının yaptığı anketlere dayanan ve Irak’ta ölenlerin sayısının 1,2 milyon kişiye ulaştığına dair haberler, 2007 yılında gazete sayfalarında yayınlanmıştı. Aradan geçen 10 yılda ölenlerin sayısı ise bilinmiyor.

18 Ekim 2017 Çarşamba

ÇİN’İN YENİ “ORTA HALLİ REFAH TOPLUMU” HEDEFİ, DÜNYAYI NASIL DEĞİŞTİREBİLİR?


ÇKP’nin “orta halli refah toplumu” inşası taahhüdünün ilk ayrıntılarında iç pazara yönelik üretimin artırılması ve 2016 yılından bu yana ikinci çocuğa izin verilmesi bulunuyor. 

Cahit UYANIK
Farkında mısınız bilmiyorum ama Çin, 2014 yılından bu yana “dünyanın en büyük ekonomisi” (satın alma gücü paritesiyle hesaplandığında) olma unvanını taşıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) belirlemelerine göre Çin, bundan 3 yıl önce Amerika Birleşik Devletlerini (ABD) geride bırakarak 18 trilyon 228 milyar dolarlık gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) ulaştı. ABD aynı yıl, 17 trilyon 393 milyar dolarlık GSYH ile ikinci sıraya düştü. Benzeri tablo 2015 ve 2016 yılında da devam etti.
İşin ilginç yanı IMF ve WEF, iki ülke arasındaki GSYH farkının 2022 yılına gelindiğinde yani bundan 5 yıl sonra 10,5 trilyon dolara yükseleceğini öngörüyor. 2022 yılında Çin 34,3 trilyon dolar, ABD ise 23,8 trilyon dolarlık GSYH’ye ulaşacak. Çin’in ABD’ye atacağı tahmin edilen 10,5 trilyon dolarlık fark, 2022 yılında Almanya ve Japonya’nın GSYH’larının toplamına karşılık gelecek. (Çin ekonomisi, ülkelerarası fiyat farklılıklarının hesaba katılmadığı klasik milli gelir hesaplamalarında ise 2010 yılında Japonya’yı geçerek, -ABD’nin ardından- dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olma unvanını yakalamıştı. Çin, hala bu unvanını koruyor ve yakın gelecekte de değişmesi beklenmiyor.)
Bu tablo, Çin’in önümüzdeki uzun yıllarda dünya ekonomisinin odağına iyice oturacağı ve hemen hemen her ülkenin ekonomisine etkide bulunabileceği anlamına geliyor. O nedenle Çin’in hem kendisi hem de dünya ekonomisi için nasıl bir gelecek tasarladığının anlaşılması çok büyük önem taşıyor. Çünkü Çin, dünyadaki birçok ülke için ya iyi bir hammadde veya mamul müşterisi, ya güçlü bir borç veren, ya güçlü bir borç alan, ya güçlü bir mal satıcısı, ya iyi bir turist kaynağı…
Peki Çin, kendisi için öngörülen parlak rakamları gerçekleştirebilir mi? Çin, dünya ekonomisinin en büyüğü olmanın yükümlülük ve sorumluluklarını yerine getirebilecek mi?  Çin; daha fazla şeffaflaşma, demokrasi ve refah düzeyinin artırılması, piyasa ekonomisinin iyice güçlenmesine izin verecek rekabetçiliğe yelken açacak mı? 
Bu konuda ilk önemli tahminleri ülkenin geleceğine yön verecek Çin Komünist Partisinin (ÇKP) 18-25 Ekim 2017'de düzenleneceği bildirilen 19. Ulusal Kongresi'nde alabileceğiz. Toplantı tarihinin  ilan edildiği Ağustos sonundaki resmi açıklamanın odağında ekonomik mesajlar vardı. Açıklamada “ÇKP 19. Ulusal Kongresi'nin görece refah toplumunun kapsamlı şekilde inşa edilmesi sürecindeki önemli bir aşamada ve Çin'e özgü sosyalizmin gelişmesi için de kilit bir dönemde yapılacak hayati önem taşıyan bir kongre olacağı” vurgulandı. Çin hükümetinin geçtiğimiz 5 yıldaki çalışmalarının özetleneceği 19. Ulusal Kongre'de, iç ve dış durumun tahlil edilerek, ÇKP'nin ve devletin yeni kalkınma ihtiyaçları ile halkın yeni beklentilerinin göz önünde bulundurulacağı ve çağın taleplerini karşılayacak eylem programları ve politikaların saptanacağı ifade edildi.
ÇKP, 2012 yılı sonunda yaptığı 18. Ulusal Kongresinin ardından ise “piyasacı reformlara geçiş sürecine girdiğini” resmen duyurmuştu.  Bu kararın önemi zamanla anlaşıldı. Bazı uzmanlar bu kararı, 1980’lerin başındaki kapitalist restorasyon sürecine geçiş kararlarıyla kıyasladılar. Nitekim 2012’teki karar, Çin devletinin ekonomide yavaş yavaş düzenleyici ve denetleyici bir fonksiyona geçiş yaparak, ekonomik üretim sürecinden tedrici olarak çıkmasını öngörüyordu. Aradan geçen 5 yılda, bu genel hedefin tutturulmaya çalışıldığı söylenebilir. Üstelik bu dönem tüm dünyada, FED faiz artışlarına başladığı için kur hareketlerinin de sıkça yaşandığı bir periyoddu. Çin, ekonomisinin etkilenmemesi için parası yuanı birkaç kez devalüe etti. Bu devalüasyonlar, FED’in yılda 3-4 defa faiz artıracağı beklentisi  ve Çin’in iç pazarını genişletme politikalarıyla birleştirildiğinde tüm dünyada korkuyla izlendi. Ancak FED, daha az sayıda faiz artışı yapınca Çin’in devalüasyonları başarıya ulaştı ve yüzde 5’lere doğru ineceği ileri sürülen ekonomik büyümesi de yeniden yüzde 7’lere doğru yaklaştı.
19. Ulusal Kongre ile ilgili açıklama dikkatle incelendiğinde “refah toplumunun inşası” kavramı öne çıkıyor. Bu çerçevede 2020-2021 yılları, Çin açısından sembolik öneme sahip. Çünkü yaklaşık 90 milyon üyeli ÇKP, 2021 yılında 100’üncü yaşına girecek. Nitekim Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, geçen Temmuz ayındaki bir konuşmasında ‘orta halli refah toplumu’nu 2020 yılına kadar kapsamlı bir şekilde inşa ederek, ÇKP’nin Çin halkına ve tarihe verdiği önemli bir taahhüdüne ulaşacaklarını söylemişti.  Şi, böylece bu hedefin ilk 100 yıllık hedeflerine ulaşma anlamına geleceğini bildirmişti. Şi, 2013-2017 arasındaki dönemde ise verdikleri sözlerin çoğunu yerine getirdiklerini kaydetmişti.
ÇKP’nin “orta halli refah toplumu” inşası taahhüdünün ilk ayrıntılarında ise iç pazara yönelik üretimin artırılması ve 2016 yılından bu yana ikinci çocuğa izin verilmesi bulunuyor. Bu listenin nasıl genişletilip geliştirileceğinin ilk ipuçlarını ise belki de 18 Ekim’de alabileceğiz.  Ancak İstanbul’daki bir toplantıya katılan Pekin Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Michael Pettis, Çin’in gerçekleştirdiği büyük yatırımlar sebebiyle üzerinde çok ciddi bir borç yükü olduğunu belirterek “Çin artık yatırımları azaltmalı. Büyüme için tüketimi canlandırılmalı. Yerel idarelerden hane halklarına transferler yapılmalı. Merkezi hükümet ekonomik reformlar gerçekleştirmeli. Bu yapılmazsa, büyüme yüzde 3’e kadar düşebilir” öngörüsünde bulundu.       
Bu değerlendirme çok haklı. Çünkü  Çin’in borcu 29 trilyon dolar düzeyinde ki, bu Türkiye’nin GSYİH’sı kadar yıllık faiz ödediği (870 milyar dolar) anlamına geliyor. Bu borçların ödenememesi sebebiyle bir krize girilmesi durumunda Çin’de büyümenin yüzde 3’e düşebileceği tahmin ediliyor. Böylesi bir durumda tüm dünyanın bu düşüşten olumsuz yönde etkileneceği ise sır değil.  
Peki bütün bu olup bitenler ve açıklanan yeni hedefler, Çin’in sosyalist bir ülke olmaktan vazgeçtiği anlamına mı geliyor? 2018 yılına yaklaşıldığı bugünlerde Çin, hala rejimini “Çin’e özgü sosyalizm” olarak tanımlıyor.  Çin Devlet Başkanı Şi, bu eylül ayı başında Şiamen kentinde düzenlenen 9. BRICS Zirvesi İş Forumunda yüzde 85’ini yabancı misafirlerin oluşturduğu 1.250 işadamı ve uzmana “Çin’e özgü sosyalizm” söylemini tekrarladı. Ancak aynı Şi, düzenlediği basın toplantısında dünya ülkelerine, küresel ekonomik yönetimde reform; açık, kapsayıcı bir ekonomi çağrısında bulundu. Bütün bu açıklamalardan Çin’in söylem düzeyinde de olsa sosyalizmden vazgeçmediğini, ancak pratikte küresel bir kapitalist ve küreselci düzeni savunduğu anlaşılıyor. Yaşanan bu durumun, ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın ekonomik korumacılık politikaları ile iyice açığa çıktığı biliniyor.     
Sonuçta ne olursa olsun Şi’nin söylemediği şey ise Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin oluşturduğu BRICS'in ekonomik büyüklüğünün 2020 yılı itibarıyla dünya toplamının yüzde 25'ine ulaşacağı, 2030 yılına kadar ise G-7 ülkelerinin toplamını geçeceğinin öngörülmesi… Böylece Çin “modern zamanlara ait bir sosyalizm”in 2030 yılında; kapitalist olduğunu söyleyen ülkelerin oluşturduğu ve Zenginler Kulübü olarak da adlandırılan G-7’yi (Almanya, ABD, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada) aşabilmesinde en önemli rolü oynamış olacak. Çin, Şiamen Zirvesinde BRICS’i daha kurumsallaştırarak ve aksiyoner hale getirmeyi hedefleyerek dünya ekonomisi üzerindeki patronluk iddiasını sürdüreceğini de ilan etti.  Bütün bu çizdiğimiz tablodan Türkiye için çıkarılacak sonuç ise şöyle özetlenebilir: Türkiye, Batı kadar Çin’e ve Doğu’ya da yüzünü dönmeli; ekonomik ilişkilerini daha fazla geliştirmenin yollarını bulmalı.

2 Ekim 2017 Pazartesi

TRUMP, EKONOMİK VAATLERİNİ HAYATA GEÇİRMEKTE ZORLANIYOR



Trump, seçim kampanyasında “Amerika’yı Yeniden Güçlü Yap” sloganını başarıyla kullanmış ve geniş kitleleri etkilemişti. Aradan geçen 8 ayda “Trumponomics” olarak adlandırılan ekonomi politikasının ana taşıyıcı kolonlarını kurmakta ciddi bir ilerleme sağlanamadı. 

Cahit UYANIK

ABD’de başkanlar için, görev dönemlerinin son 6-8 aylarında “topal ördek” deyimi kullanılır. Bu, başkanların görev süresi bitimine yaklaştıkça giderek etkinliğinin azalması eğilimi için üretilmiş bir siyasi tanımlamadır.  Başkan, yetkilerini tam olarak kullanamadığı için ‘tek ayağı üzerinde durmaya çalışan bir ördeğe’ benzetilir. Topal ördek tanımı, başkanlık seçimi sonucunun kesin olarak belirlendiği ve devir teslim yapılacağı Kasım-Ocak arasındaki 10 haftada iyice zirveye çıkar. Bu deyimin öznesi olmaktan hiç bir başkanın kaçması mümkün değildir.

Ancak görevi devralan yeni başkanların “topal ördek” dönemini sürdürmesi de (ABD’de son 8 aydır yaşanılan gibi) pek rastlanılan bir durum değildir. Çünkü yeni başkanların en rahat ettiği dönem, seçildiğinin ilk aylarıdır denilebilir. Kamuoyu desteğinin zirvede olduğu bu zaman diliminde, geniş kitlelerin beklediği ekonomik reformlara girişilerek verilen vaatler tutulmaya çalışılır. Aslına bakılırsa tüm demokratik ülkelerde de benzeri bir durum yaşanır.   

26 Eylül 2017 Salı

‘REEL SEKTÖRÜN BOZULMAYAN GÜVENİ’ NE ANLAMA GELİYOR?


Cahit UYANIK

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her ay Ekonomik Güven Endeksi (EGE) açıklıyor. EGE, tüketici ve üreticilerin genel ekonomik duruma ilişkin değerlendirme, beklenti ve eğilimlerini özetleyen bileşik bir endeks. Öyle ki EGE, 5 bileşen ve 20 alt endeksten oluşurken ekonominin üretim ile tüketim cephesindeki “güven” kavramını ölçmeye çalışıyor.

EGE’nin 100’den büyük olması genel ekonomik duruma ilişkin iyimserliği, 100’den küçük olması ise kötümserliği gösteriyor. Bir ekonomide “güven” kavramı çok önemli. Çünkü ekonomideki kararlarımızda bu kavram, neredeyse kilit konumda. Güven, içinde mantığı ve duyguyu barındırıyor.

İşte EGE Temmuz-2017’de 98,9’dan 103,4’e yükseldi. Böylece 2016 yılı başından bu yana en yüksek noktasına ulaştı. EGE, 2016 yılının hiçbir ayında 100’ü geçememişti. Bunun sebepleri arasında Rusya ile ambargo krizi, turizmdeki gerileme, Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonuna girişmesi gösterilebilir. EGE, başkanlık sistemine geçişle ilgili anayasa değişikliği görüşmelerinin başladığı 2017’nin ilk ayında ise 85,9’a inerek adeta “dip” yaptı. Türkiye gibi hızlı siyasi değişimlerin yaşanabildiği bir ülkede bazı dönemlerde EGE’nin hızlı düşüşü normal karşılanmalı.

Ancak şu ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum: EGE’nin alt bileşenlerinden birini oluşturan Reel Kesim Güven Endeksi (RKGE) 2016’nın tamamı  ve 2017’nin ilk 7 ayında hiçbir zaman 100’ün altına düşerek kötümserlik bölgesine girmedi. Ancak aynı şeyi hizmetler, perakende ve inşaat sektörü için söyleyemiyoruz. Bu sektörlerdeki güven havası, çoğunlukla kötümserlik bölgesinde seyretti. 

RKGE, imalat sektörüne ait mevsim etkilerinden arındırılmış verilerle oluşturuluyor. Demek ki 15 Temmuz Darbe Girişimi bile ülkedeki üretici kesimlerin, kötümserlik havasına kapılmasını sağlayamadı. Reel sektörün kolay kolay morali bozulmuyor ama Türkiye’de son yıllarda (imalat sektörü olarak da bildiğimiz) bu alandan bir uzaklaşma yaşanıyor. Artık imalat sektöründe dev yatırımlara pek rastlanmıyor. Mevcut üreticiler, kâr oranındaki düşüş sebebiyle kapasite artışlarıyla yetiniyorlar. Türkiye’deki bir çok üretim tesisi yabancı yatırımcılar tarafından satın alınıyor. Çünkü yabancı yatırımcı sıfırdan yatırıma sıcak bakmıyor ve mevcut üretim tesislerini satın almakla yetiniyor.  


Sözün özü EGE’nin son 1,5 yıllık verilerinden çıkarmamız gereken ders şu: Ekonomide moralimizin kolay bozulmaması ve daha düzelmesi için, acilen ‘imalat aşkı’nı yeniden canlandıracak köklü bir reel sektör reformu yapmalıyız. 
(Ortadoğu Business Dergisinin Eylül-2017 tarihli 44. sayısında yayınlanmıştır.) 

31 Ağustos 2017 Perşembe

TÜRKİYE’DE İSTİHDAM PİYASASININ GELECEĞİ BÜYÜK SORUNLARA GEBE



Cahit UYANIK


Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) geçtiğimiz günlerde ilginç bir istatistik yayınladı. İstatistiğe göre bir işi olmasına rağmen, çeşitli gerekçelerle çalıştığı işyerini değiştirmek isteyenlerin sayısı Türkiye’de adeta “patlama” yapmıştı. Geçen yıl Ocak ayında İŞKUR’a başvuran “memnuniyetsiz” çalışan sayısı 77 bin 907 kişi iken, bu rakam Ocak-2017’de yüzde 68 artarak 130 bin 494’e yükselmişti. İŞKUR “memnuniyetsizlerin” kimler olduğunu ise şöyle tanımladı: 1) Daha iyi şartlarda iş arayanlar, 2) Emekli olup da iş arayanlar, 3) Belirli bir işyeri tarif ederek iş arayanlar.

Bu istatistik;
- son bir yılda çift haneye yükselen enflasyon sebebiyle iyice pahalılaşan mal ve hizmetlerin geçinmeyi zorlaştırması,
- yüzde 4’ün altına düşen büyüme oranı sebebiyle artan işsizlik oranı ile
- iş yerlerinde (maliyetleri azaltmak için) iyi çalışma koşullarına daha az önem verilmesinin
nihai sonuçlarından biri.

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MERKEZ BANKASI: ABD’NİN EKONOMİK VE TİCARİ KORUMACILIĞININ TÜRKİYE’YE ETKİSİ SINIRLI OLUR


Cahit UYANIK

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlığına seçilen Donald Trump’ın ekonomik ve ticari korumacılıkla ilgili söylemleri ve bu konuda attığı adımlar, tüm dünyada yankı uyandırmıştı. ‘Gümrük duvarlarını yükseltmek’ yani gümrük vergilerini artırarak ABD yerli sanayisini korumak ve işsizliği azaltmak isteyen Trump’ın başlatacağı bu akımın, dünyada serbest ticarete sekte vurabileceği kaygısı hayli yüksek. Nitekim Trump’ın söylemlerinden etkilenen bazı büyük firmaların, daha uygun yatırım şartlarına rağmen yabancı ülkelerden vazgeçip ABD’de kaldığı biliniyor.

Türkiye’nin ABD’nin başlatabileceği ekonomik ve ticari korumacılık tedbirlerinden nasıl etkileneceği ise kısa süre öncesine kadar ‘muamma’ idi. Yani ortada koyu bir belirsizlik ve sessizlik mevcuttu.  (Ancak ekonomik korumacılığın dünya geneline yayılarak herkesin kendi kabuğuna çekilmesinin Türkiye’nin aleyhine olacağı herkesin kabulüydü.) İşte bu belirsizlik ve sessizliği Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) bozdu. TCMB, düzenli olarak yayınladığı Finansal İstikrar Raporunun Mayıs-2017 tarihli sayısında ABD’nin ekonomik korumacılık eğiliminin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceğini araştırıp bir sonuca ulaşan ilk kurum oldu. Hemen belirtelim TCMB’ye göre, ABD’nin ekonomik ve ticari korumacılık yönünde atacağı olası adımların Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerinin sınırlı olması bekleniyor.  

TCMB; Finansal İstikrar Raporunun “Uluslararası Ticarette Korumacı Politikalar ve Olası Etkileri” başlıklı bölümünde geniş bir analize imza attı. Rapora göre 1980’li yılların başından bu yana artarak devam eden küreselleşme olgusu, küresel ve bölgesel entegrasyonu destekleyen liberal politika uygulamalarını beraberinde getirdi. Bilgi teknolojileri, ulaşım ve haberleşme alanlarındaki gelişmeler ise küresel sermaye akımları ve ticaret hacminin artmasına katkıda bulundu. Liberal ticaret politikalarının da etkisiyle ülkeler “küresel değer zincirlerinin” birer parçası oldu ve üretim faaliyetlerinde yapısal bir dönüşüm meydana geldi. Bu süreçte, uluslararası ticaret hacmindeki değişimin küresel büyüme ve talep koşullarına duyarlılığı arttı.

Avrupa Birliği (AB) gibi siyasi ve ekonomik oluşumların yanı sıra, NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) benzeri çok taraflı ticaret anlaşmaları ve Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üyeliği gibi gelişmeler de küresel ticaret akımlarının artmasına katkı sağladı.  Bununla birlikte istihdam, gelir dağılımı ve kalkınma üzerindeki etkileri bakımından ele alındığında, küreselleşme yanlısı ticaret politikalarının ülkelere yansımalarında farklılıklar var.

2008’deki küresel finansal kriz sonrasında ise zayıf iktisadi büyüme ve azalan yatırımların etkisiyle küreselleşmenin büyüme ve istihdam üzerindeki etkileri hissedilir hale geldi ve  ticarette korumacı politikalara daha fazla başvurulmaya başlandı. DTÖ’nün raporuna göre
G-20 ülkeleri genelinde uygulamaya konulan ticaret tedbiri sayısı Ekim-2015 ve Mayıs-2016 tarihleri arasında, aylık ortalama 21 adet ile 2009 yılından bu yana en yüksek seviyesine ulaştı. Bu dönemde, uygulanan 145 adet ticaret tedbirinin 89’unu telafi edici önlemler ve anti-damping uygulamaları (ithalatta haksız rekabeti önlemeye yönelik tedbirler) oluşturdu.

TCMB’nin raporuna göre son yıllarda büyüme ve istihdamdaki olumsuz gelişmeler ve artan göç hareketleri nedeniyle gelişmiş ülkelerde korumacı politikalar dile getirilmeye başlandı. Bu dönemde, İngiltere’nin AB’den ayrılmasını ifade eden Brexit sürecinin başlaması siyasi ve ekonomik belirsizliğin artması ile sonuçlandı ve ekonomik entegrasyon karşıtı politikaların yaygınlaşmasına katkı sağladı. Ayrıca, ABD başkanlık seçimi sonrası dönemde yeni yönetimin seçim vaatleri arasında yer alan korumacı ticaret politikalarının uygulanmasına yönelik belirsizlik de hâlihazırda küresel finansal kriz sonrasında yavaşlayan küresel ticaret akımları ve ekonomik büyüme üzerinde aşağı yönlü risk unsuru olarak değerlendirilmeye başlandı.

Bu nedenle, Trump yönetimi tarafından uygulamaya konulması öngörülen korumacı ticaret politikalarının olası etkileri küresel iktisadi görünüm açısından önem taşıyor. TCMB’nin analizine göre ABD’nin dış ticaret açığı kompozisyonu; korumacı ticaret politikalarının gündeme gelmesinde belirleyici oldu. 2016 yılı itibarıyla ABD’nin dış ticaret açığında ilk sırayı Çin alırken; bu ülkeyi Japonya, Almanya ve Meksika takip ediyor. Bölgesel olarak ABD’nin dış ticaret açığının yoğunlaştığı Asya ekonomilerinin, olası korumacı politikalardan en çok etkilenecek ülkeler arasında olması muhtemel. Serbest ticaret anlaşmalarının gözden geçirilmesi, NAFTA’nın tekrar müzakere edilmesi, Meksika ve Çin’den yapılacak ithalat için sırasıyla yüzde 35 ve yüzde 45 oranında gümrük vergisi getirilmesi ise ABD tarafından uygulamaya konulabilecek olası korumacı ticaret politikaları arasında dile getiriliyor.

Trump’ın  seçim sonrası dönemde ilk olarak Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşmasının
uygulamaya konulmaması yönünde karar verdiği anımsatılan TCMB Finansal İstikrar Raporuna göre bunun nedeni, TPP’nin yüksek nitelikli işgücüne daha fazla katkı sağlaması ancak gelir dağılımındaki eşitsizliği artırması olasılığı… İlave olarak, 2017 yılı Mart ayında Almanya’da düzenlenen G-20 Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları Toplantısında korumacı politikaların engellenmesine dair maddenin ABD’nin önerisiyle sonuç bildirgesinden çıkarılması da, uluslararası piyasalarda yankı bulan bir gelişme oldu. Ancak ABD yönetiminin öne sürdüğü korumacı ticaret politikalarının hayata geçirilmesi yönünde bazı yasal ve siyasi engeller bulunduğu da görülüyor. Sağlık reformunda değişiklik öngören yasa tasarısının ertelenmesi siyasi engellere bir örnek olarak değerlendiriliyor. Başta IMF olmak üzere uluslararası kuruluşlar tarafından yayımlanan raporlarda korumacı ticaret politikaları, küresel iktisadi faaliyet üzerinde aşağı yönlü risk faktörü olarak görülmeye devam ediyor.

Gelelim Türkiye’ye… Rapora göre bahsedilen önlemlerin uygulamaya konulması durumunda ABD ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde birtakım olumsuz yansımaları olacağı tahmin edilmekle birlikte, söz konusu politikaların Türkiye ekonomisi üzerine doğrudan etkilerinin sınırlı olacağı değerlendiriliyor. Çünkü Türkiye’nin ABD’ye ihracatı artış eğiliminde ve 2016 yılı itibarıyla Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 4,6’sını oluşturuyor. ABD’ye yapılan ihracatın yıllık büyüme hızı 2010 ve 2016 yılları arasında dalgalı bir seyir izlemesine karşın, dış ticaret açığında azalma kaydedildi. Ayrıca, ABD’nin Türkiye’den gerçekleştirdiği ithalatta uyguladığı ortalama tarife oranları, gıda ve tarımsal hammadde sektörlerinde hâlihazırda dünya ortalamasının üzerinde bulunuyor. Bu bakımdan ABD’nin bazı sektörlerde Çin’e tek taraflı tarife artışı uygulaması durumunda, Türkiye’nin ABD pazarındaki rekabet gücünün Çin’e kıyasla nispi olarak artabileceği düşünülüyor.

Bununla beraber Türkiye’nin gelişmiş ülkelere yaptığı ihracatta gelir esnekliğinin (Bu ülkelerdeki genel gelir düzeyinin artışıyla aynı oranda, Türk mallarına talebin de artması) yüksek olması da, ABD’nin olası korumacı politikalarının etkilerinin sınırlı olması beklentisini destekliyor. Ancak TCMB’ye göre söz konusu politikaların küresel iktisadi görünüm üzerindeki etkileri çok yönlü olarak yakından takip edilmeye de devam edilmeli.

Parasal bir otorite olmasına rağmen (tüm dünyadaki benzerleri gibi) reel sektörü de çok iyi izleyen TCMB’nin, önümüzdeki aylarda gündemi hayli meşgul edecek ekonomik ve ticari korumacılığa yaklaşımı ve bu durumun Türkiye’yi nasıl etkileyebileceğine yönelik analizi böyle... 

Şimdi gözler, 7-8 Temmuz 2017 tarihlerinde Almanya’nın Hamburg kentinde düzenlenecek G-20 Liderler Zirvesinde… Bu zirvede küreselleşmeyi tehdit eden ekonomik ve ticari korumacılık konularının da ele alınması bekleniyor. Zirve bildirisinde bu meseleye yer verilip verilmeyeceği de dikkatle izlenecek ayrıntılardan biri olacak. Nitekim Almanya Başbakanı Angela Merkel, G-20 Liderler Zirvesi ile ilgili kaleme aldığı bir yazıda; üye ülkelerin 10 yıl önce başlayan küresel ekonomik krizde korumacılığa başvurmadan birbirleriyle yakınlaşarak sorunlara çözüm aradığını vurguladı ve “Halen yaşadığımız bazı zorluklar, tecrit ve korumacılıkla aşılamaz. Bunu yaparsak küreselleşme öncesi döneme geri dönüş yapmış oluruz” ifadesini kullandı.
(Bu yazı Diplomatik Gözlem Dergisinin  Temmuz-2017 sayısında yayınlanmıştır.)