16 Kasım 2024 Cumartesi

MAYIS VE HAZİRAN'A DİKKAT

Cahit UYANIK 

Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 9,4 küçüldü. Bu oran, devletin resmi rakamı... Oysa iş adamları gerçek küçülmenin 'daha büyük' olduğunu düşünüyor. İflaslar, tasfiyeler, toplu işten çıkarmalar, siftahsız kapanan kasalar, patlama yapan karşılıksız çek ve protestolu senetler iş adamlarının bu tespitinin şahitleri... Belki de geçen yılın son üç ayında yaşanan yüzde 12,1'lik ekonomik gerileme, 'küçülmenin olduğundan büyük' görünmesine sebeptir, bilinmez. Ama görünen köy de kılavuz istemez. Türkiye her geçen gün 'sorunlar yumağı' içinde boğulup gitmeme mücadelesi veriyor. Ama geçmişte çözüm diye ortaya konulan çoğu  politika, meğer bu yumağa yeni düğümler atmış. Bunları şimdilerde anlayabiliyoruz. 

Söz gelimi; hükümetin kur politikasını ele alalım. Yüzde 9,4'lük küçülmeye karşın krizin kişiler üzerindeki etkisi, oransal olarak daha fazla. Hemen her ülkenin gelişmişlik düzeyinde ilk göz atılan üç-dört göstergeden biri olan kişi başına düşen gelir, 2000 yılına göre yüzde 27,2 azalarak 2 bin 967 dolardan 2 bin 160 dolara indi. Yani kişi başına ortalama yoksullaşma 807 dolar oldu. Türkiye 13,5 ay boyunca (Aralık-1999 ve Şubat-2001 arası) uyguladığı 'kur çapası modeli'nin faturasını da böylece görmüş oldu. Yani toplumun önüne 'ulusal gelir kaybı' olarak konulan toplam rakam 50 milyar doları geçiyor. Türkiye'nin 1999 yılında yaşadığı büyük depremin faturasının 10-12 milyar dolar olduğu düşünülürse, tahribatın boyutları iyice anlaşılabilir. 

Oysa Türkiye kur çapasını topluma daha fazla refah getirmesi için uygulamaya başlamıştı. Türkiye'nin 50 milyar dolarlık bu milli gelir kaybının üzerine IMF ve Dünya Bankasından alınan 40 milyar dolarlık borç da eklendiğinde, toplam fatura aslında 100 milyar dolara çok yaklaştı. Yani Türkiye 1999 yılındaki konumunu aynen koruyabilseydi; ne dış borç stoku büyüyecek ne de Türk insanı kişi başı gelirde dörtte bir oranında fakirleşecekti. Türkiye 1999 yılında bir erken genel seçim yapmıştı. Bu seçimi izleyen aylarda, dış dünya ve onların içerideki bir avuç destekçisinin uygulattığı ekonomik programla maalesef bu hale gelindi. Oysa Türkiye 2001-Şubat ayında geçtiği dalgalı kura; kur çapasının başlatıldığı 1999-Aralık ayında geçseydi herşey daha kolay olabilirdi.

15 Kasım 2024 Cuma

AKP'NİN BAŞARISI VE EKONOMİ MODELİ (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Biz ekonomi gazetecileri de iş adamları gibi rakamları yorumlamayı severiz. Çünkü sosyal olaylar ile rakamlar arasında ciddi bir ilişki vardır. Ancak sosyal olayların yorumunda bir zorluk her zaman bizi bekler: İnsanları birey olarak bağlayan 'zaman' ile toplumların gidişatını ilgilendiren 'sosyal zaman' arasındaki büyük farklılık... Bu durum, gündelik akış esnasında olup bitenleri yorumlarken bazen basiretimizin bağlanmasına bile yol açabilir. 

'Saatli Maarif Takvimi'nin ölçtüğü zaman ile sosyal zaman arasındaki bu zorlu ilişkiyi anlayıp bize anlatabilenlere Türkiye gibi ülkelerde pek rastlanmaz. Çünkü geçmiş ve mevcut verilere bakarak geleceği tahmin etmek çok zordur. Oysa Batı'da sosyal zaman boyutu içinde toplumsal davranış kalıpları ve bunların değişim ve dönüşümünü görüp, geleceğe ilişkin tahminlerde bulunan kişilere 'gelecek bilimcisi' denilir. 

Bunları niye yazdım? Türkiye'de 3 Kasım tarihinde yapılan erken genel seçimin sonuçları; 1946-2002 arasındaki -sosyal zaman olarak kullanabileceğimiz-  56 yıllık süreçte seçmen davranışlarının belli bir çizgiyi takip ettiğini bize iyice gösterdi. Şöyle ki; Türkiye'de çok partili rejime 1946'da geçildi ama o ilk seçim hileliydi. Siyaset tarihçileri, dürüst bir seçim yapılsa Demokrat Partinin (DP) o yıl tek başına iktidar olacağını söyler. Lafı fazla uzatmayalım; bu seçimden 19 yıl sonra 1965'te Adalet Partisi (AP) de büyük farkla, tek başına iktidar olmuştu. Üçüncü dalga ise aradan 18 yıl geçtikten sonra, yani 1983'te Anavatan Partisi (ANAP) ile gelmişti.  Son ve dördüncü dalga ise yine 19 yıl geçtikten sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile gerçekleşiyor. 

Demek ki 56 yıllık demokrasi tecrübemiz, seçmenin her 18-19 yılda bir 'tek parti iktidarı' çıkarabildiğini bize gösterdi. Bu dört dalganın ortak özelliklerinden biri de, tek başına iktidara gelen partilerin en az iki dönem üst üste Meclis'te salt çoğunluğu koruyor olmaları... DP üç, AP ve ANAP iki dönem bunu başardı. Yani Türk seçmeni, tek parti iktidarı tercihini öyle kolay kolay değiştirmiyor.  Yazının başına dönersek... Bir gelecek bilimcisi bundan birkaç ay önce bu analizi ortaya koyup, erken seçimden bir koalisyon çıkmayacağını, aksine AKP'nin tek başına iktidara geleceğini söylese, şu günlerde Türkiye'de büyük sükse yapardı. 

14 Kasım 2024 Perşembe

EKONOMİ ŞİİRLERİ / BEDAVA / ORHAN VELİ KANIK

      BEDAVA

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
                   Orhan Veli KANIK

           

12 Kasım 2024 Salı

YOKSULLUĞUN SEBEPLERİ VE DEVLETİMİZ

Cahit UYANIK 

Eylül ayı sonu... Meşrutiyet Caddesindeki otobüs durakları akşam saatlerinde tıklım tıklım. Koşuşturmacanın uğultusu içinde bir gencin sesi duyuluyor: "Bu kış komünizm gelecek. Bu kış komünizm gelecek!" Üstlerinde sarı önlük olan Türkiye Komünist Partisine bağlı gençler bağıra çağıra propaganda yapıyorlar. Bu kış komünizmin gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, zaten dünyada 'komünizm' diye bir şeyin de kalmadığını bile bile nefes tüketiyorlar. Seçtikleri slogan, 1950'li ve 60'lı yıllarda geniş halk yığınlarını korkutmak için kullanılan bir klişe cümlenin -bence alaycı- tekrarından ibaret. Komünistler de; sarsıla sarsıla, düşe kalka demokratikleşen Türkiye'nin renklerinden biri olarak Kasım ayındaki seçime girecekler. Ancak alabilecekleri çok az oya bakarsak, seçim hareketliliğine bu eski sloganı anımsatarak katkıda bulunabiliyorlar.

Düşünüyorum; acaba Türkiye'nin maddi koşullar itibarıyla bu kadar komünizme yakın bir dönemi oldu mu? İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük ekonomik gerileme... 2,5 milyon resmi, 7,5 milyon gayri resmi işsiz... Okullarına sadece ve sadece 105 milyon TL. ödenek gönderebilen bir devlet... Darmadağınık bir sağ partiler bloku... Öyleyse herşey komünizm için uygun görünüyor.  Ama tüm ideolojiler gibi komünizm de anlamını yitirdi. Peki bu nasıl oldu?

Yaklaşık 20 yıl önce 'ekonomik kalkınma' ile 'ekonomik gelişme' arasındaki teorik tartışmayı ikincisi kazandı. Çünkü komünizm, ekonomik gelişmeyi es geçtiği için yarışı kaybetti. Oysa görünürde komünist devletler ekonomik kalkınma hızında Batılılar'ı hep geride bırakıyordu ama 'Duvar' yıkıldığında görüldü ki yılda yüzde 8-10 büyüyen, uzayı komşu kapısı yapan Doğu Bloku; ayakkabı, sabun, ciklet, traş bıçağı, tuvalet kağıdı, bisküvi vb. üretemiyor. İnsanlar, varlık içinde yokluk çekiyor ve refah düzeyini bir bütün halinde ele alan 'Ekonomik gelişme' disiplini ihmal edildiği için ayakkabıları kar suyu içinde uzaya kapsül fırlatmak zorunda kalıyor. Ama eve gidince 'Uzaydan bana ne? Doğru dürüst ayakkabım bile yok' diyorlar. İnsanlar, Batı ile girişilen uzay yarışının günlük yaşamına bir katkı sağlamadığını acı şekilde yaşayıp deneyimliyor ve ideolojiler anlamını böyle kaybediyor. 

8 Kasım 2024 Cuma

GRİ ALANDAKİ SERMAYE VE TÜRKİYE

Cahit UYANIK 

Ak Partinin tek başına iktidara gelmesiyle faizler ve döviz kurları düştü. Buna karşılık borsada ciddi bir canlanma havası hakim oldu. Seçim öncesinde Ak Partinin tek başına iktidara geleceğini kestiren ve öngören yatırımcılar ciddi karlar elde etti. Hem yüksek fiyattan dövizlerini sattılar hem de yüksek faiz getirisi sağlayan Hazine kağıtlarına girdiler. 

Bir kısım yatırımcı da borsada 'sudan ucuz' diyebileceğimiz hisse senetlerine yatırım yaparak ciddi karlar sağladı. Bir hesaplamaya göre seçimden 7 gün öncesi ile seçimden 15 gün sonrasını kapsayan 3 haftalık süreçte reel kazanç yüzde 15'i geçti. Bu zaman diliminde enflasyonun yüzde 2-3 olduğunu düşünürsek, kazancın boyutlarını varın siz düşünün. Bu kadar kısa zamanda elde edilen reel kazanç şu anda üreten, ticaret yapan, emeği ile geçinenler için mümkün değil. 

Türkiye'de çoğu işletmenin sermayesi eridi, çalışanların ücretlerinde ise reel gerilemeler yaşandı. Ekonomideki bu yaman çelişkilerin bir şekilde ele alınıp çözülmesi gerekiyor. Bu vesile ile Ak Partinin 'mali milat' ve 'nereden buldun' düzenlemelerine ilişkin vaatlerini ele almakta fayda var. Yeni iktidarın ekonomi kurmaylarına göre Türkiye'de bu iki uygulama tamamen kaldırılacak ve güzel ülkemiz bir sermaye cennetine dönüşecek! Bence tamamen yanlış bir düşünce...

Az önce anlattığım küçük örnek bile Türkiye'de 'sermaye gelsin' kaygısıyla yapılan yanlış uygulamaların en iyi göstergesi. Reel kazancında ciddi gerileme yaşayan iş adamları ve çalışanlar vergilerini tıkır tıkır öderken, birkaç haftaya sığdırılan  tatlı kazancın vergilendirilmemesi toplum vicdanını iyice kanatır hale geldi. Allah'tan hemen hemen tüm iş adamı örgütleri aklının ve vicdanının hakkını vermeye başladı. 'Mali milat' ve 'nereden buldun' uygulamalarının bir süreliğine ertelenerek başta enflasyon muhasebesi olmak üzere diğer köklü vergi düzenlemeleri ile beraber ele alınmasını istemeye başladılar. 

Gerçekten de Türkiye'de son iki yıldaki ekonomik kriz sürecinde toplumun büyük çoğunluğu ciddi kayıplara uğramasına rağmen, bu dalgalanmalardan büyük ve haksız kazanç sağlayanlar da çıktı. Bu kazançların en rahatsız edici yonü ise vergisinin ödenmemiş olması... Oysa bunların vergilendirilmesi Ak Parti iktidarının 'Sosyal politikalara ağırlık vereceğiz' yönündeki vaatlerine ciddi bir kaynak sağlayabilir. Bu, kamuoyu vicdanını rahatlattığı gibi, çoğu ithal ürünlere bağlı  abartılmış tüketim harcamalarını da frenleyebilir.

7 Kasım 2024 Perşembe

EKONOMİK TEDBİRLER TUTAR MI?

Cahit UYANIK 

Türkiye'de iş adamı olmak gerçekten çok zor. Ekonomideki sorunlar ve dalgalanmalar bir yana, ülkenin coğrafi konumu mevcut işleri sürdürmeyi bile riske ediyor. Gündemi her gün 'savaş' olan bir ülkede kalıcı işler yapmak zorlaşıyor. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti 2003 ekonomik büyüme hedefinin tehlikeye düştüğünü söyledi. Oysa daha yılın ikinci ayını yeni bitirdik. Ekonominin genişlediği yaz aylarına girilmeden, insanlarda bir karamsarlık havası hakim oldu. Demek ki kış aylarında işleri büyütmek için yapılan hazırlıklar, savaş gündemiyle askıya alınmış. Herkes el el üstüne atmış mevcut halini korumanın telaşına düşmüş. 

Piyasaların bir savaş durgunluğuna doğru sürüklenmesinin geri planındaki sebeplerden en önemlisi, 1991'deki Körfez Harekatı sonrasında yaşananların acı hatıraları... Savaşın çıkacağının kesinleşmesiyle zaten işlerin bıçakla keser gibi kesildiği 1991 yılı kış aylarında yolum Siteler'e düşmüştü. Onlarca mobilya atölyesi kapalıydı. Açık olanlar da çalışanlarının çoğunu işten çıkarmıştı. Çünkü mobilya ihracatı yapılamıyor, iç pazarda da kimse yüklü bir fiyatı olan böyle bir harcamanın altına girmek istemediği için tüketimini erteliyordu. Esnaf Siteler'e ürün bakmaya gelen az sayıdaki müşteriyi adeta yoldan çevirip dükkanlarına davet ediyordu. Kısa süre sonra savaş patlak verdi. Çatışma kısa sürdü ama Türkiye ekonomisindeki etkileri çok ağır oldu. Siteler esnafı savaş sonrasında eski pazarlarına yani Arap ülkelerine giremedi. Çünkü buraları ABD ve onu destekleyen ülkelerin firmaları tarafından parsellenmişti. 

Arkasından gelen 1994 Ekonomik Krizi de iş adamları ve esnafları bir hayli sarstı. Geçici olarak görülen işsizlik kalıcı ve yapısal hale dönüştü. Sonuçta 2001 yılı Mart ayında Ankara'daki büyük esnaf eylemine kadar gelindi. İşinde gücünde, devletine milletine saygılı esnafın sokağa dökülmesi için aslında ilk tetik, 1991 yılında çekilmişti. İlerleyen 10 yılda çözüm bulunmadan üst üste biriken sorunlar, yönetim beceriksizlikleri, ülkenin kaynaklarının yolsuzluklarla yağmalanması önce sabit gelirli kitleleri, daha sonra onlarla çok yakın ilişkileri bulunan esnafı olumsuz etkilemişti. Yani 1991 Körfez Krizi, Türkiye'de birçok olumsuzluğa zemin sağlayan bir bataklık oluşumunun sadece ilk adımıydı.

6 Kasım 2024 Çarşamba

2003 VE 3 ÖNEMLİ UYARI

Cahit UYANIK 

Türkiye ekonomisi 2002 yılını birçok değişik etkinin altında geçirdi. Bu etkileri dört çeyreğe ayırarak inceleyebiliriz. Geçen yılın ilk üç ayındaki en önemli tartışma konusu IMF ile imzalanacak yeni stand by'dı. Bu anlaşma Türkiye'nin borçlarını çevirebilmesi açısından büyük önem taşıyordu. Sonuçta Şubat ayında anlaşma imzalandı ve ilk ciddi kredi girişi sağlandı. 

Yılın ikinci çeyreğinde ise ekonominin başında bulunan Kemal Derviş, kapalı veya açık sohbetlerde 'ekonomideki koordinasyonsuzluk' sorununu dile getirdi. Hatta bu koordinasyonun sağlanması için bir plan hazırlayıp Başbakan'a bile sundu. Fakat koordinasyon bir türlü kurulamadı. Bu olmayınca ortaya 'Erken seçim' tartışmaları atıldı. Tartışmalar aynı zamanda Başbakan Ecevit'in sağlık sorunları ve MHP'nin AB karşıtı söylemiyle iyice olgunlaştı. AB takviminin de iyice sıkışmasıyla seçim, ciddi bir çıkış yolu olarak benimsendi. Elbette bu tartışmalar ekonomiye faiz ve dövizin yükselmesi olarak yansıdı. Herkes ekonomide iyileşme beklerken yaz aylarında işsizliğin artarak sürmesi, siyasi tartışmaların şiddetinin iyice güçlendiğinin göstergesiydi. 

Yılın üçüncü çeyreği seçim ve AB yasalarının Meclis'ten geçmesiyle başladı. Ardından ekonomi yönetiminde isim değişikliği yaşandı ve Masum Türker ekonominin başına geldi. Ancak seçimin ertelenmesi tartışmalarıyla piyasaların ateşi bir türlü düşmek bilmedi. Bu ortamda ekonomi yönetimi yaklaşan seçimleri dikkate alarak bazı finansal önlemler aldı. Tıpkı savaş stoku gibi seçim kampanyası sürecinde yaşanabilecek bir olumsuzluğa karşı ihtiyaçtan daha fazla borçlanıldı. Bu, bir kez daha faizin yükselmesiyle ekonomideki reel canlanma sürecini erteledi. Başbakan'ın sağlık sorunlarının sürmesi ve hükümetteki dağınıklık birçok konudaki disiplini bozdu. Vatandaş seçimlere giren partilerin ekonomi programlarına, sandığa gitmeye birkaç gün kala kulak kabarttı. Ekonomik gerekçeler oy tercihinde önemli bir rol oynadı. 

Yılın son çeyreği ise seçimi AKP'nin kazanması ve en az 10 yıl sonra oluşacağı beklenen iki partili Meclis'in erken teşekkül etmesiyle sürprizlerle açıldı. Seçimin hemen ardından kurulan hükümet ekonomide zor bir miras devraldığını öğrendi. Üstelik Irak Operasyonunun çok yakınlaşmış olması 2003'e ilişkin olumsuz bekleyişleri iyice artırdı.

5 Kasım 2024 Salı

IMF BİZİ SAVAŞA ZORLAYABİLİR Mİ?

Cahit UYANIK 

Hepimizin kafasını kurcalayan bir soru var: Acaba ABD, Türkiye'nin IMF ile ilişkisini kendi çıkarları doğrultusunda etkileyebilir mi? Yani ABD, mevcut Irak politikasını Türkiye'ye kabul ettirmek için IMF'yi bir baskı unsuru olarak kullanabilir mi? Türkiye, ekonomik alandaki sorunları sebebiyle yakın geleceğini tehlikeye atmaya zorlanabilir mi? 

Türkiye, bir banka niteliğindeki IMF'nin ortağı; ama küçük ve etkisiz bir ortak. Türkiye'nin IMF'deki kotası 1 milyar dolar düzeyinde. Buna karşılık Türkiye'ye açılan kredi 30 milyar dolara yaklaşıyor. Bu bile 'ortak' ve 'borçlu' olduğumuz bankanın bizim üzerimizdeki etkisini göstermeye yeter. Ancak Türkiye, hakkında bir askeri operasyon planlanan Irak'la komşu... Bu, Türkiye'yi askeri açıdan çok önemli kılıyor. 

O zaman baştaki soruları cevaplandırmaya 'IMF'yi kimler yönetiyor?' sorusunu sorarak başlamalıyız. IMF kuruluşundan bu yana Avrupa kökenli başkanlara sahip. Buna karşılık önemli yetkililerle donatılmış ABD'li bir başkan yardımcısı IMF'nin diğer önemli ismi... Son durumda IMF Başkanı Almanya kökenli Horst Kohler, Başkan Yardımcısı da ABD kökenli Anne Krueger. Yani IMF'nin icrai işleyişinde Amerikan-Avrupalı dengesi kurulmuş. 

Buna karşılık 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulunun büyük kısmı G-7 ülkelerinin elinde. Yani dünyanın en gelişmiş 7 ülkesi bu kritik kurulu yönlendiriyor. Bu açıdan bakıldığında savaş konusunda ABD ile Avrupa'nın farklı düşündüğü bilinirken veya ABD'nin G-7 ülkelerini aşarak, IMF üzerinden Türkiye'ye  bir dayatmada bulunması pek mümkün görünmüyor. 

4 Kasım 2024 Pazartesi

İHRACATÇILAR FERYAT ETMEKTE HAKLI MI?

Cahit UYANIK

Türkiye'yi 2001 Krizine götüren en önemli sebeplerden birisi kurun aşırı değerlenmesi, ithalatın artması ve ihracatın yerinde saymasıydı. Sonuçta ülkenin döviz dengesi öylesine bozuldu ki, Türkiye işleri yoluna koymak için devalüasyon yapmak zorunda kaldı. Ancak Türkiye yaklaşık 2 yıllık aradan sonra yine döviz kuru bağlamında benzer tartışmaların içine girdi. Çünkü TL değer kazanıyor, döviz kuru yerinde sayıyor. Cari açık ise son 8 ayda iki defa revize edildi ve yeni tahmin yılbaşındakinin iki katını geçti. 

Bu ortamda kurun yerinde saymasından en fazla ihracatçılar rahatsız. Aylardır bu soruna dikkat çekmeye çalışıyorlar. Ancak öylesine bir çelişki yaşıyorlar ki bunu topluma bir türlü izah edemiyorlar. İhracatta aylık bazda rekor üstüne rekor kırılırken, neden bu kadar yaygara kopardıklarını tam olarak açıklayamıyorlar. İhracatçılar bir yandan dalgalı kurdan vazgeçilmesi konusunda üstü kapalı mesajlar verirken, tepkileri yumuşatmak için ihracatçıya girdi, enerji, kredi desteği talep ettiklerini de belirtiyorlar. İşte bu ortamda açıklanan Ağustos ayı ihracat verileri, ihracatçıların ekmeğine yağ sürdü. Ağustos ayı ihracat artış hızı, bir önceki aya göre düştü. Bu durumu 'önümüzdeki aylarda yaşanabilecek negatif olayların ilk belirtisi' şeklinde ileri süren ihracatçılar, yine dalgalı kura yüklenmekten kendilerini alamadılar. 

Bu noktada durup düşünmekte fayda var. Acaba Ağustos ayında ihracatta neden küçük bir gerileme yaşandı? Bu sorunun birkaç cevabı olabilir. Bunlardan ilki tıpkı ihracatçıların söylediği gibi 'kur avantajı kaybediliyor ve soruna köklü çözüm getirecek birşey yapılmadığı için hız kaybı yaşandığı' olabilir. Ancak olay bu kadar basit değil. Çünkü Türkiye'de 'ihracatçı' homojen bir kavramı içermiyor. Türkiye'de ihracatçıların hemen hepsi iç piyasaya da üretim yapmaya alışkın... 

Türkiye'de Temmuz ayından bu yana talep göstergelerinin canlanmaya başladığı biliniyor. Üstelik kurun artmaması bireylerin dolar cinsinden gelirlerini sabit tutmaya ve hatta yükselmesine yani satın alma güçlerinin azalmadığına işaret ediyor. Bu, mali cephede ise birey ve şirketlerin dolar cinsinden borçlarını ödemesini de kolaylaştırıyor. Öyleyse Ağustos'ta ihracattaki hız kesilmesinin suçunu sadece kura yüklemek mümkün değil. Bazı ihracatçılar yüzünü iç pazara dönmüş yani ihracatlarını azaltmış olabilir. 

3 Kasım 2024 Pazar

IMF'Yİ DAHA AZ GÖRMEK İÇİN... (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye'deki yersiz ve zamansız tartışma konularından birisi de "IMF'nin (Uluslararası Para Fonu) gönderilmesi"... Herşeyden önce şunu bilelim ki Türkiye, bir banka olan IMF'nin ortağı. Türkiye ekonomisi güllük gülistanlık hale gelse de, yılda bir defa IMF'nin ziyaretine açık olmak zorundayız. Üstelik IMF, bu rutin ziyaretleri sonrasında ekonomi politikalarına ağır eleştiriler yöneltebiliyor. Bu eleştiriler IMF'nın Yıllık Ekonomik Görünüm raporlarında 'diplomatik bir dil' ile kendine yer buluyor. 

Ancak resmi yetkililere bırakılan çalışma raporlarında, eğer ihtimal dahilinde ise ekonomik kriz tehlikesine bile işaret edilebiliyor. "Bir daha görmemek üzere IMF'nin gönderilmesi"nin mümkün olmadığını anladığımıza göre, kullanılan uslübu değiştirip "IMF ile bir daha stand by veya benzeri bir anlaşma imzalayacak hale düşmemek için yapılması gereken şeyler neler olmalı?" sorusunu cevaplamalıyız. 

Bir ülke nasıl IMF'lik olur? Nasıl IMF'ye muhtaçlık halden kurtulur? Bu kısa soruların karmaşık cevapları var. Bir ülkenin IMF'lik olması döviz, teknik deyimle ödemeler dengesi krizine girmesinin ardından yaşanıyor. Bir ülkeyi döviz krizine düşüren en önemli sebep ise ithalatın aşırı artması ve ihracatın azalmasıyla gerçekleşiyor. Eğer buna devletin finansman krizi de eşlik ederse önlemler daha sertleşebiliyor. 

Türkiye, IMF ile mazisine bakıldığında 2001 yılına kadar hep ödemeler dengesi bazlı krizler sonucunda yardım talep etmişti. Çünkü ülkede kamunun finansman ihtiyacı büyük boyutlarda değildi. Ancak 2001 yılında yolsuzluklar ve bankacılık sektöründeki büyük hatalar ile görev zararları nedeniyle dövizin yanı sıra kamu finansman krizinin eşlik ettiği büyük bir ekonomik krize girildi. Elbette kriz kadar, önlemler de sert oldu. Demek ki Türkiye, 'IMF ile yılda bir defa rutin ziyaret yapacağı bir ilişki modeline geçmek istiyorsa', mevcut krizin etkilerini tamamen ortadan kaldırmalı. 

2 Kasım 2024 Cumartesi

AKP NE YAPMALI? (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye'nin ne kadar yönetilmesi zor bir ülke olduğu 367 milletvekili bulunan AKP'nin yaşadıklarından belli. Anlaşılan Meclis'te ezici bir çoğunluk sahibi olmak Türkiye'nin köklü sorunlarını çözmek için ancak bir ön şart niteliğinde... Gerekli olan şey ise öncelikle, herkesin bildiği sorunların çözümüne 'iyi teşhisler' koymaktan geçiyor. 

Söz gelimi, şu ABD'den alınacak 8,5 milyar dolarlık krediye yakından bakalım. Hükümet sürekli 'bu kredide gözü olmadığını' söyleyip duruyor. Ama bir atasözünde belirtildiği gibi 'Hem ağlarım hem giderim' politikası izliyor. Kredinin siyasi şartları gizlenmeye çalışılırken, bu kredi için Kuzey Irak konusunda verilen taviz 'sanki herkesin haberi varmış gibi' gösterilerek yumuşatılmaya uğraşılıyor. Bu örnekte olduğu gibi, AKP 367 milletvekili ile rahatça çözüm yoluna koyabileceği birçok sorunu yanlış koridorlar ve sularda dolaşarak arıyor. 

Bu noktada bir durup düşünelim: Eğer Türkiye'nin gerçekten ek bir finansmana ihtiyacı varsa, bunu bizden doğrudan doğruya siyasi taleplerde bulunamayacak bazı dış kuruluşlardan temin etmemiz daha doğru değil mi? IMF Türkiye Masası Şefi Rıza Moghadam'la anlamsız işyeri ziyaretleri düzenlemek yerine acaba ek finansman ihtiyacının görüşülmesi daha iyi olmaz mıydı? AKP, önünde hazır bulduğu ABD Kredisini sahiplenirken yaptığı teşhis hatasını, şimdi verdiği tavizlerle başka bir şekilde sürdürmüyor mu? Türkiye gibi çok boyutlu ve karmaşık çıkar ilişkilerinin odağında bulunan bir ülkenin kendi finansman dengesinin ABD'li kaynaklara bağlanması ne kadar doğru? 

1 Kasım 2024 Cuma

BARIŞ MI? ATEŞKES Mİ?

Cahit UYANIK 

Türkiye'de birçok kavram aslında ne anlama geldiği bilinmeden ortada konuşulup duruyor. Gelin en güncel ve iş-güç sahiplerini ilgilendiren bir örneği ayrıntılı şekilde ele alıp bunun böyle olup olmadığına beraber karar verelim. Konumuz 'Vergi Barışı'... Benim naçizane 'Bu bir aftır' dediğim vergi barışı, meğerse 'Vergi Ateşkesi' imiş söz gelimi... Öyle bir ateşkes ki mükellefle Maliye arasında imzalanıyormuş.

'Nereden çıktı bu?' derseniz... Şimdiden bürokrasinin ve siyasetçilerin dilinden Mayıs ayında girişilecek 'Vergi Denetimi Harekatı' düşmüyor. Zannedersiniz ki ABD'nin komşumuzda başlattığı 'Irak'ı ve Iraklıları Özgürleştirme Operasyonu'nun; Maliye'nin  Türk iş adamları üzerinde yapacağı bir versiyonu giderek yaklaşıyor. Maliye memurları aylardır bilenip duruyor. Tabii ki bu operasyondan kurtulmanın yolu 'ateşkes' imzalamaktan yani 'stoksuzluk beyanı' vermekten geçiyor. O zaman vergi dairelerinin gizli mahfillerinde 'özel harekat ve vergi gerillası eğitimi' verilen Maliye memurlarını işletmenizden uzak tutabileceksiniz.

Elimde bir faks metni var; Ankara Defterdarlığı tarafından tüm basın kuruluşlarına gönderilmiş... Vergi Barışı Kanununun Ankara'daki uygulaması hakkında bilgi veriyor ve kentimizde 750 trilyonluk 'barış hasılatı' hedeflendiğini anlatıyor. 'Bu rakamın bile tek başına IMF'nin tüm Türkiye için kabul ettiği hedefi yakaladığı' uzun uzun vurgulanıyor. İnsanın göğsü kabarıyor. Bu değerlendirmeyi, 1997 yılından bu yana izlettiği politikalarla bizi krizden krize sürükleyen IMF'nin haksız çıkmasının tescili olarak kabullenip gurur duyabilirsiniz...

Ancak hemen ardından kara kara düşünmeye de başlıyorsunuz. Çünkü açıklamada Defterdarlığın Mayıs ayı denetim programı hakkında ayrıntılı bilgiler ardı ardına sıralanıyor. Buna göre Defterdarlık, tüm Türkiye'de olduğu gibi 'Sektörel Denetim Modeli'ne geçileceğini belirterek, belli sektörlerin sürekli denetim ve takibe alınacağını anlatıyor. Özel okul ve dersaneler, kuyumcular, doktorlar, sağlık işletmeleri, pvc imalat işletmeleri, sigorta acenteleri, servis işletmeleri, eczane ve ecza depoları bir çırpıda sayılıyor. 

30 Ekim 2024 Çarşamba

SEÇİM, KRİZDEKİ EKONOMİYİ CANLANDIRACAK (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye, bir seçim ortamına girdi. Seçim kampanyaları sırasında gözlerimiz çok şey görecek, kulaklarımız çok şey duyacak. Ancak görünen o ki Türkiye'de bol keseden vaat dönemi kapandı. 'Dağıtacağım' diyenler değil, 'Derleyip toparlayacağım' sözunü verenler oylarını artıracak sanki... Gerçekten de Türkiye şu anda dağınık bir evi andırıyor. Derlenip toparlanmak için bir erken seçim elzem gibiydi ve öyle de oluyor. 

Bu seçimin ülke ekonomisi üzerinde 'pozitif' bir katkı sağlayacağı genel bir kabul görüyor. Çünkü seçim harcamaları, kriz içerisindeki  ekonomide canlandırıcı bir etkide bulunacak. Eskiden çoğu zaman canlı bir ekonomik ortamda sandığa gidildiği için, seçim harcamaları 'enflasyonist bir etki'ye sebep olurdu. Ama bu seneki seçimde devlet, siyasi partiler ve adayların yapacağı harcamalar; herkesin dört gözle beklediği o 'ekonomik canlanma' ve 'yeni istihdam yaratma' beklentisine bir nebze olsun katkıda bulunabilir. 

Şimdi biraz rakamları analiz ederek seçimin ekonomik boyutlarını ortaya koymaya çalışalım. İlk bilgilere göre seçime 20 siyasi parti katılabilecek. Bu partilerin hepsinin tüm seçim bölgelerinde eksiksiz şekilde milletvekili adayı gösterdiğini varsayarsak, 11 bin kişi seçim heyecanını bizzat yaşayacak. Resmi listelerde bu kadar aday olabilir ama 'aday adayı' olmak isteyenlerin sayısının 40 bini geçmesi bekleniyor. Bu rakamlar, aday adayı başvuruları sırasında büyük bağışlar talep eden siyasi partilerin önemli bir maddi güce kavuşacağını gösteriyor. Bu bağışlar yastık altında, banka hesaplarında tutulan tasarrufların adaylarca ortaya çıkarılarak bilfiil ekonomideki hareketlilik beklentisine katkıda bulunabilir.

Öte yandan devlet bütçeden yapılacak seçim harcamalarını 120-150 trilyon lira olarak hesaplıyor. Bu kapsamdaki en büyük harcama kalemini Hazine'nin siyasi partilere vereceği seçim yardımı oluşturacak. Geriye kalan kısım baskı, sandık, sabit mürekkep, sandıklardaki seçim görevlilerinin ücretleri gibi kalemlere harcanacak. Aslında bu harcamalar, Türkiye ekonomisinin çapı  dikkate alındığında çok büyük değil. Seçime daha 4 ay olduğu düşünülürse aylık ortalama harcama 30-40 trilyon lira olacaktır. 

29 Ekim 2024 Salı

ERMENİ MESELESİNİ AKILCILIK ÇÖZER

Cahit UYANIK 

1970'li yıllardan bu yana peşimizi bırakmayan Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları, önemli bir müttefikimiz olan Fransa ile aramızı açtı. Oysa Fransa'nın Türk insanının gönlünde ayrı bir yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğunda ilk Batılılaşma çabaları Fransa'dan esinlenilerek başlatılmıştı. Batılılaşmanın aynı zamanda 'demokrasi' demek olduğu anlaşıldığında, Türkiye'de serbestçe konuşup yazma imkanı bulamayan birçok aydın Paris'e kaçmıştı. Fransa'da hala 'Jöntürkler' bir efsane gibidir. 

Tarih boyunca Fransa ile bazen dost olduk bazen düşman... Ama Fransa ile son 20 yıldır tam bir bahar havası yaşıyorduk. Türkiye'deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında bu ülke ilk sıralara oturmuştu. Fransa, Avrupa Birliği (AB) içindeki 'Akdeniz Dayanışması' çerçevesinde Türkiye'nin tam üyeliği konusunda lehimize lobi yapıyordu. AB'de 1998'e kadar Türkiye'nin aleyhine çalışan Almanya'yı dengeleyen en önemli güç şüphesiz Fransa'ydı. 

Peki ne oldu da Fransa bize böyle ters davranmaya başladı? Bunun elbette nedenleri var. Fransa AB içinde Türkiye'yi desteklediği için bunun semeresini görmek istiyor. Ama Türkiye 145 adet helikopter alımı için açtığı ihalede Fransız firmasını eledi. Ardından askeri istihbarat uydusu projesi konusunda anlaşmaya doğru gidilirken, Türkiye fikir değiştirdi. Bazı Amerikan uydu yapımcısı firmaların yürüttüğü lobilerin Türkiye'nin tercihini değiştirdiği konuşuluyor. Yani Türkiye, Ermeni Tasarısının Fransız Parlamentosunda kabulünden önce Fransız-Alcatel firması ile arasını soğutmaya başlamıştı. İşin içinde olanlar ihalenin iptale doğru gittiğini zaten söylüyordu.

Hükümetlerle sıkı ilişkiler içinde olduğu artık herkesin malumu olan silah ve savunma firmalarının Fransa'da da farklı bir tutum takınması beklenemez. Fransız hükümeti askeri istihbarat uydu ihalesinin iptal edileceği anlaşıldığı için, helikopter ihalesinden elenmesinden sonraki ikinci hayal kırıklığını dikkate alarak Ermeni Tasarısını parlamentodan geçirmiş olabilir. Türkiye ise karşı tepki olarak Ermeni Yasasını gerekçe yaparak uydu ihalesini iptal etti. 

28 Ekim 2024 Pazartesi

MEMLEKETİMDEN 'YOKSULLUK' MANZARALARI

Cahit UYANIK 

Bu yaz yıllık izin yapan ancak tatil yapamayan mutsuz çoğunluktan biriyim. Sebebi ise malum: Ülkeyi hala kasıp kavuran iki büyük ekonomik kriz... Atasözüne göre, her işte bir hayır vardır. Tatil yapamayınca öze dönüş politikası uyguladım ve memleketim Gaziantep'e gittim. 

Okuyucum iş adamlarına Gaziantep'i tanıtmaya gerek yok pek... Ancak 'Güneydoğunun Parisi' Gaziantep'in ekonomisinin ağırlıklı olarak küçük ve orta boy işletmelere dayandığını söylemek mümkün. Devletten tayınlanmayan, çoğunlukla kendi yarattığı sinerji ile yaşamını sürdüren insanların kenti Gaziantep, ekonomik krizin pençesinde kıvranmıyor, daha kötüsünü yaşıyor. Kent, krizin etkilerini o kadar ağır ve sert yaşıyor ki adeta baygınlık geçiriyor. Bu kenti yeniden ayağa kaldırmak için ne yapılmalı, kimse de pek bilmiyor. 

Herkesin gözü kulağı dolarda ve mark'ta... Eline üç kuruş para geçiren yemiyor, içmiyor, harcamıyor; döviz büfesine koşturuyor. Daha bundan 5-6 yıl önce kentteki döviz büfesi sayısı 7-8'i geçmezken, şimdi neredeyse her köşe başında bir ďövizci açılmış. Yine de yetmiyor ve döviz büfelerinin ateşi hiç düşmüyor. Kurlar İstanbul-Kapalıçarşı ile neredeyse aynı anda değişiyor. Kapalıçarşı'daki döviz spekülatörlerinin çoğunun Gaziantepli ve Kilisli olması nedeni ile döviz büfelerinin İstanbul'la çok yoğun bağlantıları mevcut. Kısacası Gaziantep tam bir 'döviz sersemliği' içerisinde... Ayağa kalkarsa başını duvara vurup beyninin büyük hasar görmemesi için devletin acilen birşeyler yapması gerekiyor. 

Kent ekonomisi baygınlık haline girince, sokaklarda büyük işsiz kitleler dolaşmaya başlamış. Günlük gıdasını sağlamak isteyen özellikle vasıfsız veya az vasıflı genç kitle, kenti tam bir 'isportacı cenneti'ne çevirmiş. Her köşe başında yere açılmış bezler üzerinde çakmak, kalem pil, jilet, anahtarlık, taneyle sigara satmaya çalışanların haddi var hesabı yok. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, belki 'Buradan üç beş kuruş kazanç sağlasınlar, yoksa suça bulaşabilirler' mantığı ile işportacılara müdahale etmiyor. 

27 Ekim 2024 Pazar

ELMA SANDIĞI VE EKONOMİ

Cahit UYANIK 

ABD'de 1929'da başlayan 'Büyük Ekonomik Bunalım'dan kurtulmak çok zor olmuştu. ABD ekonomisi bunalıma birkaç günde girmemişti kuşkusuz... Krizden çıkmak için de uzun yıllar çaba sarf edilmesi gerekiyordu. New York'taki gökdelenlerden atlayarak intihar eden iş adamları ve borsa simsarları, bu krizin başladığının en belirgin simgeleri arasında yer alır.

Çok fazla bilinmese de 'elma sandığı' ise bu bunalımdan çıkışın görsel simgesidir. ABD krizi atlatmak için, insanların gelir düzeylerindeki müthiş gerileme nedeniyle 'talepsiz', bunun ardından 'üretimsiz' kalan ekonomiyi yeniden canlandırmaya çok uğraştı ve büyük kaynakları doğrudan topluma enjekte etti. İşte 'elma sandığı' bu uğraşta küçük gibi görünse de önemli bir rol oynadı. Nasıl mı? 

ABD Hükümeti, fakir güney ve orta bölge eyaletlerinden trenlere doldurup getirdiği elmaları, kuzeydeki büyük kentlere çalışmaya gelen işçilere neredeyse yok fiyatından sandık sandık dağıttı. Büyük kentlerin caddeleri, gündüz inşaatlarda çalışıp akşam saatlerinde sandıklarda sergilediği elmaları çok ucuz fiyattan satmaya çalışan işçilerle doldu. Hükümet böylece tarım sektörüne, dalında çürüyen ürünlerini doğrudan kendisi satın alarak destek verirken, bunları ek iş olarak sandıklarda satan işçilere de ilave gelir kaynaği ve satın alma gücü yaratıyordu. Soğuk iklimlerde yaşayan kent sakinleri de bu hoş kokulu ve besleyici meyveye ucuz fiyattan ulaşabiliyordu. 

Sonunda ABD kendisini büyük şoka uğratan bu bunalımdan,  devletin ekonomiyi canlandıran harcamaları sayesinde sıyrıldı. Hemen ardından 1941'de İkinci Dünya Savaşına girdi ve kazandı. Bugün ABD'nin dünyaya hükmeden ekonomik gücünün geri planında, o pas tutmuş çivileriyle çarpık çurpuk elma sandıklarının da payı vardır.

Türkiye ise halen İkinci Dünya Savaşı yıllarından bu yana gördüğü en ağır ekonomik bunalımlardan birini yaşıyor. Ancak ne yapılması gerektiği konusunda ortaya konulan çözüm önerilerinin hemen hepsi dış kaynaklı. Yabancı misyon şeflerinin sözleri, Türkiye'deki basiret sahibi insanlardan daha fazla dikkate alınıyor. Bir ata sözü tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söylüyor ama önümüze konulan çözümlerin tarihsel derinliği yok. İnsanlığın ekonomik krizlerden çıkışıyla ilgili ortak deneyimleri pek yansıtmıyor.