27 Şubat 2024 Salı

TÜRKİYE, TÜM SORUNLARINI EĞİTİM ODAKLI ÇÖZÜMLERLE AŞMAYI ÖĞRENMELİ

EĞİTİM ODAKLI ÇÖZÜMLER VE TÜRKİYE 

Cahit UYANIK 

Standard dergisi için epeyce süredir bir gazeteci gözüyle yazılar kaleme alıyorum. Bu seçkin derginin diğer yazar konukları ise çoğunlukla üniversite öğretim üyeleri. Hepsi de eğitim ve öğretim dünyasının içinde birer nefer gibi çalışıyorlar. Ayrıca akademik araştırmalarla bilimin ışığını yaşamımıza taşıyorlar. Bu sebeple günleri zaten eğitim ve öğretim sorunlarını tartışmakla  geçen sayfa komşularıma saygımdan dolayı bu konuda ahkam kesmeyeceğim. Türkiye'de eğitime ayrılan kaynakların ne kadar az olduğundan, devlet bütçesinin faizden kurtarılıp eğitime büyük pay ayırır hale gelmesi gereğinden de bahsetmeyeceğim. Çünkü zaten sayfa komşularım bu meseleleri derinlemesine ele alıp size yansıtıyorlar; dünyadaki modern eğitim sistemleri, eğitimin kalkınma sürecindeki önemi, eğitimde en son trendler gibi konuları çok iyi biliyorlar ve bize de öğretiyorlar. Sağolsunlar, varolsunlar.

Ama bir gazetecinin en önemli görevi güne ışık tutmak, karanlıklar içinde kalan olayları açığa çıkarmaktır. Peki basın, eğitim ele alındığında bu görevini yerine getirebiliyor mu? İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım: Hayır, basın bu görevi yeterince yapmıyor. Son rakamlara göre Türkiye'de 14 milyon ilk ve orta öğretim öğrencisi var. Buna üniversiteleri de eklersek sayı neredeyse 16 milyonu geçiyor. Yani her evde her gün eğitimle ilgili bir konu konuşulup tartışılıyor. Oysa gazetelerde, televizyonlarda bu konulara gösterilen duyarlılık neredeyse sıfır düzeyinde. Sadece okullar açılır ve kapanırken ele alınan eğitim meselesi için, basında ciddi bir uzmanlaşma yok. Günübirlik ve tepkisel bir yaklaşımla eğitimin sorunları topluma aktarılmaya çalışılıyor.

Türkiye'de çoğu konudaki kötüye gidiş eğilimi, basını da etkiledi. Eskiden her gazetenin, her haber ajansının çok iyi uzmanlaşmış eğitim muhabirleri vardı. Bunlar o kadar uzmanlaşmışlardı ki, konularını bir Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı veya Bakanı kadar iyi bilirlerdi. Ama şimdi ara ki böyle eğitim muhabirleri bulasın. Bu eksiklik elbette topluma bazı maliyetler çıkartıyor. Genel çizgileriyle bildiğimiz sorunların, insanların özel yaşamında nasıl değişimlere yol açtığını öğrenemiyoruz söz gelimi... Öğretmenlerin yıllardır süregelen maaş problemi buna çok güzel bir örnek. Bu konuyu zamanında ve yerinde bir şekilde; seyyar satıcılık, eğlence yerlerinde çalgıcılık, lokantada garsonluk yapan öğretmenleri bulup yansıtan basın, bunun bir adım ötesine geçemiyor. Oysa Japonya’da üniversite seçme sınavlarında en gözde mesleğin öğretmenlik olduğunu, öğretmenlerin Japon toplumunun en saygıdeğer kesimini oluşturduğunu bilmeliyiz. 'Japon Mucizesi'nin temelinde eğitimin yattığını görmeliyiz.

Türkiye, büyük tartışmaların ardından 1998 yılından itibaren 8 yıllık temel eğitime geçti. O yıllarda bu sistem değişikliğinin parasal maliyetinin 10 milyar doları aştığı hesaplanmıştı. Sırf bunun için bazı tüketim mallarına 'eğitime katkı payı' konuldu. Bu gizli vergi yıllardır devam ediyor ve toplum fedakarlık yapıyor. Acaba bu fedakarlığın ne kadarı yerinde harcanıyor? Bilmiyoruz. Çünkü bu konuda uzmanlaşmış muhabirler yok. Bu konulara el atan muhabirlerin haberleri ise gazete sayfalarında kendine yer bulamıyor. Çünkü tüm sayfalar gece hayatı, mankenler, sosyete, yolsuzluk, gereğinden fazla siyaset, trafik kazası, 150-200 şirketin işlem gördüğü sığ borsamıza ilişkin manipülasyon haberleri ile dolup taşıyor. Türk basını olarak bizim de kendimize çeki-düzen vermemiz gerekiyor. Daha 8 yıllık eğitimin seceresini çıkartamamış, topluma bu konunun önemini anlatamamışken, 11 veya 12 yıllık temel eğitimi nasıl tartışacağız? İnsanları 17-18 yaşına kadar okul sıralarında tutmanın veya tutmamanın maliyetini nasıl çıkartacağız?

Eğitim denilince bir başka konumuz ise gazeteci eğitimi. Türkiye'nin en ücra köşelerinde iletişim fakülteleri açılıyor, genç gazeteci adayları yetiştiriliyor. Ancak bu pırıl pırıl gazeteci adaylarını, ömürlerinin en aktif çağında işsizlik kabusu bekliyor. Çünkü Türkiye'de basın sektörü mezun sayısının çok az bir bölümünü istihdam edebiliyor. Oysa Batı'da gazetecilik bir yüksek lisans mesleği. Yani insanlar normal üniversite eğitimlerini avukat, iktisatçı, doktor, mühendis, psikolog olarak bitirdikten sonra gazeteciliği yüksek lisans düzeyinde öğreniyorlar. Türkiye'de ise daha kendi kendini tanıma fırsatı bulamamış gençlere, bir yaşam tarzı mesleği olan gazeteci olması kitap üzerinden öğretilmeye çalışılıyor. Ama sonuç pek başarılı değil.

Bu seferki yazımızda sırf kendi söküğümüzü dikmeye çalışmayacağız tabii... Söz gelimi şu ziraat mühendisleri olayı. Türkiye'de işsiz ziraat mühendisi sayısı 40 bini geçmiş. Acaba gereğinden fazla ziraat mühendisi mi eğittik? Yoksa eğittiklerimizi istihdam etmemek için özel bir gayret içinde miyiz? Ben bu sorunun cevabının ikincisinde olduğunu düşünüyorum. Nüfusunun halen yüzde 40'ı köylerde yaşayan, sanayisinin büyük bölümü tarıma dayalı olan, ihracat kalemlerinin büyük kısmını tarımsal sanayi ürünlerinin oluşturduğu Türkiye'de ziraat mühendisi neden işsiz kalsın ki? Türkiye'de tarımsal verimlilik Avrupa ülkelerinin onda birine kadar düşebiliyor. Bu açığı kapamamız için yapmamız gereken çok şey var. Yapacak kişiler de ağırlıklı olarak ziraat mühendisleri. Ama devlet hala düz memur almakta, onları da Türkiye'nin belli kentlerinde tutmakta ısrar ediyor. Ziraat mühendisi o zaman nasıl devlete girecek ki? Türkiye, geçtiğimiz günlerde Köy Enstitülerini yeniden tartışmaya başladı. Üstelik bu konuyu ortaya atan da yıllardır bu eğitim şekline karşı çıkanlardı. Tartışma bittiyse o zaman Köy Enstitülerini yeniden açmak için neyi bekliyoruz?

Bir başka konuya el atalım. Türkiye, 1980 sonrasında özel sektöre dayalı bir sermaye birikimi ve büyüme modeli içine girdi. Bu model sayesinde birçok kişi zenginleşti. Ama yeni zenginlerin eğitime ilgisi sınırlı. Hem ülke genelindeki eğitimle pek alakadar değiller hem de kendi işyerlerinde hizmet içi eğitimi pek sevmiyorlar. Oysa devlet eğitimle ilgili bağış ve harcamalara ciddi vergi teşvikleri veya muafiyetleri tanıyor. Daha yaz aylarında çıkan bir vergi kanunuyla eğitim ve sağlık harcamalarının vergiden düşülme oranları artırıldı. 

Devletin içinde bulunduğu kaynak sıkıntısı kısa zamanda aşılacak gibi değil. O zaman varlıklı kesimlerin gönüllü eğitim kampanyalarına daha büyük destek vermesi, ülkedeki genel eğitim stratejisi ile bağlantılı bir özel sektör eğitim stratejisi belirlemeleri gerekiyor. Bu yönde davranan birçok özel sektör kuruluşu var elbette... Ama bunlar yeterli değil. Eğitimsizlik ve ona bağlı sorunların toplumun içinde yaşayan herkesi bir gün etkileyebileceğinin anlaşılmasında fayda var. Bu konuları sırf devlete veya Dünya Bankasından alınacak üç-beş kuruş krediye endekslemek, ülkenin geleceğini paylaşmamak anlamına gelmiyor mu? Sadece İstanbul'da bile 30-40 bin arasında yeni derslik ihtiyaç olduğunu biliyor muyuz? İstanbul ki Türkiye'nin ekonomik gücünün neredeyse yüzde 40'ını bünyesinde tutuyor. Burnumuzun dibindeki soruna niye bigane kalıyoruz ki?

Klasik bir cümle ama yine de sarf etmeliyiz: Türkiye, nüfusu genç bir ülke. Bu hem avantajlı hem dezavantajlı olabilir. Eğer nüfusumuzu iyi eğitmezsek, eğittiklerimize iş yaratamazsak dezavantajımız açığa çıkar. Tıpkı şu günlerde olduğu gibi... İşsizlerinin üçte birini üniversite mezunlarının oluşturduğu bir ülkenin avantaj içinde olduğu söylenebilir mi? 

Günümüzde bilgi toplumuna doğru hızla ilerleyen dünyada en yeni tartışma ve merak konusu insan sermayesi ile entelektüel sermaye. Çünkü bilgiyi üretme ve yaratma gücüne sahip olan tek şey insan. Güçlü bilgisayarlar, hızlı giden uçaklar, üstün tıp teknolojilerini yapan, yine insan... Türkiye'nin bu gidişata ayak uydurması zorunlu. Nasıl ki 1960'lı yıllarda Avrupa'nın niteliksiz emek ihtiyacını karşıladık ve yıllar sonra bu bölgede güçlü bir Türk Lobisi oluşturduk; belki şimdi de iyi eğittiğimiz genç nüfusumuzu dünyanın dört bir yanına ihraç edebiliriz. Eğitimde çok boyutlu, kalkınma odaklı ve uluslararası taleplere uygun bir dönüşümü gerçekleştirmek zorundayız. Sırf okuma-yazma öğretmenin ötesine geçerek, genç nesilleri bilgisayar okur-yazarı yapmanın yollarını bulmalıyız. Sonuç olarak Türkiye, eğitim meselesini tüm sorunlarının çözüm odağına yerleştirmezse büyük sıkıntılar çekmeye devam edecektir. 

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Eylül-2003 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder