30 Ekim 2024 Çarşamba

SEÇİM, KRİZDEKİ EKONOMİYİ CANLANDIRACAK (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye, bir seçim ortamına girdi. Seçim kampanyaları sırasında gözlerimiz çok şey görecek, kulaklarımız çok şey duyacak. Ancak görünen o ki Türkiye'de bol keseden vaat dönemi kapandı. 'Dağıtacağım' diyenler değil, 'Derleyip toparlayacağım' sözunü verenler oylarını artıracak sanki... Gerçekten de Türkiye şu anda dağınık bir evi andırıyor. Derlenip toparlanmak için bir erken seçim elzem gibiydi ve öyle de oluyor. 

Bu seçimin ülke ekonomisi üzerinde 'pozitif' bir katkı sağlayacağı genel bir kabul görüyor. Çünkü seçim harcamaları, kriz içerisindeki  ekonomide canlandırıcı bir etkide bulunacak. Eskiden çoğu zaman canlı bir ekonomik ortamda sandığa gidildiği için, seçim harcamaları 'enflasyonist bir etki'ye sebep olurdu. Ama bu seneki seçimde devlet, siyasi partiler ve adayların yapacağı harcamalar; herkesin dört gözle beklediği o 'ekonomik canlanma' ve 'yeni istihdam yaratma' beklentisine bir nebze olsun katkıda bulunabilir. 

Şimdi biraz rakamları analiz ederek seçimin ekonomik boyutlarını ortaya koymaya çalışalım. İlk bilgilere göre seçime 20 siyasi parti katılabilecek. Bu partilerin hepsinin tüm seçim bölgelerinde eksiksiz şekilde milletvekili adayı gösterdiğini varsayarsak, 11 bin kişi seçim heyecanını bizzat yaşayacak. Resmi listelerde bu kadar aday olabilir ama 'aday adayı' olmak isteyenlerin sayısının 40 bini geçmesi bekleniyor. Bu rakamlar, aday adayı başvuruları sırasında büyük bağışlar talep eden siyasi partilerin önemli bir maddi güce kavuşacağını gösteriyor. Bu bağışlar yastık altında, banka hesaplarında tutulan tasarrufların adaylarca ortaya çıkarılarak bilfiil ekonomideki hareketlilik beklentisine katkıda bulunabilir.

Öte yandan devlet bütçeden yapılacak seçim harcamalarını 120-150 trilyon lira olarak hesaplıyor. Bu kapsamdaki en büyük harcama kalemini Hazine'nin siyasi partilere vereceği seçim yardımı oluşturacak. Geriye kalan kısım baskı, sandık, sabit mürekkep, sandıklardaki seçim görevlilerinin ücretleri gibi kalemlere harcanacak. Aslında bu harcamalar, Türkiye ekonomisinin çapı  dikkate alındığında çok büyük değil. Seçime daha 4 ay olduğu düşünülürse aylık ortalama harcama 30-40 trilyon lira olacaktır. 

29 Ekim 2024 Salı

ERMENİ MESELESİNİ AKILCILIK ÇÖZER

Cahit UYANIK 

1970'li yıllardan bu yana peşimizi bırakmayan Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları, önemli bir müttefikimiz olan Fransa ile aramızı açtı. Oysa Fransa'nın Türk insanının gönlünde ayrı bir yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğunda ilk Batılılaşma çabaları Fransa'dan esinlenilerek başlatılmıştı. Batılılaşmanın aynı zamanda 'demokrasi' demek olduğu anlaşıldığında, Türkiye'de serbestçe konuşup yazma imkanı bulamayan birçok aydın Paris'e kaçmıştı. Fransa'da hala 'Jöntürkler' bir efsane gibidir. 

Tarih boyunca Fransa ile bazen dost olduk bazen düşman... Ama Fransa ile son 20 yıldır tam bir bahar havası yaşıyorduk. Türkiye'deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında bu ülke ilk sıralara oturmuştu. Fransa, Avrupa Birliği (AB) içindeki 'Akdeniz Dayanışması' çerçevesinde Türkiye'nin tam üyeliği konusunda lehimize lobi yapıyordu. AB'de 1998'e kadar Türkiye'nin aleyhine çalışan Almanya'yı dengeleyen en önemli güç şüphesiz Fransa'ydı. 

Peki ne oldu da Fransa bize böyle ters davranmaya başladı? Bunun elbette nedenleri var. Fransa AB içinde Türkiye'yi desteklediği için bunun semeresini görmek istiyor. Ama Türkiye 145 adet helikopter alımı için açtığı ihalede Fransız firmasını eledi. Ardından askeri istihbarat uydusu projesi konusunda anlaşmaya doğru gidilirken, Türkiye fikir değiştirdi. Bazı Amerikan uydu yapımcısı firmaların yürüttüğü lobilerin Türkiye'nin tercihini değiştirdiği konuşuluyor. Yani Türkiye, Ermeni Tasarısının Fransız Parlamentosunda kabulünden önce Fransız-Alcatel firması ile arasını soğutmaya başlamıştı. İşin içinde olanlar ihalenin iptale doğru gittiğini zaten söylüyordu.

Hükümetlerle sıkı ilişkiler içinde olduğu artık herkesin malumu olan silah ve savunma firmalarının Fransa'da da farklı bir tutum takınması beklenemez. Fransız hükümeti askeri istihbarat uydu ihalesinin iptal edileceği anlaşıldığı için, helikopter ihalesinden elenmesinden sonraki ikinci hayal kırıklığını dikkate alarak Ermeni Tasarısını parlamentodan geçirmiş olabilir. Türkiye ise karşı tepki olarak Ermeni Yasasını gerekçe yaparak uydu ihalesini iptal etti. 

28 Ekim 2024 Pazartesi

MEMLEKETİMDEN 'YOKSULLUK' MANZARALARI

Cahit UYANIK 

Bu yaz yıllık izin yapan ancak tatil yapamayan mutsuz çoğunluktan biriyim. Sebebi ise malum: Ülkeyi hala kasıp kavuran iki büyük ekonomik kriz... Atasözüne göre, her işte bir hayır vardır. Tatil yapamayınca öze dönüş politikası uyguladım ve memleketim Gaziantep'e gittim. 

Okuyucum işadamlarına Gaziantep'i tanıtmaya gerek yok pek... Ancak 'Güneydoğunun Parisi' Gaziantep'in ekonomisinin ağırlıklı olarak küçük ve orta boy işletmelere dayandığını söylemek mümkün. Devletten tayınlanmayan, çoğunlukla kendi yarattığı sinerji ile yaşamını sürdüren insanların kenti Gaziantep, ekonomik krizin pençesinde kıvranmıyor, daha kötüsünü yaşıyor. Kent, krizin etkilerini o kadar ağır ve sert yaşıyor ki adeta baygınlık geçiriyor. Bu kenti yeniden ayağa kaldırmak için ne yapılmalı, kimse de pek bilmiyor. 

Herkesin gözü kulağı dolarda ve mark'ta... Eline üç kuruş para geçiren yemiyor, içmiyor, harcamıyor; döviz büfesine koşturuyor. Daha bundan 5-6 yıl önce kentteki döviz büfesi sayısı 7-8'i geçmezken, şimdi neredeyse her köşe başında bir ďövizci açılmış. Yine de yetmiyor ve döviz büfelerinin ateşi hiç düşmüyor. Kurlar İstanbul-Kapalıçarşı ile neredeyse aynı anda değişiyor. Kapalıçarşı'daki döviz spekülatörlerinin çoğunun Gaziantepli ve Kilisli olması nedeni ile döviz büfelerinin İstanbul'la çok yoğun bağlantıları mevcut. Kısacası Gaziantep tam bir 'döviz sersemliği' içerisinde... Ayağa kalkarsa başını duvara vurup beyninin büyük hasar görmemesi için devletin acilen birşeyler yapması gerekiyor. 

Kent ekonomisi baygınlık haline girince, sokaklarda büyük işsiz kitleler dolaşmaya başlamış. Günlük gıdasını sağlamak isteyen özellikle vasıfsız veya az vasıflı genç kitle, kenti tam bir 'isportacı cenneti'ne çevirmiş. Her köşe başında yere açılmış bezler üzerinde çakmak, kalem pil, jilet, anahtarlık, taneyle sigara satmaya çalışanların haddi var hesabı yok. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, belki 'Buradan üç beş kuruş kazanç sağlasınlar, yoksa suça bulaşabilirler' mantığı ile işportacılara müdahale etmiyor. 

27 Ekim 2024 Pazar

ELMA SANDIĞI VE EKONOMİ

Cahit UYANIK 

ABD'de 1929'da başlayan 'Büyük Ekonomik Bunalım'dan kurtulmak çok zor olmuştu. ABD ekonomisi bunalıma birkaç günde girmemişti kuşkusuz... Krizden çıkmak için de uzun yıllar çaba sarf edilmesi gerekiyordu. New York'taki gökdelenlerden atlayarak intihar eden iş adamları ve borsa simsarları, bu krizin başladığının en belirgin simgeleri arasında yer alır.

Çok fazla bilinmese de 'elma sandığı' ise bu bunalımdan çıkışın görsel simgesidir. ABD krizi atlatmak için, insanların gelir düzeylerindeki müthiş gerileme nedeniyle 'talepsiz', bunun ardından 'üretimsiz' kalan ekonomiyi yeniden canlandırmaya çok uğraştı ve büyük kaynakları doğrudan topluma enjekte etti. İşte 'elma sandığı' bu uğraşta küçük gibi görünse de önemli bir rol oynadı. Nasıl mı? 

ABD Hükümeti, fakir güney ve orta bölge eyaletlerinden trenlere doldurup getirdiği elmaları, kuzeydeki büyük kentlere çalışmaya gelen işçilere neredeyse yok fiyatından sandık sandık dağıttı. Büyük kentlerin caddeleri, gündüz inşaatlarda çalışıp akşam saatlerinde sandıklarda sergilediği elmaları çok ucuz fiyattan satmaya çalışan işçilerle doldu. Hükümet böylece tarım sektörüne, dalında çürüyen ürünlerini doğrudan kendisi satın alarak destek verirken, bunları ek iş olarak sandıklarda satan işçilere de ilave gelir kaynaği ve satın alma gücü yaratıyordu. Soğuk iklimlerde yaşayan kent sakinleri de bu hoş kokulu ve besleyici meyveye ucuz fiyattan ulaşabiliyordu. 

Sonunda ABD kendisini büyük şoka uğratan bu bunalımdan,  devletin ekonomiyi canlandıran harcamaları sayesinde sıyrıldı. Hemen ardından 1941'de İkinci Dünya Savaşına girdi ve kazandı. Bugün ABD'nin dünyaya hükmeden ekonomik gücünün geri planında, o pas tutmuş çivileriyle çarpık çurpuk elma sandıklarının da payı vardır.

Türkiye ise halen İkinci Dünya Savaşı yıllarından bu yana gördüğü en ağır ekonomik bunalımlardan birini yaşıyor. Ancak ne yapılması gerektiği konusunda ortaya konulan çözüm önerilerinin hemen hepsi dış kaynaklı. Yabancı misyon şeflerinin sözleri, Türkiye'deki basiret sahibi insanlardan daha fazla dikkate alınıyor. Bir ata sözü tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söylüyor ama önümüze konulan çözümlerin tarihsel derinliği yok. İnsanlığın ekonomik krizlerden çıkışıyla ilgili ortak deneyimleri pek yansıtmıyor.

BANKALAR KURTARILMAYI HAK EDİYOR MU?

Cahit UYANIK 

Türkiye ekonomisi 2002 yılına çok ciddi bir  'kurtarma' tartışması ile girdi. Böylece hükümetin halka yeni yıl için yayımladığı 'mutluluk mesajları'nın sebebi ve faturası da belli oldu. Bankalara yaklaşık 10 aydır harcanan onlarca milyar dolardan sonra, şimdi yeni bir 4-5 milyar dolarlık paket gündemde...

Bu kurtarma operasyonunun da faili meçhul. Kim gündeme getirdi, IMF ve Dünya Bankası bu operasyonun ne kadar arkasında; belli değil. Herşey yine bir sis perdesinin gerisinde olup bitiyor. Son iki ekonomik krizle Türkiye'de yaklaşık 1,5 milyon kişi işini kaybetti, onbinlerce işletme kepenk indirdi. Bu gelişmelerin yaşanmasında en önemli sebeplerden birisi de yıllardır başına buyruk davranan bankacılık sektörüydü.

Şimdi nedense problemlerde baş rolü oynayan sektör için ortaya içi yeşil dolarla dolu yeni bir can simidi atılıyor. Üreten, satan ve tüketen kesimler için ise hükümetten tek bir hareket yok. Hiç bir derde deva olamayacağı söylense de ufak umut kırıntıları beslenen Varlık Yönetim Şirketi ve İstanbul Yaklaşımının esamesi bile okunmuyor.

Bundan bir süre önce reel sektörce 500 milyon dolarlık kaynak talep edildiğinde IMF, Dünya Bankası,  bankacılık kuralları, faiz dışı fazla hedefi, mali disiplin, iç borç stokunun şişmesi, dış borç stokunun tavana vurma tehlikesi gibi binbir türlü ret gerekçesini ileri süren hükümet, şimdi nereden ve nasıl sağlanacağını sır gibi sakladığı 5 milyar dolarlık kurtarma paketini ortaya atıyor. Gerekçe ise bankacılık sektörünün adam edilmesi ve bunun ardından reel sektöre kredi açabilir hale getirilmesi... Ama burada göz ardı edilen nokta şu: Bankacılık sektörü şimdiye kadar reel sektöre elinde kaynak olduğu halde bile kredi vermiyordu. Ne yapıyordu peki? Hazine ihalelerine girip sıfır risk ile yüksek karlar elde ediyordu. 

26 Ekim 2024 Cumartesi

MAZERET DEĞİL İŞ ZAMANI

Cahit UYANIK 

Belki dikkatlerden kaçmıştır, Devlet Bakanı Ali Babacan geçen haftalarda yaptığı bir açıklamayla Türkiye'nin bu yıl ödemesi gereken borç miktarını 93,4 milyar dolar olarak açıkladı. Bir an için durup düşünelim; bu para neredeyse 100 milyar dolara ulaşmış ve ödeyeceğimiz borcu TL'ye çevirirsek ortaya çıkan rakam korkunç: TL bazında 200 katrilyon lira. Elbette bu borç ödenip bitmiyor, tekrarlanıyor. Borcu borçla ödediğimiz için azalmıyor, azalsa da hissetmiyoruz.

Peki Türkiye bu hale nasıl geldi? Elbette tek sebebi yok ama en önemlilerinden birisi Türkiye'deki siyasi dağınıklık tablosu ile sıcak para akımlarının aynı döneme rast gelmesi... Sıcak para 1989 yılından itibaren belirtileri görülmeye başlanan siyasi bölünmelerde ve koalisyon hükümetleri döneminde işleri rahatlattı. Her abuk subuk harcama ve ekonomik karar, sayıları 1.000'i geçen kamu borçlanma ihalelerinin içine gömüldü. 

Yine aynı dönemde Körfez Savaşı sonrasında zararların tazmin edilmemesi, bölücü terörle mücadelede büyük harcamalar yapılması, ülkede tecrübesiz politikacıların doğrudan Başbakanlık yapmaya başlaması, seçim kararlarının iyice tartışılmadan verilmesi, yolsuzlukların alıp başını gitmesi borç yükünü iyice ağırlaştırdı. 

25 Ekim 2024 Cuma

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / KAMU BANKALARI NİYE KOBİ'Cİ KESİLDİ?

Cahit UYANIK 

Doğru Yol Partisi (DYP) belli ki kesin kararını verdi; 'KOBİ Partisi' olacak. 1946'dan beri geleneksel oy tabanı köylülere ve kırsal kesime dayanan DYP'deki bu yapısal dönüşümün ne kadar isabetli olduğunu zaman gösterecek. Yükselen değer KOBİ'ler olunca siyasi rüzgara göre sağa veya sola yatmakta mahir kamu bankaları da fırsatı değerlendirdi. Bu rüzgara önce Vakıfbank karşılık verdi. Oysa KOBİ'leri destekleme görevi öncelikli olarak Halk Bankasına aitti. Şimdi ise Emlakbank benzeri bir yolda ilerliyor. 

Dikkat edilirse Vakıfbank da Emlakbank da özelleştirme kapsamında veya yolundaki bankalar. Başkent kulislerinde ileri sürülen bazı değerlendirmelere göre aslında bu bankaların özelleştirilmesini ne bürokratlar ne de siyasiler istiyor. Aksine bu bankalar devlet sistemine daha sıkı sıkıya yapışmak için KOBİ'leri desteklemek yoluna gidiyorlar. Yani özelleştirilmeleri bir illüzyon!

Bu aslında akıllıca seçilmiş bir strateji. Çünkü günümüzde kimse Halk Bankasının doğrudan doğruya özelleştirilmesini savunmuyor. Bunun yerine mevcut görev tanımının korunarak 'yönetim özelleştirmesi'ne geçiş modeli öneriliyor. Bu yolda son adım, TESK temsilcisinin yanı sıra  TOBB temsilcisi de yönetim kuruluna alınarak atıldı. Hesap basit; kim, hangi siyasi, hızlı bir KOBİ'ci bankayı satmayı göze alabilir ki? Böyle bir işe kalkışırsa milyonlarca kişi karşısına dikilebilir. 

Emlakbank'ın da konut finansmanı işinden tamamen çıkıp KOBİ'ciliğe soyunmasının geri planındaki gerçeğe eminim hiç bu gözle bakmamıştınız. Üstelik ülkemizde 'Başımı sokabileceğim bir evim olsun' diye inim inim inleyen milyonların bu sorunu çözülememişken...

MUHARREM KARSLI ERBAKAN'A DANIŞMAN OLDU

İMKB'nin ilk başkanı Muharrem Karslı bugünlerde bir süredir ara verdiği kamuda görev yapma heyecanını yeniden yaşamaya başladı. Aynı zamanda Altın Menkul Kıymetler adlı aracı kurumun çoğunluk hissesini de elinde tutan Karslı, zaman zaman Ankara'daki Eski Başbakanlık binasında görülebiliyor. Merak edip araştırdığımızda öğrendik ki Karslı, Başbakan Erbakan'a bir nevi 'fahri danışmanlık' yapıyormuş. 

24 Ekim 2024 Perşembe

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / TÜRK TELEKOM'DA KISASA KISAS...

Cahit UYANIK

Geçen hafta Türk Telekom özelleştirmesinde danışmanlık hizmeti verecek kuruluş olarak Goldman Sachs belirlendi. Deutsche Telecom'u başarılı bir şekilde özelleştirerek haklı bir ün kazanan Goldman Sachs, beraberinde 10'u aşkın küçük firmanın bulunduğu konsorsiyumla hizmet verecek. Sachs'ın önerdiği danışmanlık hizmetinin niteliği ve fiyatı konusunda net bir açıklama yapılmadı. Ama gelin görün ki ihale komisyonunun planlanandan yaklaşık 10 gün önce 'siyasi iradenin isteği ile' toplanarak teklif zarflarını açtığı kulislerde konuşuldu. Oysa hedeflenen tarih Ocak'ın ilk haftasıydı. Zaten açıklamalarda Goldman Sachs'ın Dünya Bankasının onayından sonra 'resmi danışman' statüsüne hak kazanacağı özellikle vurgulandı.

Bu acelenin nedenini araştırdığımda altından o ünlü 'Anayasa Mahkemesi korkusu' çıktı. Çünkü Telekom özelleştirmesiyle uğraşan bürokratların hemen hepsi kapalı toplantılarda fikirleri sorulduğunda "Bu özelleştirmeye yüzde 99 iptal gelir" değerlendirmesini yapmışlardı. Ardından mahkeme raportörünün de olumsuz görüş sunduğu yolunda duyumlar gelince, danışmanlık ihalesi sonucu hiç beklenmeden ilan edildi. 

Aslında bu kararın geri planında kısasa kısas anlamında tam bir 'psikolojik savaş' yaşanıyor. Hükümet danışman firmayı ilan etmekle özelleştirmede bir adım öne geçtiğine inanıyor. Anayasa Mahkemesinden iptal kararı çıkarsa "Biz özelleştirmede kararlı adımlar atıyoruz. Ama önümüze engeller çıkarıyorlar" denilecek. Şimdi herkes yılbaşından sonra açıklanacak Telekom kararını bekliyor. O zaman takke düşecek, kel görünecek.

KARADAŞ'IN İLK İCRAATI NE OLACAK?

Toplu Konut İdaresi (TOKİ) başkanlığına nihayet Hamdi Karadaş atandı. Karadaş, Devlet Bakanı Mehmet Altınsoy'un Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı 1984-1989 döneminde yakın çalışma arkadaşıydı. Karadaş, söylenenlere bakılırsa Ankara'nın yıldızı parlayan semtlerinden Çayyolu'nun planlayıcıları arasında bulunuyordu.

23 Ekim 2024 Çarşamba

'ZİHNİ SİNİR' VERGİCİLİĞİ

Cahit UYANIK 

Türkiye'de bazı kurumlar vardır ki ulvi amaçlar için kurulur. Ama gelin görün ki ortaya koydukları işler, hiç de beklendiği gibi çıkmaz. Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan Vergi Konseyi de bunlardan birisi olmalı. Özel sektör, bürokrasi ve akademisyen kökenli üyelerden oluşan bu Konsey, danışma amaçlı çalışıyor. Siyasi otorite üzerinde bir yaptırım gücü yok. Ama bu Konsey'in geçtiğimiz günlerde ortaya koyduğu öneriler uzun uzun tartışıldı. 

Vergi Konseyi öz itibarıyla, büyük şehirlerde yaşayanlardan daha fazla vergi alınması ve yol gibi kamu hizmetlerinden yararlananlardan özel vergiler toplanmasını içeren bir teklif paketi açtı. İlk bakışta insanın gözüne hoş görünen bu öneriler aklın, maliye bilgisinin ve Türkiye'deki vergi gerçeklerinin süzgecinden geçirildiğinde aynı neticeyi vermiyor. Neden mi?

Konsey'in önerileri herşeyden önce Türkiye'de 1990'dan sonra gelişen çok tehlikeli bir vergicilik eğilimine prim sağlamaya devam ediyor. Türkiye'de son 15 yıldır vergilerin büyük çoğunluğu beyana dayanmıyor. Teknik deyimle 'vasıtasız vergiler'in toplam gelirler içindeki payı giderek azalıyor. Öte yandan 'vasıtalı vergi' dediğimiz vergilerin payı ise giderek artıyor. Vasıtalı vergilerin oranının bu yıl sonunda dünya rekoru kırarak yüzde 70'i geçmesi bekleniyor. 

Yani Türkiye'de giderek, sokakta adım atmak bile vergi içermeye başlıyor. Zeytine çatal batırırken, sigara yakarken, sigara içerken, buzdolabının kapısını açarken, dolmuşa otobüse binerken, işyerine girerken, çalışırken hep vergi ödüyoruz. Ayrıca vergi dolu hayatımız, içinde oturduğumuz eve Çevre, Emlak, Ek Emlak, tapu harcı, evi krediyle aldıysak Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi de ödenerek iyice şenleniyor. 

İşte bu noktada Vergi Konseyi'nin doğru vergi beyanını, etkili vergi denetimini ve rahatlatıcı yeni mükellef hizmetlerini içeren öneriler yapması gerekmez miydi? Hayır öyle olmadı; aksine Konsey yeni vasıtalı vergi önerileri konusundaki becerisini ortaya koydu. 'Zihni Sinir Proceleri'ni andıran türden tekliflerle Türkiye'de zaten hiç bir zaman etkin biçimde uygulanamayan beyan sisteminden uzaklaşılmasına yardımcı oldu. Oysa Türkiye'de vergicilik konusunda yeni cin fikirlere değil, mevcut köhnemiş sistemin nasıl reforme edileceğine ilişkin önerilere ihtiyaç var.

22 Ekim 2024 Salı

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / BİR EVLİLİĞİN GELECEĞİ...

Cahit UYANIK 

İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi'nin Türkiye ziyaretinin en önemli sonucu, iki GSM operatörü Aycell ve Aria'nın 'evlilik kararı' idi. Alınan bu karar, ilk bakışta çok iyiydi. Çünkü son yıllarda Türkiye'ye gelen en büyük yabancı sermaye yatırımının korunup kollanması gerekiyordu. Adı üstünde, bir iletişim kuruluşu olan Telecom Italia, zaten berbat olan yabancı yatırımcı sicilimizi bilmeyenlere de anlatıp Türkiye'yi tüm dünyada çok zor durumlara düşürebilirdi. 

Üstelik devlet Aycell işini de pek kıvıramamış, 1980'lerin başında Türk Telekom'da gösterdiği beceriyi -nedense- 2000'li yıllarda ortaya koyamamıştı. İkisi çok diri, birisi oldukça dişli 3 rakibin bulunduğu piyasada 'devletçi kafa'yla tutunmak zordu. Elbette her konuda olduğu gibi madalyonun bir de öteki yüzü var. Akla gelen şey şu: Acaba Türk Telekom'a ait bir cep telefonu operatörü olan Aycell'in böylesi bir ortaklık yapısına bürünmesi, ana şirketin özelleştirmesini etkiler mi? 

Bunun uzun bir cevabı var. Hafızasını zorlayanlar 1994'te Türk Telekom'un 20 milyar dolar ettiğini ancak 1995-96 döneminde değerinin yerlerde sürünmeye başladığını çok iyi hatırlar. Bunun en önemli sebebi sabit hatlara dayalı çalışan telekom şirketlerinin içerisinde bir tane de mobil şebeke bulunması gereğinin ortaya çıkmasıydı. Yani Türk Telekom 1990'lı yılların başında cep telefonu işine girmemiş, 1995'e gelindiğinde tüm dünyada cep telefonu salgını başlayınca ortada dımdızlak kalakalmıştı. Daha ilk olarak eline tanıtım kitapçığını alan yabancılar, mobil şebekesi olmayan Türk Telekom'a burun kıvırmaya başlamışlardı.

İHALE YASASI DEĞİŞSİN Mİ?

Cahit UYANIK 

Bu yazıyı kaleme almazdan bir gün önce Japonya'da 7 şiddetinde deprem meydana geldi. Toplam 2 dakika (yanlış okumadınız tam 120 saniye) süren depremde insanların burnu bile kanamadı. Birçok binadaki güvenlik kameraları yardımıyla kayıt altına alınan bu depremde dolaplar bile dimdikti. Çünkü binalar çok sağlam yapıldığı gibi, devrilebilecek tüm eşyalar da bir yerlere sabitlenmişti. 

Allah beterinden saklasın ama büyüklük ve süre itibarıyla böyle bir deprem Türkiye'de, yerini şaşırıp İstanbul'da olsaydı acaba kaç kişi tatlı canından olurdu? 1999'daki 45 saniyelik Marmara Depreminin baz alındığı senaryolarda alt sınır 30-40 bin kişiden başlıyor çünkü... Gerisini siz düşünün.

Diyelim ki siz depremi çok önemseyen, komşularınızı da buna ikna eden, apartmanınızda veya mahallenizde her türlü önlemi alan birisiniz. Geceleri gayet rahat uyuyorsunuz ve depremden korkmuyorsunuz. Peki bu kurtuluş mu? Ne yazık ki değil. Çünkü deprem olduğu anda bir geceliğine hastaneye yatmış veya evinize hırsız girmiş de karakolda zabıt tutturuyor yani bir kamu binasında bulunuyor olabilirsiniz. Bunlar da yetmiyor. Evinizde güvenli ortamda rahat rahat çayınızı içerken; sabah öpüp koklayıp okula gönderdiğiniz yavrunuz, ciddi şekilde depremden zarar görme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Çünkü artık kimse kamu binalarının, özellikle de 1980'den sonra inşa edilenlerin sağlamlığından emin değil. Acaba neden böyle?

Bunun geri planına baktığımızda arkasından 2886 Sayılı eski İhale Kanunu çıkıyor. Hemen hemen tüm iş adamları bu kanunu yakından tanıyor. Çünkü nazını ve cilvesini çok çekmişler. Özellikle müteahhitlik hizmeti veren dürüst iş adamları, 'kırım' yani 'indirim' denilen sözcüğü çok iyi biliyorlar. 10 lira muammen bedelle açık eksiltmeye çıkılan kamuya ait bir inşaat işinin yüzde 60'ı geçen 'kırım' ile maceracı müteahhitlere verildiğini gözleriyle görmüş ve buna anlam verememişler. 10 liralık iş 3-4 liraya yapılmaya çalışılırsa rüşvet ve yolsuzluğun, hemen ardından da ilk depremde 'kırım'dan dolayı 'yıkım'ın geleceğini bu iş adamları çok iyi biliyorlar. Peki bütün bunlar biliniyor olsa da şimdiye kadar önlem olarak ne yapıldı? Koskoca bir hiç.

21 Ekim 2024 Pazartesi

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / BAYRAM VE BİREYSEL TERÖR

Cahit UYANIK 

Dokuz günlük bayram tatilinin en ilgi çekici olayı sizce neydi? Apo'nun Rusya veya etki alanı içindeki bir ülkeye kaçması mı? Bir kez daha kan gölüne dönüşen kara yolları mı? Yoksa çiçeği burnunda başbakanımız Ecevit'in çifter çifter kullandığı yerli makam otomobilleri mi? Hiç birisi değil.

Mübarek Ramazan Bayramı boyunca adeta bir cinayet, cinnet ve intihar sağanağı yaşadık. Televizyon spikerleri artık klasikleşmiş "Bayram tüm yurtta huzur ve güven içinde geçiyor" klişe cümlesini hiç sarf etmediler. Ülkenin dört bir yanından gelen bireysel terör ve kıyım manzaraları, bayram sohbetlerinin içine haince sızdı. Bir yerde 'etek boyu' tartışması, öteki yanda 'paylaşılamayan çocuk' sorunu, beriki tarafta 'odunu kim kesecek?' bahanesi anlık öfkeleri cinayete veya toplu kıyıma havale etti.

Burada uzun uzun enflasyonun yıkıcı etkilerinin maneviyat dünyamızı altüst ettiğini, bayram günlerinin dahi 'cinayet günleri'ne dönüştüğünü anlatan cümleler yazmayacağım. Bu cümleleri siz, televizyonlardan odalarımıza doluşan  içler acısı görüntülerin gerçek nedenini araştırırken zaten kafanızda kuruyorsunuz. Bu noktadan sonra, 'böyle gitmeye devam ederse sonuçlarının  nereye varabileceği' üzerinde durmakta yarar var. Muhtemel sonuçlar, mevcut nedenleri yaratanları belki bir nebze olsun düşünmeye ve önlem almaya yönlendirebilir.

20 Ekim 2024 Pazar

VERGİ POLİTİKASI ENFLASYONU KÖRÜKLÜYOR

Cahit UYANIK 

Hükümet 2002 senesine hayli iddialı ekonomik hedeflerle girdi. Bu yıl enflasyonun toptan eşya fiyatları endeksinde yüzde 31, tüketici eşya fiyatları endeksinde ise yüzde 35 düzeyinde gerçekleşeceği  iddia ediliyor. Bu hedefler geçen yılın Ekim ayı başında hükümetle Merkez Bankası arasında ortaklaşa belirlenerek ilan edildi. O andan itibaren de 'kimsenin inanmadığı ve itibar etmediği tahminler' olarak ekonomi tarihindeki yerini aldı. 

Çoğu özel sektör kuruluşu geçen yılın son çeyreğindeki gelişmeleri ve diğer ekonomik hedefleri dikkate alarak bu rakamları en az 10-15 puan revize etti. Herkes hesaplarını bu yıl fiyatların yüzde 50 düzeyinde artacağına göre yaptı. Kimin doğru söylediği veya söylemediği konusunda bir fikir sahibi olmak için ilk belirti yani Ocak ayı enflasyonu merakla beklenmeye başladı. 

Ve olan oldu: Ocak ayı enflasyonu toptan fiyatlarda yüzde 4,2 tüketici fiyatlarında ise yüzde 5,3 artış gösterdi. Böylece yüzde 31 ve yüzde 35'lik yıllık hedeflerin önemli bir kısmı daha Ocak ayında harcanıp gitti. Geride daha koskoca bir 11 ay var. Önümüzdeki birkaç ayda büyük ihtimalle bu hedeflerin yarısından fazlasının harcanıp eridiğini göreceğiz. Yılın ortası yaklaştığında ise iddialı hedeflerin resmi ağızlar tarafından revize edilmesi gerekliliği dile getirilecek. Sayfa sayfa raporlar hazırlanarak enflasyon hedefinin neden tutmadığı anlatılmaya çalışılacak.

Elbette bu rakamların neden hedeflenen gibi gitmediği konusunun tartışmaya açılması zorunlu. Ancak bu noktada sık sık suçlanan özel sektör kadar devletin aldığı kararların da dikkatle irdelenmesi gerekiyor. Özellikle devletin izlediği vergi ve kamu finansman politikalarının enflasyon üzerinde olumsuz etkide bulunmaya başladığını söyleyebiliriz. Nasıl mı? 

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / 3 KASIM VE 730 GÜNLÜK KOŞU

Cahit UYANIK 

Kopenhag Zirvesi bitti ve nihayet iç meselelerimize döndük. Yayılmaya çalışılan olumsuz havaya rağmen Kopenhag Zirvesinden çıkan karar Türk halkının yararınadır. Çünkü Türkiye'deki mevcut siyasi iktidarlar ve önümüzdeki seçimlerde iktidara aday olacak tüm partiler, artık kendisini AB normlarıyla ifade etmek zorundadır. 

Bundan birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'nin AB'ye alınmaması ağırlıkla dış değil iç etkenlerden kaynaklanıyordu. Belki de o süreç, Türkiye'nin kendisini tam olarak Batılılaşmaya hazırladığı bir mayalanma dönemiydi. Şartlar ve zaman 'tamam' olunca, ortaya olguna yakın bir 'ürün' çıktı. 

Halk, seçimlerden önce yapılan 'en geç 1 yıl içinde yeni bir seçime gidileceği' yönündeki tahminleri boşa çıkarırcasına, yüzünü gerçekten Batıya dönmüş partilere teveccüh etti. Seçimlerden paramparça olmuş bir siyasi tablo çıksaydı, emin olun ki AB Türkiye'ye net bir sinyal vermeye yanaşmayacaktı. Öyleyse 'Kopenhag'tan çıkan sonuç 3 Kasım günü atılan oyların hikmetinde gizlidir' diyebiliriz. 

19 Ekim 2024 Cumartesi

IMF, SİYASETİ NASIL ETKİLİYOR?

Cahit UYANIK 

Türkiye, adım adım seçime doğru gidiyor. Bu ortamda piyasalar ve dolar sakin bir görünüm veriyor. Nedeni ise basit. Çünkü uluslararası sermaye ile yakın ilişkileri olan piyasalar da aslında Türkiye'de bir seçim istiyordu. Temmuz ayı başında Başbakanlık Resmi Konutunda yapılan o meşhur Ekonomi Zirvesinde, dönemin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş "Türkiye'ye yeni bir senaryo lazım" diyerek piyasaların ruh halini yansıtmıştı. O günlerde faizler yüzde 80'e çıkmış, dolar ise 1 milyon 700 bini deneyip duruyordu. 

Aslına bakılırsa Derviş, Nisan ayındaki 'mutat' ABD ziyareti dönüşünden itibaren kapalı kapılar ardında seçim yapılmasını istemeye, düşüncesini ise Mayıs ortasında yüksek sesle dillendirmeye başladı. Derviş'in her ABD ziyareti dönüşünde Türkiye'de siyasetin şeklinin değişmesine artık alıştık. Temmuz sonundaki ziyaretin ardından ise büyük bir gürültü ile kurdurulan Yeni Türkiye Partisine (YTP) tanıklık ettik.

Aslında bütün bunların geri planında neler var? Türk siyaseti neden para ve sermaye piyasalarına bağımlı bir görünüm vermeye başladı? Bunun için dönüp 1999 yılına bakmamız lazım. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) o yıl çok ilginç bir çalışma ilkesi kabul etmişti. 'Şartlılık' olarak açıklanan bu ilke, 1997 Uzak Doğu ve 1998 Rusya Ekonomik Krizlerinden çıkarılan dersler sebebiyle geliştirilmişti. 

'Şartlılık İlkesi' IMF kredilerinin belli koşullarının tam olarak yerine getirilmesini sağlamak için ortaya konulmuştu. Oysa eskiden IMF, hükümetlerin verdiği 'yapacağız-edeceğiz' şeklindeki sözleri senet kabul edip, irade beyanını yeterli sayıyordu. Ancak bu sözlerin tutulmaması, yapısal reformların çok çeşitli ülkelerde savsaklanması IMF'ye para, güç ve itibar kaybettirdi. IMF, 1999 yılında neredeyse ABD Hazine Bakanlığından borç alacak duruma gelmişti. İşte bu nedenle 'Şartlıĺık İlkesi'ni kabul etti. Türkiye 2000 yılbaşından itibaren uyguladığı ekonomik programla IMF'nin 'Şartlılık İlkesi' ile ilk karşılaşan ülke oldu. 

18 Ekim 2024 Cuma

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / İLKBAHARDA SEÇİM VAR

Cahit UYANIK 

Geçen hafta çok yoğun siyasi tartışmalar sürerken Yüksek Seçim Kurulu ve Devlet İstatistik Enstitüsü arasında Türkiye'nin geleceğini çok yakından ilgilendiren bir protokol imzalandı. İmza sonrasında yapılan açıklamada Türkiye'nin Şubat ayından itibaren seçim yapabilir hale geleceği ifade edildi. Bu açıklama Refahyol Hükümeti devrilmezden önce muhalefet partilerinin üzerinde uzlaştıkları seçim takviminin bir unsurunun daha tamamlandığını gösteriyordu. Önce Nüfus Tespiti Yasası, şimdi de 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim Yasası çıkarıldı. Geride kala kala dokunulmazlıkların kaldırılması var ki, bu konuda yaşanan 'yol kazası'nın Ekim'de Meclis açılır açılmaz telafi edileceği anlaşıldı.

Bu noktada Türkiye'nin 24 Mart 1998'den sonraki 1 veya 1,5 ay içinde bir genel seçim yaşayacağını söylemek sanırım safdillik olmaz. Bu öngörüyü çeşitli gerekçelere dayanarak yapıyorum. İlk gerekçem 8 yıllık kesintisiz eğitimin hemen uygulamaya konulmasına ilişkin karardan kaynaklanıyor. Hatırlarsanız Anasol-D'nin ilk günlerinde 8 yıllık eğitimin gelecek yıl yani 1998-1999 yılı eğitim öğretim döneminde uygulanmaya başlanacağına ilişkin değerlendirmelerden hiç ses seda yok. Bu erteleme havası; hükümetin önümüzdeki ilkbaharda yapılacak bir seçimde 8 yıllık eğitim konusunu, RP'nin 'İmam hatipleri kapattılar' söylemine karşı ciddi bir seçim kozu olarak kullanmaya hazırlandığını gösteriyor. 

İkinci hareket noktam 24 Mart 1998'de yerel seçimlere 1 yıl kalacak olması... Bu tarihten sonra alınacak herhangi bir milletvekili seçimi kararı, anayasa gereğince iki seçimin birleştirilmesini zorunlu kılıyor.