Cahit UYANIK
Türkiye 9-10 aydır ciddi bir Enflasyonla Mücadele Programı uyguluyor. Program süresince cevap aranan sorulardan belki de en önemlisi şu: Enflasyon ülkemizde 'gerçekten' düşecek mi? Bu soru hemen her gün hepimizin kafasında yankılanıp duruyor. Çünkü fiyat artışlarının devam etmesi umutlarımızı azaltıyor, bizi bazen karamsarlığa bile düşürüyor. Her ayın 3'ü akşamı geçmiş ayın enflasyonu belli olduğunda televizyon ekranlarında izlediğimiz çarşı-pazar röportajlarında "Bana göre enflasyon düşmüyor. Her pazara gelişimde fiyatlar artmış oluyor" diyen sokaktaki vatandaşlar bunun en açık kanıtı. Bu ortam aynı zamanda bir başka şeyin daha göstergesi: Enflasyon artık Türkiye'de hiç iyileşmeyeceği düşünülen 'ekonomik bir psikoz' haline dönüşmüş durumda.
Ama herşeye rağmen Enflasyonla Mücadele Programı devam ediyor. Rakamlar açıklanıyor, tahminler yürütülüyor, yabancı heyetler gelip gidiyor. Programın ana felsefesi, yıllardır yaşanan enflasyon olgusunun iyi analiz edildiğini gösteriyor. Türkiye'deki 'yapışkan enflasyon' olarak tarif edilen meselenin ekonomik boyutları kadar psikolojik ve sosyo-psikolojik boyutu da programda dikkate alınmış. Makro iktisat kitaplarında 'Bekleyiş ve Tercihler' başlığı altında küçük bir bölüm ayrılan ancak Türkiye'nin yaşadığı enflasyon sorunsalında önemli rol oynayan bu psikolojik boyut, programın temel mücadele konularından biri olarak seçilmiş. Nasıl mı?
Türkiye'de enflasyonist bekleyişlerle döviz kuru arasında ciddi bir bağ var. Dövizle ve dövizi baz alarak hesap yapmak yani 'dolarizasyon' toplumun vazgeçemediği bir alışkanlık. Bu psikolojinin temelinde 1980 öncesindeki 'kişilerin döviz bulundurmasının men edilmesi' yatıyor olabilir. Ayrıca 1985'ten sonra Türkiye'ye sıcak para akışını sağlamak için döviz kuru politikalarının 'en önemli araç' olarak kullanılması ve bunun geniş kitleler üzerinde bıraktığı psikolojik etkiler de dolarizasyonu hızlandıran ikinci etken gibi görünüyor. Anlayacağınız Türk toplumunun dövizle ilişkisi hep sorunlu olmuş. Hatta bu konuyu abartarak ülkenin içine düştüğü döviz rezervi krizi ile askeri ihtilalleri bağdaştıranlara bile rastlanabiliyor.
Artık giderek liberalleşen dünya genelinde döviz kurları en önemli iktisat politikalarından biri haline geliyor. Kitaplarda yazdığına göre döviz kuru bir ülkenin ekonomisini diğer ülke ekonomileri ile karşılaştırmakta kullanılan önemli bir araç. Ancak globalleşen dünyada çok çeşitli para birimlerinin bulunması, bu kıyaslamanın hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Bu sebeple bizim gibi görece geri kalmış ekonomiler para birimlerini, istikrarlı ve güçlü gelişmiş ekonomilerin paraları ile karşılaştırıyor ve ona göre ayarlamaya çalışıyor.
Türkiye'de döviz kuru, iktisat politikası rolünün yanı sıra insanların ve kurumların ekonomik ve finansal tercihleri ile bekleyişlerinin yansıdığı bir ayna gibi de düşünülüyor. Yani bir işletme geleceğe ait bekleyişlerini sadece piyasa koşullarına göre değil döviz kurunun geleceğine göre de ayarlıyor. Bir tüketici satın alacağı malı hemen dolar terazisine vurup, taksitli satışlardaki vade farkını döviz kuru artış beklentisiyle kıyaslıyor. Tasarruf sahibi ise mevduat, repo, Hazine bonosu ve borsa gibi yatırım araçlarının kazançlarını yan yana yazıp getiri karşılaştırmasında döviz kurunu bir tür temel kıyas ölçütü olarak kullanıyor.
Oysa normal dengelerin hüküm sürdüğü bir ekonomide bu görevi daha çok faiz oranları üstleniyor. Türkiye'de 'faiz oranı' beklentisi denilince akla hemen devletin taze kaynak bulma arayışı geliyor. Yani faizler, iç borçlanma ihale faiziyle olmaması gerektiği kadar ilişkili... İşte ekonomik programda döviz kurlarının 18 aylığına ve günü gününe ilan edilmesi, ikinci 18 ayda da uygulanacak döviz kuru yönteminin açıklanması, döviz beklentilerinden beslenen bu zararlı psikolojik boyutun azaltılmasını amaçlıyor.
Aslında hedef 2003 yılına yani programın sonuna gelindiğinde döviz kurunu zaten iyice düşürülmüş olan enflasyondan bağımsız bir değişkene dönüştürmek... Ekonomideki tüm karar ve işlemleri; milli para ve üretim ekonomisinin ihtiyaçlarına bağlı olarak değişen faiz oranları ile yönetip yönlendirmek... Ancak Türkiye'nin geride bıraktığı 10 aydaki döviz kuru uygulaması, yılların alışkanlığının henüz hiç kırılamadığını gösteriyor. Döviz mevduat hesaplarında çözülme yaşanmaması, bazı sektörlerde görülen yüksek oranlı zamlar ve dövize endeksli tüketici kredilerindeki canlanma dövize ilginin azalmadığının tipik işaretleri...
Türkiye'de döviz kurunu dengelemek ve psikolojik boyutunu ortadan kaldırmak kadar, çözümünde zor yol alınabilir bir başka mesele ise cari açık... Cari açık bir ekonominin kazandığından ne kadar fazla döviz harcadığını bize anlatıyor. Fazla da verebilen cari denge yani ödemeler bilançosu terazisi bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çoğunlukla açık yönünde gelişiyor. Çünkü ülkenin kalkınması için gerekli yatırım ve ara malı ithalat yoluyla karşılanıyor. İthalat kaleminin içine elbette tüketim malları da giriyor. İthalatın bu kaleminin kontrolsüz artış göstermesi, aynı alanda çalışan yerli işletmeleri tehdit ediyor. Bu tehlikenin ortaya çıkıp çıkmadığını anlamak için ithalatın kompozisyonunu dikkatle izlemek gerekiyor. Türkiye 1998'deki düşük oranlı büyüme, 1999'daki ekonomik küçülme sebebiyle 2000 yılında adeta bir 'ithalat patlaması' yaşıyor ve bu durum 'kontrol edilemeyen cari açık' korkularını besliyor. Bu patlamanın sebep olduğu cari açığa ancak kontrolden çıkmaması, ara ve yatırım malı kaynaklı olmasıyla ülkenin üretim kapasitesini artırması şartlarıyla olumlu bakılabilir.
Cari açıkla ilgili bir başka sorun da ham petrol fiyatlarındaki ani artış... Program başlatıldığından bu yana petrol fiyatları sürekli yükseliyor. Şu anki 35-36 dolarlık fiyatın kış aylarında 40-45 dolara yükselebileceği tahmin ediliyor. Bu, Türkiye'nin dış ve iç ekonomik dengelerini bozuyor. Petrol fiyatları arttıkça ülkenin ham petrol ithalatına ödediği döviz tutarı yükselip dış dengeleri bozuyor. Petrol fiyatlarındaki her 1 dolarlık artış Türkiye'nin yıllık döviz giderini 250-300 milyon dolar artırıyor. Petrol fiyatlarının ilkbahardan önce 25 dolara inmesi de pek beklenmiyor. Çünkü petrol üreticisi ülkeler kapasitelerinin sınırında üretim yapıyor ki üretim artışı yoluyla fiyat düşüşü mümkün değil.
Öte yandan iç ekonomik denge de enflasyonla mücadele çerçevesinde petrol fiyat artışlarının piyasaya yansıtılmaması sebebiyle tehdit altında... Devlet, zam gelmemesi için Akaryakıt Tüketim Vergisinin ürün fiyatı içindeki payını sürekli azaltınca, bütçe gelirleri olumsuz etkileniyor. Nihayetinde ekonomi yönetimi turizm gelirlerindeki artışın da etkisiyle yıl sonunda cari açığın 8 milyar dolar düzeyinde oluşacağını düşünüyor. Bu rakam Türkiye ekonomisinin kaldırabileceği bir büyüklük olarak değerlendiriliyor ama insan "Petrol fiyatları ılımlı seyretse herşey daha kolay olabilirdi" diye düşünmeden edemiyor.
Türkiye yaklaşık 40 yıllık 'döviz kuru sorunsalı'nda yeni bir evreye girmek üzere. Döviz kuru Türkiye ekonomisinin gerçek gücünü yansıtan bir gösterge olmaya doğru ilerliyor. Türkiye'de faiz-kur dengesinin kurulması, ekonominin iç ve dış unsurlarının dengelenmeye başlaması demek... Yani ekonomik büyümesi kadar ithal edip ürettiği kadar tüketen, hatalı faiz politikası sebebiyle tüketimini veya tasarrufunu ertelemeyen bir ekonomiden söz ediyorum. Bu sağlanıp işler yoluna girdiğinde enflasyonun kalıcı olarak, bir başka deyişle 'gerçekten' düşüp düşmediğini yanıtlamak daha kolaylaşabilir. Ama artık şu kesin: Türkiye ekonomisinde döviz kuru üzerine yıkılmış psikolojik boyut faiz politikasına doğru yönlendirilmedikçe, enflasyonda kalıcı düşüşü sağlamak hayalcilik olur. Türkiye faizi etkin bir araç olarak kullanacak ortamı oluşturduğu taktirde, dolarizasyondan kurtulup gerçek ekonomik dengesine kavuşabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder