Cahit UYANIK
Türkiye'ye geçen yılsonunda Avrupa Birliği (AB) tam üyelik statüsü tanınmasının ardından esen güçlü rüzgar, 2000 yılının ilk yarısından itibaren durdu. Oysa Türkiye'nin yılbaşından sonra kolları sıvayarak kısa sürede büyük adımlar atması bekleniyordu. Aslında durgun geçen bu süreç Türkiye'nin kendi iç siyasi dengelerinin kurulması açısından önemliydi. AB Genel Sekreterliği Yasasının Meclis'te kabul edilmesi, koalisyon ortağı partilerden birinin lider düzeyinde konuya sahip çıkmasıyla mümkün olabildi ve gelişmeler -birazcık olsun- hız kazandı.
Temmuz ayı ortasında Ankara'yı ziyaret eden AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen'in karşısına 'ideal' düzeyde olmasa da 'tatminkar' bazı çalışmalar ile çıkılabildi. Türkiye-AB görüşmelerinde daha çok İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu tarafından hazırlanan bir rapor ele alındı. Rapor Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ne uyum sağlamak için neler yapması gerektiğini içeriyordu. AB'ye tam üye olabilmek adına demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilirken insan hakları ve azınlık haklarını korumayı garanti eden kurumlar oluşturulmasını kapsayan Kopenhag Kriterleri görüşme gündemindeydi.
Verheugen ile görüşmelerde 'ekonomi' ise pek ele alınmadı. Oysa Türkiye aynı günlerde enflasyonla mücadelenin yanı sıra ekonomisini tam anlamıyla AB'ye hazırlama amacını da içeren ciddi bir istikrar programının yedinci ayına girmişti. Ekonomiyle ilgili atılan bu adımlar, tarihsel perspektiften bakıldığında Türkiye için AB'ye tam üye olabilmek adına oldukça önemliydi. Çünkü Türkiye'nin 1963 yılından bu yana peşine düştüğü AB macerasında 'ekonomi' ile ilgili meseleler hep ön saflardaydı. 1973 yılında imzalanan Katma Protokol Türkiye ekonomisini AB ve dünya ekonomisinin rekabetine açmak için uzun soluklu bir yol haritasıydı.
Ekonominin ön planda olduğu Türkiye-AB ilişkileri tam üyelik başvurusunun yapıldığı 1987 yılına gelindiğinde de pek değişmemişti. Soğuk Savaş devam etseydi bu trendin aynen sürmesi bekleniyordu aslında... Böyle bir durumda AB ile ilişkiler, ekonomik hedeflerin ağırlıklı olarak hüküm sürdüğü bir yapılanmayla yoluna devam edebilirdi. Ancak Türkiye tam üyelik başvurusu yaptıktan birkaç yıl sonra yani 1990'larda Doğu Blokunun yıkılmasıyla çok şey farklılaştı. Bağımsızlaşan Doğu Avrupa ve bazı Balkan ülkeleri de AB'ye tam üyelik için başvurdu. AB ya Avrupa'nın önemli ülkelerinin toplandığı küçük bir 'dostlar kulübü' olarak kalacak ya da tüm Avrupa ülkelerini aynı çatı altında toplayan 'Birleşik Avrupa' idealini gerçekleştirmeyi gündemine alacaktı.
Tercih ikincisinde yana kullanılarak 'genişleme' yoluna gidilirken, tam üyelik koşulları demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı alanlarını içine alacak şekilde netleştirilerek geliştirildi. 'Birleşik Avrupa' hayata geçirilirken, tüm Avrupa vatandaşlarının ekonomi kadar hukuksal alanlardaki standartlarının da eşitlenerek yükseltilmesi açık bir hedef olarak ortaya konuldu. Çünkü yeni üye alınacak ülkelerdeki on milyonlarca insan, yarım yüzyıldır demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarından uzak yaşamıştı. Öyleyse tam üyeliğe kabulde öncelik bu konulara verilirken, sonrasında yani tam üyelik müzakereleri esnasında ekonomilerini iyileştirmeleri için onlara zengin Avrupalı ülkelerin yardım etmesi sağlanmalıydı.
Türkiye ise Doğu Avrupa ülkeleri ile başlayan tam üyelik görüşmeleri ile aynı zamanlarda yani 1996'dan itibaren, -Katma Protokolün süresinin dolmasıyla- AB ile ilişkilerde ekonomi ağırlıklı Gümrük Birliği Kararını kabul etti ve uygulamaya aldı. Böylelikle AB ile ilişkilerde bizim için ekonomi yine ön planda iken, tam üyeliğe ilişkin geliştirilen demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile ilgili yeni kriterler 'daha az önemli' olarak görüldü. Ancak AB'de gidişat değişmiş, 1993'te Kopenhag Kriterleri kabul edilmişti ve bu şartlar Türkiye'nin de tam üyelik müzakereleri için yeni bir çerçeve çizmişti.
AB ile neredeyse 30-35 yıldır hep ekonomik meseleler konuşulduğu için Türkiye'nin bu değişimi anlaması biraz zaman aldı. Türkiye için 'ekonomi' yine öncelikli iken, AB ekonominin yanı sıra insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokratik kurumların güçlendirilmesini de talep etmeye başladı. Türkiye'nin diğer kriterleri anlama ve algılama zorluğunun geri planında aslında, ekonomisinin AB ile rekabet edip edemeyeceği konusundaki yoğun tereddütler yatıyordu. Hatta rekabet edilemeyeceği kaygısıyla korkulu günler yaşayan kamuoyunu ikna etmek için "Ekonomi AB ile rekabet edemezse, diğer kriterlerin yerine getirilmesi de gündemden düşer. Bu nedenle ekonominin rekabet gücünü uygulamada anlamak için AB ile Gümrük Birliğine gidiliyor. Diğer tam üyelik kriterleri sonra ele alınacak" denildi. Yani Türkiye açısından ekonomi ağırlıklı Türkiye-AB ilişkileri anlayışı, Kopenhag Kriterlerine rağmen sürdürüldü.
İlerleyen zamanlarda Gümrük Birliği uygulandıkça Türkiye'nin tereddütlerinin yersiz olduğu anlaşıldı. 1960'larda başlayan planlı sanayileşme süreci ve 1980'den sonraki liberal ekonomiye geçiş tercihi Türkiye'yi AB ile rekabete hazırlamıştı. Birkaç küçük sarsıntı dışında ekonomi Gümrük Birliğini bünyesine uyarladı. Hatta bu anlaşmanın bazı avantajlarından yararlanarak 1997 ve 1998'deki globalleşme kaynaklı krizleri de (Uzak Doğu ve Rusya krizleri) küçük yaralarla atlattı. Çünkü Türkiye ekonomisi kendini 'istikrarlı pazar' olarak bilinen Avrupa'ya göre programlamıştı.
Aradan geçen 5 yılda Türkiye ekonomisinin gücü, artık AB tarafından hazırlanan tüm resmi raporlarda kendine yer buluyor. Ancak bu olumlu değerlendirmeler sadece rekabet gücü açısından geçerli. AB'nin 'Birleşik Avrupa' ideali kapsamında uygulamaya hazırlandığı 'Ekonomik ve Parasal Birlik'in koşullarına Türkiye yönünden bakıldığında aynı şey söylenebilir mi? Şimdi bu soruya cevap arayalım:
AB, 'Parasal Birlik' veya daha basit bir söylemle üye ülkelerin kendi ulusal para birimlerinden vazgeçerek 'Euro' adlı ortak bir para birimi kullanmaya başlayacağı şartları 1993 yılında 'Maastricht Ekonomik Kriterleri' adıyla ilan etmişti. Bu kriterler, AB ülkelerinde 'Euro' kullanabilmenin alt yapısını oluşturuyor. Farklı yapıya sahip üye ülke ekonomilerinin birbirine nasıl uyum göstererek aynı para birimini kullanabileceğini belirleyen Maastricht Ekonomik Kriterleri, bu çetrefilli konuya somut ve rakama dayalı ön şartlar getiriyor. Yani Gümrük Birliğinden sonra bu kez de Maastricht Ekonomik Kriterleri Türkiye açısından 'tam üyeliğe giden yolda geçilmesi gereken önemli ve yeni bir sınav' niteliğini taşıyor. Peki Maastricht Ekonomik Kriterleri nedir ve Türkiye şu anda bu kriterleri karşılayabiliyor mu? Bu kriterler ve Türkiye'nin durumunu tek tek ele alalım:
● Kriterlerden birincisine göre 'Parasal Birlik'e girebilmek için bütçe açığının GSYİH'ya oranının yüzde 3'ü geçmemesi gerekiyor. Oysa Türkiye'de bu oran halen yüzde 12. Yani rasyomuzun bir hayli düzeltime ihtiyacı var. Öyle ki Türkiye bu oranı 2000 yıl sonuna kadar ancak yüzde 11'e indirebileceğini açıklamıştı.
● Kriterlerden ikincisine göre toplam gayri safi (brüt) kamu borcunun GSYİH'nin yüzde 60'ını aşmaması zorunlu. Türkiye'de bu oran yüzde 55. Türkiye borçlara ait bu kriteri 'kıl payı' fark ile karşılıyor.
● Üçüncü kriter ise enflasyona ilişkin... Kritere göre bir ülkenin enflasyon oranı, AB içindeki en düşük enflasyona sahip 3 üye ülke ortalamasından en fazla 1,5 puan kadar fazla olabilir. Bu yıl 'Parasal Birlik'e üye ülkelerde enflasyon ortalamasının yüzde 1,5 olması bekleniyor. En iyi 3 ülke ortalamasının ise yüzde 1 düzeyinde gerçekleşeceği tahmin ediliyor. Türkiye ise 2000 yılında yüzde 25 enflasyon hedefliyor. Oysa 'Parasal Birlik' kapsamında bir ülke enflasyonu için izin verilen oran en fazla yüzde 2,5 (yüzde 1+yüzde 1,5)... Yani bizim enflasyon hedefimiz bile bu rakamdan 22,5 puan daha yüksek. Üstelik izlenen Ekonomik Program aynen gerçekleştiği taktirde Türkiye'de 2002 yılında bile enflasyon ancak yüzde 7'ye düşebilir. Yani Türkiye'nin enflasyon kriteri açısından AB şartına yakınlaşmak için daha çok yolu varmış gibi görünüyor.
● Dördüncü kriter ise uzun dönemli faiz oranları... Bu kriterde de AB içinde en iyi durumdaki 3 ülkenin faiz oranları ortalamasının azami 2 puan fazlasına kadar bir uzun vadeli faiz oranına sahip olunabiliyor. 'Parasal Birlik'e üye 11 AB ülkesinde uzun vadeli faiz oranı ortalaması yüzde 5. En iyi uzun vadeli faiz oranına sahip 3 ülkeye ait bir veri bulamadım ama herhangi bir tam üyelik durumunda Türkiye'deki faizlerin en fazla yüzde 5-7 arasında olmasına izin verileceğini söyleyebiliriz. Ancak uygulanmakta olan İstikrar Programı sonrasında bu oran bizde yüzde 27. Uzun vadeli enflasyon hedefleri ile dolaylı ilişkisi olan bu kriterin, fiyat artışları kararlı biçimde tek haneli oranlara indirilmeden tutturulması zor görünüyor.
● Beşinci Maastricht Ekonomik Kriteri ise 'Fiyat İstikrarı Kriteri' olarak biliniyor. İlgili ülkenin para biriminin Avrupa Para Sistemi tarafından öngörülen dalgalanma paylarına (Değer yitirme veya değer kazanma) en az 2 yıl boyunca uyum göstermiş olması gerekli. Yani paranın değerinde ani ve şiddetli değişimler meydana gelmemesi isteniyor. Bu da diğer kriterlerle doğrudan ilişki kurulmasını gerektirirken, onlara bir zaman boyutu da katıyor. Türkiye halen 2001-Temmuz ayı başına kadar uygulayacağı tüm döviz kurlarını ilan etti. Bu kriterde istenen şartlara yakın bir kur sistemi ve dolayısıyla parasal sistem ancak gelecek yıl ortasından sonra uygulamaya alınabilir. Yani bu kriterde de Türkiye açısından bir belirsizlik ve henüz bu önemli kriteri yerine getirememe unsuru var.
● Son ve altıncı Maastricht Ekonomik Kriteri ise rakamsal değil yapısal bir özellik taşıyor. Bu kriter siyaset kurumuna karşı merkez bankalarının bağımsız bir yapıya kavuşturulmasını şart koşuyor. Türkiye'de 1994 Ekonomik Krizinden sonra bu meselede bazı olumlu adımlar atıldı. Hazine-Merkez Bankası ilişkileri üzerinden, merkez bankasını siyasetçilere karşı güçlendiren ve bağımsızlığını artıran bazı düzenlemelere gidildi. Bu alanda yapılacak başka önemli düzenlemeler de olduğu biliniyor. İyileştirmeleri yapma niyetinin sürmesi nedeniyle Türkiye'nin bu kriteri -biraz eksik de olsa- karşılayabildiğini söyleyebiliriz.
Gördüğünüz gibi Türkiye'ye söz gelimi bu yıl itibarıyla Maastricht Ekonomik Kriterlerini yerine getirmesi gerektiği söylense; 4'ünde 'başarısız' ikisinde ise 'başarılı' sayılabilir. Tutturulamayan kriterler hem kamu hem de özel sektörü yani herkesi ilgilendiriyor. Öyleyse Maastricht Ekonomik Kriterlerini yerine getirmek için nereden bakılırsa bakılsın 2006-2007 yılına kadar çok ciddi bir ekonomik programın kararlılıkla uygulanması gerekiyor. Özellikle beşinci kriter yani fiyat istikrarı kriteri bir ülkeyi günü kurtarmaya değil uzun vadeli ekonomik politikalar izlemeye mecbur kılıyor. Uzun vadeli politikaların kapsamına ise düşük enflasyon ve düşük uzun vadeli faiz oranları (üretim yatırımlarını ilgilendiren faiz oranı) giriyor.
Yazının başında artık demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, mevzuat uyumu gibi meselelerin; Türkiye-AB arasındaki ilişkilerin geleceğinde ekonomik ilişkiler kadar önemli rol oynayacağını söylemiştik. Türkiye, şimdilerde AB'nin yönlendirmesiyle bu yeni meselelere büyük önem veriyor ve şartları sağlamaya çabalıyor. Ancak Türkiye ekonomi açısından da AB'ye hazır değil. Ekonomimiz rekabet gücü açısından AB ile baş edebilir görünse de 'Ekonomik ve Parasal Birlik' şartlarını karşılamak yönünden iyi durumda değil. Ancak bu tablo kamuoyunda demokrasi ve insan hakları ile ilgili kriterler kadar bilinmiyor ve önemsenmeyerek ihmal ediliyor.
Demokrasi ve insan haklarıyla ilgili konuların ekonomik istikrarımızla doğrudan bir ilişkisi var mı peki? Bu soruya başka sorular ile cevap verilebilir: Acaba 3 bin dolarlık kişi başına düşen gelir ile (hem de adaletsiz dağılan) insan hakları, demokrasi gibi ulvi kavramlar Türkiye'de ne kadar kendisine hayat şansı bulabilir? Acaba ideale yakın demokrasiye sahip bir AB ülkesinin hangisinde, bizde olduğu gibi nüfusun dörtte biri (yani 16 milyon kişi) açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaktadır? Cevaplar belli.
Öyleyse demokrasi ve insan hakları gibi kavramların ancak giderek güçlenen veya güçlü bir ekonomide yeşerip büyüyebildiğini kabul etmeliyiz. Bu kabul bizi AB ile ilişkilerde açmaz ve tuzaklara düşmekten koruyabilir. Bazen ihmal ederek unuttuğumuz ekonomimizin güçlenmesi gereğini AB'deki dostlarımıza zaman zaman hatırlatmalıyız. Türkiye ekonomisinin güçlenmesinin AB'nin de savunduğu insanlık ideallerine uygun bir ülkeyi yaratmakta vazgeçilmez yol olduğunu onlara anlatabilmeliyiz. Kesintilere rağmen 'demokrasi içinde kalkınma modeli'nden vazgeçmeyen Türkiye'nin gelişmiş ülkeler düzeyine yükselmesinin bizatihi AB'nin lehine olacağını ve bu yolda Türkiye'ye maddi veya maddi olmayan her türlü desteğin verilmesi gerektiğini Avrupalı dostlarımıza her fırsatta iletebilmelyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder