Cahit UYANIK
Biz ekonomi gazetecileri de iş adamları gibi rakamları yorumlamayı severiz. Çünkü sosyal olaylar ile rakamlar arasında ciddi bir ilişki vardır. Ancak sosyal olayların yorumunda bir zorluk her zaman bizi bekler: İnsanları birey olarak bağlayan 'zaman' ile toplumların gidişatını ilgilendiren 'sosyal zaman' arasındaki büyük farklılık... Bu durum, gündelik akış esnasında olup bitenleri yorumlarken bazen basiretimizin bağlanmasına bile yol açabilir.
'Saatli Maarif Takvimi'nin ölçtüğü zaman ile sosyal zaman arasındaki bu zorlu ilişkiyi anlayıp bize anlatabilenlere Türkiye gibi ülkelerde pek rastlanmaz. Çünkü geçmiş ve mevcut verilere bakarak geleceği tahmin etmek çok zordur. Oysa Batı'da sosyal zaman boyutu içinde toplumsal davranış kalıpları ve bunların değişim ve dönüşümünü görüp, geleceğe ilişkin tahminlerde bulunan kişilere 'gelecek bilimcisi' denilir.
Bunları niye yazdım? Türkiye'de 3 Kasım tarihinde yapılan erken genel seçimin sonuçları; 1946-2002 arasındaki -sosyal zaman olarak kullanabileceğimiz- 56 yıllık süreçte seçmen davranışlarının belli bir çizgiyi takip ettiğini bize iyice gösterdi. Şöyle ki; Türkiye'de çok partili rejime 1946'da geçildi ama o ilk seçim hileliydi. Siyaset tarihçileri, dürüst bir seçim yapılsa Demokrat Partinin (DP) o yıl tek başına iktidar olacağını söyler. Lafı fazla uzatmayalım; bu seçimden 19 yıl sonra 1965'te Adalet Partisi (AP) de büyük farkla, tek başına iktidar olmuştu. Üçüncü dalga ise aradan 18 yıl geçtikten sonra, yani 1983'te Anavatan Partisi (ANAP) ile gelmişti. Son ve dördüncü dalga ise yine 19 yıl geçtikten sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile gerçekleşiyor.
Demek ki 56 yıllık demokrasi tecrübemiz, seçmenin her 18-19 yılda bir 'tek parti iktidarı' çıkarabildiğini bize gösterdi. Bu dört dalganın ortak özelliklerinden biri de, tek başına iktidara gelen partilerin en az iki dönem üst üste Meclis'te salt çoğunluğu koruyor olmaları... DP üç, AP ve ANAP iki dönem bunu başardı. Yani Türk seçmeni, tek parti iktidarı tercihini öyle kolay kolay değiştirmiyor. Yazının başına dönersek... Bir gelecek bilimcisi bundan birkaç ay önce bu analizi ortaya koyup, erken seçimden bir koalisyon çıkmayacağını, aksine AKP'nin tek başına iktidara geleceğini söylese, şu günlerde Türkiye'de büyük sükse yapardı.
Peki AKP'nin kazandığı anayasayı değiştirebilme sınırındaki Meclis çoğunluğunun sırrı ne? AKP ne yaptı da bu kritik rakama ulaştı? Bence bunun sırrı ekonomide yatıyor. AKP'yi kuran siyasetçiler Milli Nizam Partisi (MNP), Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) ve Fazilet Partisi (FP) çizgisinden geliyor. Ancak AKP olarak seleflerinden en büyük farkı; o eski partilerin savunduğu 'Adil Düzen Ekonomisi'nin bir masalı andırdığını ve bunun seçmeni pek cezbetmediğini dürüstçe kabullenmesi... Necmettin Erbakan'ın mucidi olduğunu öne sürdüğü bu modelin ekonomi literatüründe uygulamaya geçirilmiş bir benzeri yok. Model, uygulamaya geçirilirse işlemeyeceği konusunda zaten yaygın bir kanaat de mevcut. AKP'nin kurucuları, aynı hataya düşüp -otobüs firmalarının rekabeti gibi- 'Öz Adil Ekonomik Düzen' modeline kafa yormadı. Bunun yerine seçmenin 1983'te büyük bir çoğunlukla iktidara getirdiği 'Serbest Piyasa Düzeni' ile uzlaştılar. Elbette serbest piyasacılığin dünya çapındaki iki jandarması Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası ile de...
Ama hemen hemen tüm partiler seçim kampanyasının odağına ekonomiyi koymuştu. Niye onlar bu kadar oy alamadı? Aslında serbest piyasacılıkla ilgili bu değişim ve dönüşümü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de yaptı. Ancak CHP bunu, son ekonomik krizden etkilenmiş kesimlere inandırıcı şekilde aktaramadı. CHP bir söylem ortaya koydu ancak işsiz güçsüz kitleler bunu 'umut' değil, iç ve dış finans çevrelerine teminat verilmesi, bir tür 'kraldan çok kralcılık' olarak algıladı. Sonuçta CHP yüzde 19'a çakıldı kaldı. Diğer partilerin ise (DSP, MHP, ANAP, DYP) yakın geçmişte koalisyonlarla iktidarda kalarak yıprandıklarını, seçmenin değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilecek yeni bir oluşuma şans verdiğini; CHP'nin ise baraj altı kaldığı süreçte ancak ana muhalefet olabilecek kadar toparlandığını söyleyebiliriz.
Peki bundan sonra Türkiye ekonomisinde neler yaşanabilir? Eğer yazının başındaki analizimizi anımsarsak; AKP'nin iki dönem yani en az 2009-2010 yılına kadar iktidarda kalacağını öngörebiliriz. Ancak AKP'nin hangi ekonomik politikaları izleyeceğini anlayabilmek konusunda önümüzde kritik bir 6 ay var. Şu anki söylemleri AKP'nin temel ekonomik gerçeklerden ve kurallardan sapmayacağı, dünyadaki iyi ekonomik yönetim modellerinden esinleneceğine işaret ediyor.
Bu model; globalleşmeden daha fazla yararlanmaya çalışan, dış finans piyasaları ile uyumlu, komşularla daha fazla ticaret yapmaya istekli, inanç meseleleri sebebiyle bankacılıktan uzak duran tasarruf sahiplerine çözüm sunan, yurt dışındaki Türk işçilerinin tasarruflarını ülkeye çekmeye çabalayan, bir zorunluluk haline gelen sosyal ihtiyaçları gideren, reel yani üretim ekonomisini gözeten bir sistem olarak tanımlanabilir. Eee AKP bunu yaparsa modelinin adı ne olur? Belki isim mucidi ben olurum: 'Adil Serbest Piyasa Ekonomisi Düzeni'...
(Bu yazı, Ankara Ticaret Odası-ATO'nun aylık gazetesi 'Atohaber'in Kasım-2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder