17 Şubat 2024 Cumartesi

TÜRKİYE YENİ BİNYILA ELEKTRİK KESİNTİLERİYLE GIRİNCE, NÜKLEER SANTRAL TARTİŞMALARI HIZ KAZANMIŞTİ

ENERJİ POLİTİKALARI VE SOKAKTAKİ VATANDAŞ

Cahit UYANIK

Türkiye, 20'inci Yüzyıl'ın son günlerini elektrik kesintisi tartışmaları ile geçirdi. 21. Yüzyıl'ın ilk günlerinde de manzara ve ortam değişmedi. Kış koşulları biraz ağır basınca, enerji politikalarımızdaki bütün ayıp ve kusurlar ortaya dökülüp saçıldı. Geciken yatırımlar, doğal gaza aşırı bağlılığımız, nükleer santral konusundaki kararsızlığımız, enerji özelleştirmelerindeki acemiliklerimiz ve tezcanlılıklarımızın faturası önümüze konuluverdi. 

Hemen her konuda kendini Batı standartlarıyla kritik etmeye alışık olan toplum, elektrik kesintilerine büyük bir tahammülsüzlük gösterdi. Dile kolay yaklaşık 18-19 yıl aradan sonra Türk insanı yeniden bu tatsız uygulama ile karşılaşıyordu. Mum ile idare lambasını sadece 'dekoratif malzeme' olarak bilen ve gören bir kuşak yetişmişti. Elektrik kesintilerine o kadar hazırlıksız yakalandık ki, orada burada patlayan televizyonlar ve jeneratörler minik çocukların canına mal oldu; gencecik insanları hastanelik etti. İşin acı yönü bu kesintilerin, Türkiye'yi tüm dünyaya "Orta Asya'nın Enerji Terminali' olarak lanse etmeye çalıştığımız günlere denk gelmesiydi.

Peki Türkiye bu noktaya nasıl geldi? Soruya doğru cevaplar bulabilmek için ister istemez rakamlardan yararlanmak zorundayız. Önce en klasik rakamsal göstergeye bakalım. Türkiye'de -hızlı nüfus artışının da desteğiyle- kişi başına elektrik enerjisi tüketimi hızla yükseliyor. 1991 yılında kişi başına düşen tüketim 1.061 kilovatsaat düzeyinde iken, bu rakam 1995 yılına gelindiğinde yüzde 40'tan fazla artarak 1.417 kilovatsaata çıkmış. 1998 yılında ortalama tüketim 1.797 kilovatsaat düzeyinde gerçekleşmiş. 2000 yılında ise bu rakamın 1.964 kilovatsaata yükselmesi bekleniyor. Anlayacağınız 2001 yılında kişi başına elektrik tüketimi 2.000 kilovatsaatı aşacak. Buradan çıkan sonuç şu: Türkiye'nin geride kalan 10 yılda enerji talebi ikiye katlanmış. Türkiye'nin yakın gelecekte 70 milyonluk bir nüfusa yaklaşacağı ve insanların yaşam standartlarındaki iyileşme trendinin devam edeceğini kabul edersek, 2010 yılına kadar bu rakamın kişi başına 4.000 kilovatsaata çıkmayacağını kimse garanti edemez.

Talepteki bu patlamaya karşın elektrik enerjisi üretim kapasitesini tanımlayan kurulu güçte aynı gelişme yaşanmamış. 1991 yılında 17.206 megawatt düzeyindeki kurulu güç, yüzde 20 civarında artarak 1995'te 21.148 megavatt'a çıkabilmiş. Bu rakam 1998'de 23.352, 1999'da ise 26.449'a megawatt'a yükselmiş. 2000 yılında bu rakamın 28.542 megawatt'a çıkacağı hesaplanıyor. Açıkçası talepteki yüzde 100 artışa karşılık, kurulu güç sadece yüzde 65 düzeyinde geliştirilebilmiş. Buradan çıkan bir başka sonuç ise Türkiye'nin kurulu gücünü acilen 40.000 megawatt düzeylerine taşıması gerekliliği... Aksi taktirde Türkiye 70 milyonluk nüfusu ve kendisine 300 milyar dolarlık büyüklüğü hedeflemiş ekonomisinin elektrik ihtiyacını karşılayamayacak. Türkiye'nin 2001-2010 yılları arasında elektrik enerjisi üretimi, tüketimi ve kurulu gücü konusunda nasıl bir perspektife sahip olacağını, hazırlıkları devam eden 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı belirleyecek. 

Aslında Türkiye'deki enerji krizi 1997 yılından bu yana 'Geliyorum' diye bağırıyor. Bunun en önemli göstergesi elektrik ithalatının bu yıldan itibaren ciddi boyutlara ulaşması... Türkiye 1997'de 2.492, 1998'de 3.298 ve 1999'da 2.400 gigawatt-saat elektrik ithal etmiş. Bu rakamın 2000 yılında ise 3.350 gigawatt-saate ulaşması bekleniyor. İthalat rakamları tüketimin yüzde 2-3'ü düzeyinde bulunuyor. Türkiye'nin elektrik ithalatının 1995 yılında 'sıfır' düzeyinde olduğunu düşünürsek, dışa bağımlılığın birdenbire arttığını görebiliriz. 

Enerjideki dışa bağımlılığın ikinci boyutunu ise elektrik üretiminde kullanılan kaynaklara bakıldığında görmek mümkün. Büyük bir bölümünü ithal ettiğimiz doğal gaz, dışa bağımlılığımızın artmasında önemli bir faktör. 1990 yılında elektrik enerjisi üretiminde kullanılan doğal gazın oranı yüzde 17,9 iken, bu rakam 1995 yılında yüzde 19,3'e çıkmış. Doğal gazın toplam üretim kaynaklarına oranı 1998'de yüzde 22,4'e, 1999'da da -birden bire- yüzde 30'a yükselmiş. Doğal gazda bu oranın 2000 yılında yüzde 32,8 olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor. Gerek elektrik ithalatındaki ani artış gerekse doğal gazın diğer enerji üretim kaynaklarına göre büyük önem kazanmasının kısa zaman aralıkları içinde gerçekleşmesi; enerji politikalarımızın günübirlik kotarıldığını gösteriyor. 

Türkiye bir daha böyle bir enerji krizine düşmemek için neler yapmalı? Bu sorunun cevabı malum: Enerji kaynakları çeşitlendirilmeli, enerji yatırımları düzenli şekilde ve aksatılmadan sürdürülmeli. Cevabın bileşenleri incelendiğinde ise daha karmaşık bir tablo beliriyor. Belki de tablonun en can alıcı noktası, Türkiye'nin nükleer enerji konusunda vereceği kararla ilgili. Yerine daha sağlam ve güvenilir bir alternatif bulunmadıkça nükleer enerji Türkiye'nin kaçınılmaz tercihi olacak gibi görünüyor. 

Herşeyden önce nükleer santrallerde üretilen enerjinin birim fiyatı -hidrolik kaynaklar hariç- diğer kaynaklara göre çok ucuz. Bu fiyat kullanılan teknolojinin eskilik ve yeniliğine göre 1,5-3,5 cent yani 8 bin-20 bin TL arasında değişiyor. Yani nükleer enerjinin ortalama fiyatı 12-15 bin TL... Halen elektriğin satış fiyatının 35 bin TL düzeyinde olduğu düşünülürse, bu rakamın ne kadar uygun olduğu kolayca anlaşılabilir.

Ucuz elektrik hem sokaktaki vatandaşın ve dar gelirlilerin yaşam düzeyinin iyileşmesine katkıda bulunurken, hem de sanayinin mamül maliyetlerini  aşağıya çekecek. Türk üreticileri ve ihracatçıları günümüzde, rakiplerine göre 2-2,5 katı daha fazla fiyatla enerji satın alarak yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Üreticiler, bu maliyet unsurunu kayıt dışı ekonomiyi besleyen çeşitli unsurlarla (kaçak işçilik, düşük ücretler, gevşek vergi denetimleri vb.) dengeleyebiliyor. Türkiye'nin giderek artan kayıt dışılıkla mücadele eğilimine paralel olarak enerji maliyeti problemini hafifletmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra yüksek enerji fiyatları, ülkedeki enflasyoncu eğilimlerin kırılmasına da engel teşkil ediyor. Açıkçası Türkiye'nin nükleer enerji konusunda çevreyi sıfıra yakın riskle koruyan bir çözümü bulması, 21. Yüzyıl'daki izdüşümlerinin yönünü yakından ilgilendiriyor. 

Nükleer santralin hemen inşasına karar verilse bile 2008 yılından önce elektrik üretim sistemine katkıda bulunması mümkün değil. Bu nedenle Türkiye'nin önümüzdeki 8 yılı, mevcut kaynakların kullanıldığı sistemleri geliştirerek geçirmesi bir başka zorunluluk. Bu 8 yıl Türkiye'ye nükleer enerjinin yanı sıra diğer enerji kaynaklarının sistem içinde ne oranda yer alacaklarını belirlemesi açısından önemli bir fırsat tanıyor. 

2000-2008 süreci aynı zamanda enerji üretiminin nasıl özelleştirilmesi gerektiği ve elektrik piyasasındaki serbestleşmenin (liberalizasyon) sınırları konusunda da oturup düşünme fırsatı veriyor. Çünkü Türkiye, 1997 yılından bu yana içine düşeceğini kestirdiği enerji krizine çözüm ararken bazı hatalar yaptı. Söz gelimi yap-işlet-devret modeliyle yürütülen proje stokunun sistem ihtiyaçlarının üzerinde bir kapasite yaratacağı dile getiriliyor. Ayrıca bu projelerde devletin verdiği alım ve ödeme garantilerinin, maliyetlerin ve genel ekonominin üzerinde olumsuz bir ortam yaratacağı ifade ediliyor. 

Üstelik bu görüşler sektörde özelleştirmeye ve serbest piyasa oluşumuna karşı çıkan güçlerce değil, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından 2000 Yılı Ekonomik Programında savunuluyor. DPT, "YİD modeliyle gerçekleştirilecek projelerde enerji alımı ve fiyat garantisi verilmesi ve sözleşmelerin yüksek alım fiyatlarıyla bağıtlanması nedeniyle, sektörde uzun vadede rekabetin geçerli olacağı bir serbest piyasa düzeninin kurulabilmesi imkanı giderek sınırlanmakta, pahalı bir enerji sistemine dönüşüm gözlemlenmektedir" düşüncesini Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilmiş resmi bir dokümana dahil edebiliyor. 

DPT'nin kaygılarını Türkiye'ye önümüzdeki dönemde 5 milyar dolara yakın kredi vermeye hazırlanan Dünya Bankası da paylaşıyor olmalı ki, elektrik üretim, iletim ve dağıtım sistemlerinde kamu finansmanı açıklarına yama olması için alınan bazı özelleştirme kararlarının gözden geçirilmesini istiyor. Bu yazıya sığan ve sığmayan gelişmelerin gösterdiği gerçek şu ki; Türkiye önümüzdeki en az 5 yılı, enerji konularını konuşup tartışarak geçirecek. 

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Şubat-2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder