29 Kasım 2024 Cuma

EKONOMİ PENCERESİ / ENFLASYONDA KALICI DÜŞÜŞÜ SAĞLAMAK

Cahit UYANIK 

Türkiye 2001 yılına morali bozuk bir şekilde girdi. Yaşanan son mali krizi bir yana bırakırsak, hedeflenen enflasyon rakamlarından önemli sapmalar yaşandı. Daha çok sanayici ve iş adamlarını ilgilendiren toptan eşya fiyatlarında yıllık yüzde 20 olarak hedeflenen rakam, yüzde 32,7 düzeyinde gerçekleşti. Geniş halk kitlelerini ilgilendiren tüketici eşya fiyatlarında ise ulaşılan yüzde 39'luk rakam, hedeften 14 puan uzaklaşıldığını gösteriyordu.

Hükümet 2001 yılı için ise yine hayli iddialı enflasyon hedefleri öngörüyor. Toptan eşyada yüzde 10, tüketici eşya fiyatlarında da yüzde 12'lik hedef mevcut. Bu hedeflerin 2002 yılında da tek haneli sayılara indirileceği açıklandı. Şimdilik hedefler 2002 için sırasıyla yüzde 7 ve yüzde 9...

Bu rakamlar ilk  bakışta 'rüya gibi' görünüyor. Türkiye daha 1994 yılında yüzde 150'yi aşan enflasyon rakamlarını yaşadığından ve daha sonraki dönemde enflasyonun yüzde 60-80 bandına oturduğunu gördüğümüzden; yüzde 10'lu rakamları anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa yazının başında ifade ettiğimiz 2000 yılı enflasyon gerçekleşmeleri bile son 14 yılın en düşük fiyat artış düzeyi idi. Türkiye bu rakamlar ile -yaklaşık 25 yıldır boğuştuğu enflasyon sorununda- 1986'daki fiyat artış düzeyine inebildi. Şimdi hedef, enflasyonda 9-10 yıl daha gerideki rakamı yani 1975-1976 Türkiyesini yakalamak...

Son 25 yıllık dönem Türkiye ekonomisinin birçok yapısal değişim sürecini yaşadığı bir zaman aralığı oldu. Serbest piyasaya geçiş, özelleştirme, para ve sermaye piyasalarının olgunlaşması, ihracat atılımı akla ilk gelen yapısal refomlar. Batı'da zamana yayılarak ve yaklaşık 150-200 yılda yavaş yavaş ve doğal trendinde yaşanan bu süreçler, Türkiye'de çeyrek asra sığdırılmaya çalışıldı. Ama ekonomik dönüşüm hız kazandıkça toplum, bunların gerisinde kaldı. Toplumsal dönüşüm daha çok 'tüketim ve tüketici kültürü' üzerinde köklü değişiklikler yaptı. Öte yandan bu değişim ve dönüşümler yeterli alt yapılarla desteklenmediği için,  toplumda 'ahlak çöküntüsü' problemi ortaya çıktı. 

28 Kasım 2024 Perşembe

FED, PCE'YE (KİŞİSEL TÜKETİM HARCAMALARI FİYAT ENDEKSİ) NEDEN DAHA FAZLA ÖNEM VERİYOR?

Cahit UYANIK 

Artık klişeleşmiş bir söylem var: ABD Merkez Bankası (FED) ekonomiyi izlerken ve faiz kararı verirken Kişisel Tüketim Harcamaları Fiyat Endeksine (PCE) daha fazla dikkat ediyor; Tüketici Fiyat Endeksini (CPI) ise daha az önemsiyor. Peki neden böyle? 

Bu soruya cevap aradığımızda CPI ile kıyaslandığında PCE'in yapısı itibarıyla ekonomideki tüketim, fiyatlar ve dolayısıyla fiyat artış eğilimlerini daha geniş bir şekilde kapsayabildiğini ve PCE'de kullanılan hesaplama formülünün daha dinamik olduğunu görüyoruz. Bu konuda size; ABD Çalışma İstatistikleri Bürosunun (BLS) paylaştığı iki çalışmanın özetini sunuyorum:

ABD Tüketici Fiyat Endeksi (CPI) ile Kişisel Tüketim Harcamaları Fiyat Endeksi (PCE) arasındaki farklar:

Amerika Birleşik Devletleri'nde tüketicilerin mal ve hizmetler için ödediği fiyatların iki temel ölçüsü vardır. Bunlardan biri Çalışma İstatistikleri Bürosu (BLS) tarafından üretilen Tüketici Fiyat Endeksi'dir (CPI); diğeri ise Ekonomik Analiz Bürosu (BEA) tarafından hazırlanan Kişisel Tüketim Harcamaları (PCE) fiyat endeksidir. 

Bu iki endeks farklı şekilde oluşturulmuştur ve zaman içinde farklı davranma eğilimindedir. Örneğin, 2010'un dördüncü çeyreğinde CPI yıllık yüzde 2,6 oranında artarken, PCE yıllık yüzde 1,7 oranında arttı, bu da 0,9 puanlık bir farktır.

316 TL'DEN 1.250 TL'YE ARTIRILAN DEPREM SİGORTASI PRİMİ İLE ENFLASYON DÜŞER Mİ?

Cahit UYANIK

Evimin deprem sigortası-dask yenilemesi gelmişti. 

Gecen yıl 316 tl olan poliçe 1.250 tl olmuş. Artış 4 kata yakın yuzde 395...

Dask'ların şöyle bir sorunu vardı: Prim az ödenince, bir hasar durumunda alınacak tazminat da az oluyordu. 2023 Subat ayından sonraki depremde sigorta şirketleri oldukça az tazminatlar ödediler, insanlar mağdur oldu. Hem enflasyonun etkisini yansıtmak hem de tazminatları evlerin gercek degerine yakın ödemek için böyle bir aşırı artış yoluna gitmişler sanırım...

Bütün bunlar iyi de... Yüzde 17,5 olarak ilan edilen 2025 enflasyon hedefi varken dask primini yüzde 395 artırmak doğru değil. 

Enflasyonla mücadelede uyguladıgımız 'Enflasyon Hedeflemesi Modeli'nde herkesten önce devletin bu tip zamlarda kendi ilan ettiği hedefe uyması gerekir ki diğer ekonomik aktörler de devlete bakıp bu ilan edilen hedefe uysun. TÜİK ve TCMB hep hizmet enflasyonundaki katılığın genel enflasyonu yukarıda tuttugunu söylüyorlar. E siz sigorta primini yüzde 395 artırırsanız bu hizmet enflasyonu 'ılımlı artış'a döner mi? Hem yap et tut, hem kusuru üstünden at... Oh ne ala, mualla... Pardon ya; Oh ne ala, Mehmet Şimşek😀

Bu anlayış devam ederse; 2025-Kasım ayındaki yenilememde DASK poliçemin 4-5 bin tl olacağını öngörüyorum... 

🤪

(Bu yazı 28 Kasım 2024 tarihinde WhatApp kanalımda paylaşılmıştır.)



26 Kasım 2024 Salı

BAŞKENTTEN YANSIMALAR/ HOŞ GELDİN TÜSİAD

Cahit UYANIK 

Geçen hafta sonunda Ankara'da en fazla tartışılan konu TÜSİAD'ın Irak'a asker gönderilmesi konusunda yaptığı çarktı. Daha Ocak-Şubat aylarında çiçeği burnundaki ve emanet başbakana sahip hükümete "Irak'a asker göndermezsek fena olur ha!" diye göz dağı veren TÜSİAD'a ne olmuştu böyle? 

Üstelik bu açıklama öğleden sonra saatlerinde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı olduğu biline biline yapılmıştı. Yoksa bu açıklama kendi içinde fikir ayrılıklarına sahip olan MGK üyelerinin bazılarına verilmeye başlanan bir destek miydi? Hal öyle ise bu MGK üyeleri kimlerdi? Ya da TÜSİAD 2003-Ocak ayı konjonktüründe 200 yıllık Avrupalılaşma hedefimizi bir kenara koyup "Biz işimize bakalım yahu... AB filan hikaye, şimdi para Irak'ta..." mı demişti? Geçen hafta sonundaysa TÜSİAD, savaş bitip Türkiye para kazanmaya başlayınca 'barışın da ciddi bir kazanç yolu olabileceğini' mi anlamıştı ve çark etmişti? 

Bu spekülasyonları bitirmek ve tavır değişikliğine ilişkin açıklama yapmak TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan'ın boynunun borcudur. Şimdi olmazsa yarın, yarın olmazsa Ocak-2004'teki Genel Kurul'da bu açıklamayı duymak isteyeceğiz. Yıllarını 'Dün dündür, bugün bugündür' felsefesinin acımasızlığina feda etmiş bir kuşak olarak benzeri şeyleri yaşamak istemeyiz doğrusu...

Sahiden Türkiye'de neler oluyor? Neden başta hükümet, TSK, sivil toplum örgütleri olmak üzere herkesin kafası karışık? Irak Meselesi konusunda tutarlı bir tavır takınan kimse yok mu? Elbette var. Bunların başında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer geliyor. ABD Başkanı George Bush'a bile 'uluslararası meşruiyet zemini'ni hatırlatabilen Sezer'in elindeki ölçüt ise basit: Hukuk.

BAŞKENTTEN YANSIMALAR/ DEĞİL OĞLU DEĞİL

Cahit UYANIK 

Bugünlerde Ankara'daki en büyük sır ABD Kredisi... Bu konudaki imkan, neden 'hibe' olarak kullanılmadı, belli değil. Kredinin 'ucuz' olduğu ifade edilen faiz oranı ne kadar, belli değil. Krediye Pentagon şartı neden eklendi, belli değil. Kredi neden IMF-DB Yarıyıl Toplantıları esnasında imzalandı, belli değil. Kredi görüşmelerine askerler katıldı mı,  belli değil. Yani bu kredinin neresine el atarsanız atın, tek sonuç çıkıyor: Değil oğlu değil.

Muhalefet partisi çırpınıyor; Baykal uzun zamandır bıraktığı 'hırçın' havalarına yeniden dönüş sinyalleri verip İSO Meclisinde memleketin reel sektör temsilcilerini uyarıyor ama kimse dinlemiyor. O ünlü sivil toplumun temsilcileri TOBB, TÜSİAD, TİM, TİSK ve diğerleri adeta ağızlarına taş almış, konuşmuyor. Sadece ortada '8,5 milyar doların piyasalarda yarattığı olumlu hava' teranesi dönüp duruyor. Simsarlar mutlu, alım-satım arttı ya, komisyon haneleri kabardı ya, gerisini boş ver... Borçlandığı için neredeyse göbek atacak bir millet olarak tarihe geçiyoruz, haberimiz yok mu? Var, var...

Anlaşılan bu konu önümüzdeki hafta açılacak Meclis'te en hararetli tartışma konularından birini oluşturacak. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan'ın hayli terleyeceğini söylemek abartılı değil. 

24 Kasım 2024 Pazar

BAŞKENTTEN YANSIMALAR / 'BEYAZ KUMAŞ' İHTİYACI

Cahit UYANIK 

Beyaz renk genellikle saflık, temizlik ve dürüstlüğü temsil eder. İnsan oğlu doğduğunda bembeyaz zıbınlara sarılıp ana kucağına verilir. Hastalandığımızda  beyaz giysileri içindeki doktor ve hemşireler ile beyaz duvarları arasında hastanelerde şifa ararız. İslamiyette insanın öbür dünyaya götürebileceği tek mal-mülk de beyaz renkli birkaç metrelik kefen parçasıdır. İnsan oğlu bu büyük hesaplaşma noktasına, dünyada ilk karşılaştığı nesnenin rengiyle aynı bir başka nesne ile yolculuk eder. 

Hafta sonunda 'Beyaz Enerji Operasyonu' çerçevesinde bir politikacı eskisi ile bazı bürokratlar ve bir iş adamının jandarma tarafından göz altına alındığı haberini duyduğumda aklıma beyaz renkle ilgili bu düşünceler üşüştü. Gözaltına alınanların suçlu olup olmadığı yürütülecek soruşturma ve açılacak dava sonucunda belli olacak. Ama kesin olan şu ki ülkemiz ve toplumumuzda 'beyazlık ihtiyacı' giderek artıyor.

Daha önce de bu köşede dile getirmiştim: Bu ülkede yolsuzluk sadece özel bankalarda, gümrüklerde ve Maliye'de yaşanmıyor. Devletin her yıl düzenlediği 40-60 bin adet alım-satım ihalesinin çok büyük bölümü hileli... Okulların yaptığı ihalelerde kantin mafyası, devlet dairelerinin tümünde temizlik şirketleri mafyası, hastane malzemesi alımlarında medikalciler mafyası, sosyal güvenlik kurumları ilaç alımlarında ilaç kupürü mafyası, yargıda para karşılığı karar çıkartma mafyası, kamuya akaryakıt alımlarında yakıt mafyası, hastane otoparklarında otopark mafyası, okul kitaplarında kitap mafyası var.

Bu listeyi daha fazla uzatabiliriz. Ancak mafyaların hepsinin ortak özelliği şu: Bunların devlet içinde bürokratlar, zaman zaman siyasetçilere kadar uzanan elleri kolları var. İlişki bazen siyasi partilerin il ve ilçe başkanları aracılığıyla kuruluyor. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

DEVLET 2009'DA 14,7 MİLYAR YTL'LİK VERGİDEN VAZGEÇTİ

Cahit UYANIK - Ankara

Vergi istisna ve muafiyetleri sebebiyle vazgeçilen gelirlerin önümüzdeki yılki faturası 14,7 milyar YTL olacak. 'Vergi harcaması' olarak da adlandırılan vazgeçilen gelirlerin vergi türlerine göre dağılımında ise Gelir Vergisi Kanunu sebebiyle tanınan istisna ve muafiyetler 9,7 milyar YTL ile başı çekiyor.

Türkiye'de vergi sistemi üzerinden tanınan istisna ve muafiyetlerin devlet için ne kadarlık bir gelir kaybına sebep olduğu daha önce açıklanmıyordu. Ancak bütçenin daha şeffaflaştırılması ilkesinden hareketle, son 2 yıldır vergi harcamalarının büyüklüğü hesaplanıp ilan ediliyor.

Beklentiden yüksek 

Her yıl bütçe kanunu tasarısında yer verilen tabloda, görüşülecek bütçe yılının yanı sıra önümüzdeki iki yıla ilişkin tahminler de yer alıyor. Bu tahminler verilen veya vazgeçilen istisna ve muafiyetlere göre revize ediliyor. 

22 Kasım 2024 Cuma

'EKONOMİ PENCERESİ / ACI VATAN'DA TÜRK GİRİŞİMCİLİĞİ DEVLEŞİYOR

Cahit UYANIK 

Bu köşeyi sürekli izleyenler zaman zaman, gurbetçilerimizin Avrupa genelinde ve Almanya özelinde giderek nasıl önemli bir girişimci kitleye dönüştüğünü anlattığımızı bilirler. Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) ve Avrupa'daki Türk İş Adamları Derneğinin (ATİAD) raporlarındaki tespit ve rakamlara dayalı olarak yazıya döktüğümüz birçok şeyi geçtiğimiz günlerdeki bir Almanya seyahatinde gözlerimizle izleme fırsatı doğdu. Biliyorum bu derginin okurlarının çoğunun bir ayağı yurt dışında ve çoğunlukla da Almanya'da... Ama biz gazeteciler olarak bilgi ve enformasyonu daha pratik şekilde yoğurup aktarma konusunda çalıştığımız için, Almanya'daki Türk girişimcilerini bir de bu gözle okuyun derim.

Almanya'daki Türk girişimciliğinin ulaştığı nokta sahiden abartılı değil. Elimde tam 500 sayfalık bir iş rehberi bulunuyor. Bu rehber sadece Kuzey Ren Westfalya eyaletini kapsıyor. Her tarafı tıklım tıklım işyeri ilanları ile dolu olan rehbere göre, Türk işletmeleri bu eyalette 103 bin kişiye istihdam sağlıyor. Rehbere bir yazı yazan eyaletin Çalışma ve Ekonomi Bakanı Harald Schartau, Türklerin artık birçok alanda faaliyet gösterir hale geldiğini belirterek eyaletindeki Türk işletme sayısını 20 bin 500 olarak açıklıyor. 

Rehber dikkatle incelendiğinde Türklerin artık gıdanın yanı sıra otomobil bayiliği, düğün salonu işletmeciliği, yayıncılık, şarapçılık, elektrik-elektronik eşya ticareti, turizm, sigorta acenteliği,  kuaförlük, kuyumculuk, avukatlık, muhasebecilik, mobilyacılık, ehliyet kursu işletmeciliği, müzik okulu, internet kafeciliği, matbaacılık, makine ticareti ve doktorluk da yaptığını görüyoruz. 

Köln'ün merkezindeki muhteşem görünümlü, gotik tarzı 500 yıllık Köln Katedralinin 50 metre ilerisindeki caddede ise giyim eşyası satan birçok moda evi var ki bu işyerleri Türk kadınları tarafından işletiliyor. Yani artık gurbetçilerin eşleri ve kızları da girişimci olmuş. Yaklaşık 80 bin Türk'ün yaşadığı Köln'de her adım başı bir Türk işletmesine rastlamak çok normal.

Türklerin uygun zemin sağlandığında girişimcilikte gösterdiği başarı Almanları da hayli etkilemiş. Almanya'da işsizliğin giderek artmasıyla birlikte 2003 başında uygulamaya konulan 'Ich AG' adlı işsizleri işyeri açmaya yönelten teşvik, şu günlerde hayli konuşuluyor. Dile kolay, Almanya'da işsiz sayısı tam 4,5 milyon kişi... Ich AG Programı, 3 yıl sürüyor ve işsizlere yeni işyeri açması halinde ilk yıl ayda 600, ikinci yıl ayda 360 ve son yılda da aylık 240 euro parasal destek verilmesi öngörülüyor. İşsizler ve dolayısıyla gurbetçiler işsizlik sigortasından 'geçiş dönemi parası' almak yerine, yeni bir işyeri kurup asgariden daha yüksek bir geçim düzeyi yakalamaya özendiriliyor.

ANKARA'NIN GELECEĞİ VE OSB'LER

Cahit UYANIK 

Ankara, Türkiye'nin kalbi. Siyasi ve ekonomik kararların önemli olan hemen hepsi burada alınıyor. Bu kararlar Doğu'da, Güney Doğu'da, Karadeniz'de veya Ege'deki bir kentin, ilçenin kaderini kökten değiştirebiliyor. Ama mum dibine ışık vermezmiş derler. Ankara kendinden yüzlerce kilometre ötedeki bir yerleşim yerinin makus talihini yenecek kararlara imza atarken adeta  kendini unutmuş...

Ankara görmüş geçirmiş ve kadim geçmişiyle genç bir çınara benzeyen Cumhuriyet'e ev sahipliği yapmanın olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada yaşıyor. Ankara bakanlık ve önemli genel müdürlüklerin toplandığı bir merkez. Yani Ankara'da bürokrasi çok güçlü; insanlar eğitimli ve kültürlü. Ancak Ankara'ya 'memur şehri' demeye içim elvermiyor. Çünkü Ankara bünyesinde, her zaman Türkiye'yi değiştirip dönüştürebilecek 'güçlü bir öz' barındırıyor. Oysa memur denilince insanın aklına bir 'tek düzelik' geliyor. 

Yazının başında Ankara'yı etrafına ışık veren ancak kendisini ihmal eden bir muma benzetmiştim. Ama inanıyorum ki 1'inci Organize Sanayi Bölgesi bu kısır döngünün ve yanlış düşüncenin kırıldığı bir simge olacak. Ankaralıların sanayici ve iş adamları bu bölgedeki başarılarıyla Başkent'e kazandırılacak 2'inci Organize Sanayi Bölgesinin de yolunu açacaklar. Ankara nüfus yoğunluğu, coğrafi konumu ve vaat ettiği gelecek itibarıyla bunu başarabilecek koşullara sahip.

21 Kasım 2024 Perşembe

ABD'DEKİ KRİZ VE TÜRKİYE İÇİN FIRSATLAR

Cahit UYANIK 

Enron Skandalından sonra patlak veren Worldcom ve Xerox skandalları, dünyada globalizmin şampiyonluğu ve bayraktarlığını yapan Amerika Birleşik Devletlerini (ABD) derinden sarstı. ABD'de globalizmi 'bu ülkenin solcuları' olarak bilinen Demokratlar tezgahlamıştı. Bill Clinton başkanlığındaki ABD Hükümeti, 'Yükselen Pazarlar Stratejisi'ni ortaya koyarak dünyada sermayenin gezip dolaşabileceği 15 ana otoyol yani 'gelişmekte olan ülke' belirlemişti. Sermaye dünyadaki üç büyük blok yani ABD öncülüğündeki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA), Avrupa Birliği (AB) ve Japonya önderliğindeki Uzak Doğu Blokunun yanı sıra bu 15 ülkeye de rahatça giriş-çıkış yapabilecekti. Bu 15 ülkeden biri de Türkiye idi. 

Bu plan 4-5 yıl iyi işledikten sonra aksamaya başladı. Sıcak paranın sağladığı 'sahte cennet'le iktidara gelen partiler, gittikçe yükselen borç/milli gelir oranları ile yatırım yapamaz, dolayısıyla istihdam yaratamaz hale geldiler. Sonuçta büyük işsizlik, iç burkan sosyal patlamalar ve stres dolu siyasi buhranlar eşliğinde 'global krizler' dönemi ortaya çıktı. Rusya, Güney Kore, Tayland, Malezya, Endonezya, Arjantin ve Türkiye bu girdabın içine düştüler. Yani sıcak paranın etkisiyle yaratılan sahte cennetler, halkın yaşadığı soğuk gerçeklerle yüz yüze gelince ülke ekonomilerinde büyük fırtınalar koptu. Sahte cennetin faturası 'gerçek cehennem' manzaraları ile ödendi ve ödeniyor.

Bu fırtınadan kurtulabilen birkaç ülke elbette var. Bunlardan biri komşumuz olan üçüne dikkatinizi çekmek istiyorum: Rusya, Güney Kore ve Malezya. Daha 5-6 yıl önce şu anki Arjantin'i aratmayan manzaraların yaşandığı bu ülkeler şimdilerde süt liman. Rusya daha geçen ay G-8'in asli üyesi olarak kabul edildi. Oysa Rusya için iki yıl önce 'hasta adam' deniliyordu. Güney Kore ise daha 4-5 yıl önce iki ayda bir IMF tarafından denetlenen ve para enjekte edilen bir komalık hasta gibiydi. Malezya'nın durumu da Rusya ve Güney Kore'den pek farklı değildi.

Peki bu 3 ülke de krizden nasıl çıktı? Verilen ortak cevap şu olabilir: Bu ülkeler krizden sırtını sıcak paraya yaslayarak değil, kendi milletinin gücüne güvenen iktidarlar, sağlam bir siyasi sistem ile acı ilaç ne ise onu içmeye gönüllü bir toplumla çıktılar. Bu ülkelerin bir başka ortak özelliği de kriz sonrasında IMF ile ilişkilerini çok iyi ayarlayabilmiş olmaları... Söz gelimi Güney Kore kriz boyunca IMF'den alınan borcu geçen yıl tamamen ödedi ve bu kuruluşla ilişkilerini 'diplomatik düzey'e indirdi. Bütün bu tablo bize gösterdi ki ABD'nin öngördüğü gibi 'sınırların bulunmadığı sorunsuz bir globalizm' mümkün değil.

20 Kasım 2024 Çarşamba

HALK, HESAPLAŞMAYI BEKLİYOR (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye şu günlerde erken seçimi konuşuyor. Oysa seçimlere resmen daha iki yıl var. Ancak kimse mevcut hükümetin iki yıl daha görev başında kalabileceğine ihtimal vermiyor. Bunun sebebi ise açık: Hükümet ve hükümeti oluşturan siyasi partiler yıprandı ve halktan uzaklaştı. İktidar ortaklarından DSP ve ANAP'taki erozyon, önüne geçilemeyecek bir görünüm veriyor. MHP ise nispeten daha diri  ama onun da 'baraj korkusu' duymadığını söylemek mümkün değil. Halk ise  'siyasi iktidarla hesaplaşmak için' gün sayıyor. 

Bu hesaplaşmalar Türkiye'de oldukça ilginç olabiliyor. Söz gelimi halk 1987 seçimlerinde ANAP'ı ve Özal'ı neredeyse anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla tek başına iktidara getirmişti. Ancak üzerinden geçen 2 yılda iktidarla geniş halk kitleleri arasındaki uçurum büyüyünce sonuç 1989 yerel seçimlerinde halk için zafer, ANAP için hüsran olmuştu. O zamanlarda bir ANAP'lı parti yöneticisinin söylediği 'Üstümüzden silindir geçti' sözleri, Türk siyasi tarihindeki yerini almıştı. Halk ANAP'la ipleri öyle koparmıştı ki, 1991 genel seçimlerinde de o demokratik hesaplaşma hareketinin izleri görülmüştü.

Türkiye'de 1980 yılından sonra yapılan seçimlerde halk, oy silahını siyasetçileri terbiye etmek için sık sık kullanıyor. 1982 seçimlerinde 'horoz partisi' olarak bilinen Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) halk tarafından sandığa gömülmüştü. Aradan 17 yıl geçtikten sonra yani 1999 seçimlerinde 'halktan kopuk halkçılık' yapmaya çabalayan, Tony Blair özentisi politikalardan medet uman CHP'ye ders verilmişti. 1996 yılında dini siyasete alet eden bir parti ile koalisyon kuran merkez sağ DYP, izleyen seçimde halkın hışmından kıl payı kurtulmuştu. 

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama artık şu iyice açığa çıktı: Mevcut iktidar ortağı partiler ister genel başkan değiştirsin, ister seçim ittifakı yapsın, nafile... Bu üç parti bir süreliğine seçmen tarafından nadasa bırakılacak. Büyük çoğunluğu işsiz, işsiz kalma tehlikesi içinde, gizli işsiz, yaptığı işten yeterince memnun olmayan milyonlarca seçmen karar günü yaklaştığında en geniş katılımlı demokratik sürece iştirak edecek ve belki de dünya siyasi tarihine geçecek şekilde; 3 partili bir bloku iktidardan indirip yerine 2 veya 3 partili bir başka koalisyonu iş başına getirecek.

18 Kasım 2024 Pazartesi

KAMU BANKALARI YİNE BAŞROLDE (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Türkiye bahara ekonomik krizden çıkışın ilk sinyalleri ile girdi. Halk Bankası, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamayla yıl sonuna kadar 1,5 katrilyon liralık kredi kullandıracağını bildirdi. Oysa Halk Bankası, yeniden yapılanma gerekçesiyle uzun zamandır içine kapanıktı. Belirtilen bu rakam yaklaşık 1,2 milyar dolara denk geliyor. Türk bankacılık sektörünün aktif büyüklüğü 100 milyar dolar civarında olduğuna göre dağıtılacak kredi tutarı hiç de fena değil. Belki siz bu satırları okurken Ziraat Bankası da benzeri bir kredi programını açıklamış olacak. Böylece Türkiye ekonomisi bir kez daha kamu bankalarının desteği ile canlandırılmaya çalışılacak. 

Ancak uygulanmakta olan ekonomik programın önemli ayaklarından birini, 'özel sektör bankalarını yeniden yapılandırıp reel sektöre kredi açabilir hale getirmek' oluşturuyordu. Kamu bankalarında başlayan bu hareketliliğin, Haziran ayında yeniden yapılanma sürecini tamamlayacak özel bankacılık kesimi tarafından da desteklenmesi gerekiyor. Yoksa kamu bankalarının tek başına 200-250 milyar dolarlık bir üretim ufku bulunan ekonomiyi tek başına finansmana kavuşturması zor görünüyor.

Aslına bakarsanız Halk Bankasının yaptığı yeni birşey yok. Dağıtılacak kredinin sadece ismi değiştirilmiş ve 'Halk İşlem Kredisi' olmuş. Kredinin işleyişi üç aşağı beş yukarı eskileriyle aynı. Bunlar ekonomide normale dönüş konusunda ilk emareler gibi düşünülebilir. Eğer bu uygun koşullu kredilere rağmen ekonomik büyümeye geçilemezse, yaşadığımız ekonomik krizin ülkedeki girişimcilik iklimine büyük zarar verdiğini de kabullenmeliyiz. 

16 Kasım 2024 Cumartesi

MAYIS VE HAZİRAN'A DİKKAT

Cahit UYANIK 

Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 9,4 küçüldü. Bu oran, devletin resmi rakamı... Oysa iş adamları gerçek küçülmenin 'daha büyük' olduğunu düşünüyor. İflaslar, tasfiyeler, toplu işten çıkarmalar, siftahsız kapanan kasalar, patlama yapan karşılıksız çek ve protestolu senetler iş adamlarının bu tespitinin şahitleri... Belki de geçen yılın son üç ayında yaşanan yüzde 12,1'lik ekonomik gerileme, 'küçülmenin olduğundan büyük' görünmesine sebeptir, bilinmez. Ama görünen köy de kılavuz istemez. Türkiye her geçen gün 'sorunlar yumağı' içinde boğulup gitmeme mücadelesi veriyor. Ama geçmişte çözüm diye ortaya konulan çoğu  politika, meğer bu yumağa yeni düğümler atmış. Bunları şimdilerde anlayabiliyoruz. 

Söz gelimi; hükümetin kur politikasını ele alalım. Yüzde 9,4'lük küçülmeye karşın krizin kişiler üzerindeki etkisi, oransal olarak daha fazla. Hemen her ülkenin gelişmişlik düzeyinde ilk göz atılan üç-dört göstergeden biri olan kişi başına düşen gelir, 2000 yılına göre yüzde 27,2 azalarak 2 bin 967 dolardan 2 bin 160 dolara indi. Yani kişi başına ortalama yoksullaşma 807 dolar oldu. Türkiye 13,5 ay boyunca (Aralık-1999 ve Şubat-2001 arası) uyguladığı 'kur çapası modeli'nin faturasını da böylece görmüş oldu. Yani toplumun önüne 'ulusal gelir kaybı' olarak konulan toplam rakam 50 milyar doları geçiyor. Türkiye'nin 1999 yılında yaşadığı büyük depremin faturasının 10-12 milyar dolar olduğu düşünülürse, tahribatın boyutları iyice anlaşılabilir. 

Oysa Türkiye kur çapasını topluma daha fazla refah getirmesi için uygulamaya başlamıştı. Türkiye'nin 50 milyar dolarlık bu milli gelir kaybının üzerine IMF ve Dünya Bankasından alınan 40 milyar dolarlık borç da eklendiğinde, toplam fatura aslında 100 milyar dolara çok yaklaştı. Yani Türkiye 1999 yılındaki konumunu aynen koruyabilseydi; ne dış borç stoku büyüyecek ne de Türk insanı kişi başı gelirde dörtte bir oranında fakirleşecekti. Türkiye 1999 yılında bir erken genel seçim yapmıştı. Bu seçimi izleyen aylarda, dış dünya ve onların içerideki bir avuç destekçisinin uygulattığı ekonomik programla maalesef bu hale gelindi. Oysa Türkiye 2001-Şubat ayında geçtiği dalgalı kura; kur çapasının başlatıldığı 1999-Aralık ayında geçseydi herşey daha kolay olabilirdi.

15 Kasım 2024 Cuma

AKP'NİN BAŞARISI VE EKONOMİ MODELİ (ÖZET)

Cahit UYANIK 

Biz ekonomi gazetecileri de iş adamları gibi rakamları yorumlamayı severiz. Çünkü sosyal olaylar ile rakamlar arasında ciddi bir ilişki vardır. Ancak sosyal olayların yorumunda bir zorluk her zaman bizi bekler: İnsanları birey olarak bağlayan 'zaman' ile toplumların gidişatını ilgilendiren 'sosyal zaman' arasındaki büyük farklılık... Bu durum, gündelik akış esnasında olup bitenleri yorumlarken bazen basiretimizin bağlanmasına bile yol açabilir. 

'Saatli Maarif Takvimi'nin ölçtüğü zaman ile sosyal zaman arasındaki bu zorlu ilişkiyi anlayıp bize anlatabilenlere Türkiye gibi ülkelerde pek rastlanmaz. Çünkü geçmiş ve mevcut verilere bakarak geleceği tahmin etmek çok zordur. Oysa Batı'da sosyal zaman boyutu içinde toplumsal davranış kalıpları ve bunların değişim ve dönüşümünü görüp, geleceğe ilişkin tahminlerde bulunan kişilere 'gelecek bilimcisi' denilir. 

Bunları niye yazdım? Türkiye'de 3 Kasım tarihinde yapılan erken genel seçimin sonuçları; 1946-2002 arasındaki -sosyal zaman olarak kullanabileceğimiz-  56 yıllık süreçte seçmen davranışlarının belli bir çizgiyi takip ettiğini bize iyice gösterdi. Şöyle ki; Türkiye'de çok partili rejime 1946'da geçildi ama o ilk seçim hileliydi. Siyaset tarihçileri, dürüst bir seçim yapılsa Demokrat Partinin (DP) o yıl tek başına iktidar olacağını söyler. Lafı fazla uzatmayalım; bu seçimden 19 yıl sonra 1965'te Adalet Partisi (AP) de büyük farkla, tek başına iktidar olmuştu. Üçüncü dalga ise aradan 18 yıl geçtikten sonra, yani 1983'te Anavatan Partisi (ANAP) ile gelmişti.  Son ve dördüncü dalga ise yine 19 yıl geçtikten sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile gerçekleşiyor. 

Demek ki 56 yıllık demokrasi tecrübemiz, seçmenin her 18-19 yılda bir 'tek parti iktidarı' çıkarabildiğini bize gösterdi. Bu dört dalganın ortak özelliklerinden biri de, tek başına iktidara gelen partilerin en az iki dönem üst üste Meclis'te salt çoğunluğu koruyor olmaları... DP üç, AP ve ANAP iki dönem bunu başardı. Yani Türk seçmeni, tek parti iktidarı tercihini öyle kolay kolay değiştirmiyor.  Yazının başına dönersek... Bir gelecek bilimcisi bundan birkaç ay önce bu analizi ortaya koyup, erken seçimden bir koalisyon çıkmayacağını, aksine AKP'nin tek başına iktidara geleceğini söylese, şu günlerde Türkiye'de büyük sükse yapardı. 

14 Kasım 2024 Perşembe

EKONOMİ ŞİİRLERİ / BEDAVA / ORHAN VELİ KANIK

      BEDAVA

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
                   Orhan Veli KANIK

           

12 Kasım 2024 Salı

YOKSULLUĞUN SEBEPLERİ VE DEVLETİMİZ

Cahit UYANIK 

Eylül ayı sonu... Meşrutiyet Caddesindeki otobüs durakları akşam saatlerinde tıklım tıklım. Koşuşturmacanın uğultusu içinde bir gencin sesi duyuluyor: "Bu kış komünizm gelecek. Bu kış komünizm gelecek!" Üstlerinde sarı önlük olan Türkiye Komünist Partisine bağlı gençler bağıra çağıra propaganda yapıyorlar. Bu kış komünizmin gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, zaten dünyada 'komünizm' diye bir şeyin de kalmadığını bile bile nefes tüketiyorlar. Seçtikleri slogan, 1950'li ve 60'lı yıllarda geniş halk yığınlarını korkutmak için kullanılan bir klişe cümlenin -bence alaycı- tekrarından ibaret. Komünistler de; sarsıla sarsıla, düşe kalka demokratikleşen Türkiye'nin renklerinden biri olarak Kasım ayındaki seçime girecekler. Ancak alabilecekleri çok az oya bakarsak, seçim hareketliliğine bu eski sloganı anımsatarak katkıda bulunabiliyorlar.

Düşünüyorum; acaba Türkiye'nin maddi koşullar itibarıyla bu kadar komünizme yakın bir dönemi oldu mu? İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük ekonomik gerileme... 2,5 milyon resmi, 7,5 milyon gayri resmi işsiz... Okullarına sadece ve sadece 105 milyon TL. ödenek gönderebilen bir devlet... Darmadağınık bir sağ partiler bloku... Öyleyse herşey komünizm için uygun görünüyor.  Ama tüm ideolojiler gibi komünizm de anlamını yitirdi. Peki bu nasıl oldu?

Yaklaşık 20 yıl önce 'ekonomik kalkınma' ile 'ekonomik gelişme' arasındaki teorik tartışmayı ikincisi kazandı. Çünkü komünizm, ekonomik gelişmeyi es geçtiği için yarışı kaybetti. Oysa görünürde komünist devletler ekonomik kalkınma hızında Batılılar'ı hep geride bırakıyordu ama 'Duvar' yıkıldığında görüldü ki yılda yüzde 8-10 büyüyen, uzayı komşu kapısı yapan Doğu Bloku; ayakkabı, sabun, ciklet, traş bıçağı, tuvalet kağıdı, bisküvi vb. üretemiyor. İnsanlar, varlık içinde yokluk çekiyor ve refah düzeyini bir bütün halinde ele alan 'Ekonomik gelişme' disiplini ihmal edildiği için ayakkabıları kar suyu içinde uzaya kapsül fırlatmak zorunda kalıyor. Ama eve gidince 'Uzaydan bana ne? Doğru dürüst ayakkabım bile yok' diyorlar. İnsanlar, Batı ile girişilen uzay yarışının günlük yaşamına bir katkı sağlamadığını acı şekilde yaşayıp deneyimliyor ve ideolojiler anlamını böyle kaybediyor.