İş başvurusunda bulunan kişiye görüşme sırasında ne kadar ücret istediğini sorarlar.
“Boğaz tokluğuna çalışırım” deyince, karşısındaki yetkili şöyle cevap verir:
“Maalesef asgarî ücretten fazla veremiyoruz.”
(Anonim)
İş başvurusunda bulunan kişiye görüşme sırasında ne kadar ücret istediğini sorarlar.
“Boğaz tokluğuna çalışırım” deyince, karşısındaki yetkili şöyle cevap verir:
“Maalesef asgarî ücretten fazla veremiyoruz.”
(Anonim)
- 2025'TE 6-7 TOPLANTIDA 15-17,5 PUAN İNDİRİM BEKLİYORUM;
FAİZ YILI %30-32,5'TA TAMAMLAYABİLİR
Cahit UYANIK
TCMB beklentilerin 1 puan üzerinde kararla, faizini %50'den 47,5'a indirdi. En önemli gerekçe ise Aralık enflasyonunun öncü gostergelerinin iyi olması. Yani Aralik '24 enflasyonu %2'nin altında açıklanacak gibi... Bu durumda gelecek yıl TCMB'den 15-17,5 puan indirim bekliyorum.
Çünkü genel beklenti gelecek yıl enflasyonun yüzde 30 gerçekleşmesi yönünde. Bunun 1,5-2,5 puan üzerinde bir reel faizi esas alırsak, TCMB gelecek yıl 6-7 toplantıda 2,5'ar puan yani 15-17,5 puan daha indirim yapar.
İSABETLİ TAHMİNİME SEVİNEMEDİM.
ÜZGÜNÜM.
BU ÜCRETLE GEÇİM-MEÇİM OLMAZ.
KEŞKE YANILSAYDIM...
Cahit UYANIK
22.250-22.500 TL diye tahmin etmiştim; 22.104 TL yaptılar asgari ücreti... Yüzde 30 zam. Düşüncem şöyleydi:
"2025 asgari ücret artış tahminim yüzde 31-32. Formülüm: 2024 enflasyonu+2025 hedef enflasyonu/2. Yani 2025 asgari ücreti bence 22.250 TL-22.500 TL olacaktır."
Bu durumda; Yüzde 43+Yüzde 17/2= Yüzde 30 formülü kullanılmış anlaşılan...
Ocak '25 enflasyonu söz gelimi %5 olursa, 31 Ocak'ta 22.104TL'lik ilk zamlı maaşını alacak işçinin eline reel olarak 22.104 TL-1.105 TL=20.999 TL geçmiş olacak. Daha cebe girmeden, çarşıda pazarda eriyen bir ücret maalesef. %17 enflasyon hedefi çok canlar yakacak.
Cahit UYANIK
Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı Özelleştirme İhalesinde Koç Holding, ikinci en iyi teklif sahibi olarak (504 milyon$) sözleşme imzalamaya davet edildi. Böylece ihaleyi kazanan (505 milyon$) Vahit Karaarslan'ın vazgeçerek sözleşme imzalamadiğı ortaya çıkmış oldu.
ÖİB'in uygulaması değişti mi bilmiyorum ama Karaarslan 120 milyon TL'lik geçici teminat bedelini de piyasa deyimi ile 'yaktı'. Bu 120 milyon TL'nin (Yaklaşık 3,4 milyon$) bütçeye irat yazılması gerekiyor.
Koç imzaya gitmezse, onun da teminatı 'yanar'. Karaarslan imzayı atsa Koç, teminatı iade alıp çıkabilirdi.
(Bu yazı 24 Aralık 2024 tarihinde Twitter sayfamda yayınlanmıştır.)
20 yılda öğrenilen 10 kural
Yarın Merrill Lynch’teki son günüm olacak. Çalışma fırsatı bulduğum meslektaşlarıma ve müşterilerime içtenlikle teşekkür etmek istiyorum. 20 yıldır bu firmada geçirdiğim zamanın ödüllendirici olmasının nedeni onlardır.
Son bir rapor olarak, firmadaki zamanımda öğrendiğim en önemli yatırım kurallarından 10 tanesini aşağıda paylaşıyorum:
1.Gelir, sermaye kazancı kadar önemlidir. Çoğu yatırımcı gelir fırsatlarını göz ardı ettiği için, gelir sermaye kazançlarından daha önemli olabilir.
2.Çoğu borsa göstergesi aslında test edilmemiştir. Çoğu işe yaramaz.
3.Çoğu yatırımcının zaman ufku çok kısadır. İstatistikler, günlük alım satım işlemlerinin büyük ölçüde şansa dayandığını gösteriyor.
Cahit UYANIK
Siz bu satırları okurken Türkiye bir-iki hafta içinde yapacağı erken genel seçimlerin havasına iyice girmiş olacak. Mitingler, kapalı salon toplantıları, televizyon tartışmaları, propaganda konuşmaları ile Türkiye şenlenecek. Hep hissettiğimiz 'gelecek korkusu'na çözüm arayışları siyasi partilerin ağzından duyulacak. Herkes kendi düşüncesine ve etkilenme durumuna göre bir partiye oy verecek. Sonuçta hangi parti birinci gelirse gelsin, Türkiye ve demokrasi kazanacak.
Bu ortamda tarafsız kişilerin sözleri daha önem kazanıyor. Türkiye'de sayıları giderek azalsa da gazeteciler, hala 'tarafsızlık şapkası'nı taşıyan nadir meslek gruplarından biri. Ben de bu yazıda izninizle size Türkiye'nin ekonomik gerçeklerini anlatmak istiyorum ki, yapacağınız tercihlerde size yol göstersin. Ağırlıklı olarak ekonomiyle ilgili bir bakış açısını gösteren bu yazdıklarımdan lütfen kimse bir siyasi mesaj çıkarmaya kalkmasın. Çünkü ilk bakışta siyaset ekonomiyi etkiler gibi görünse de uzun vadede tam tersi geçerlidir.
Kendimizi kandırmayalım; Türkiye ekonomik açıdan 'gelişmekte olan' bir ülke. Türkiye, milli gelir açısından bakıldığında dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri. Ama işin içine 'gelişmişlik' denilen kriter girince Türkiyemiz dünya liginde maalesef 80'li sıralara doğru geriliyor. Çünkü ekonomik gelişme, son 20-30 yıldır sadece milli gelirin büyüklüğü ile ölçülmüyor; yaşamla ilgili başka kriterler de kullanılıyor. Çünkü okullaşma oranından hastane sayısına, barınma olanaklarından modern ekonomik kurumların varlığına kadar geniş bir yelpaze, insanların yaşam standartlarını etkiliyor.
Ortalama seçmen olarak buradan çıkaracağımız soru ile karışık sonuç şu olmalı: Acaba Türkiye'deki hangi siyasi parti 'ekonomik büyüklük' ile 'ekonomik gelişmişlik' arasındaki bu uçuruma benzer farkı, nasıl kapatmayı planlıyor? Kritik olan bu sorunun cevabı kendi içinde daha fazla okul, daha iyi eğitilmiş öğretmenler, bilgisayarla donatılmış sınıflar, güler yüzlü hemşire ve doktorlar, kuyruksuz hastaneler, çukursuz yollar, sık sık kesilmeyen elektrik, kaliteli içme suyu gibi günlük yaşam konforunu ilgilendiren konuları barındırıyor. Seçimde bu günlük yaşam meselelerine akılcı ve kalıcı çözümler öneren ve önermeyen siyasileri dikkatle birbirinden ayırt etmeliyiz.
Sosyal medyada bir hukukçu grubunda, Av. Yankı Büyüksezer'in dedesine hitaben Aziz Nesin'in yazdığı mektubu ve hikayesini paylaşması büyük ilgi topladı. Av. Büyüksezer, dedesinin teknik makine ressamı olduğunu ve yıllarca Haliç Tersanesi'nde çalıştığını aktararak, bir Pazar günü balkonda tamirat yapmak isterken Aziz Nesin'le yaşanan olay ve ardından yazılan mektubu paylaştı. "Yine o meşhur balkonunda bir şeyler tamir etmek istemiş bir pazar günü, ve yine yaptığı gürültüyü pek umursamamış. Alt komşu da Aziz Nesin... Yeni gördüm bu mektubu, kitap annemdeymiş. Aziz Nesin, pazar pazar gürültü yapan dedeme döşemiş mektubu..." diyerek yaşananları aktaran Av. Büyüksezer, Nesin'in mektupla birlikte bir adet imzalı kitabını da dedesine hediye ettiğini belirtti. İşte nezaket, ironi ve zeka dolu bir Aziz Nesin mektubu…
"Sevgili Kazım Bey'ciğim,
Hiç grev yapmadan, Pazar günleri bile çalışan, apartmanın ikinci katındaki fabrikanızdan dolayı sizi candan kutlarım. Büyük bir icat üzerinde çalıştığınızı tahmin ettiğimden, bu saate kadar kıyıp da fabrikanızın çalışmasını engellemek istemedim.
Cahit UYANIK
Meraklıları için; tek sebep değil ama son 3 yılda asgari ücretin zamlandiği Ocak ve Şubat aylarindaki TÜFE oranları:
Cahit UYANIK
Türkiye'ye geçen yılsonunda Avrupa Birliği (AB) tam üyelik statüsü tanınmasının ardından esen güçlü rüzgar, 2000 yılının ilk yarısından itibaren durdu. Oysa Türkiye'nin yılbaşından sonra kolları sıvayarak kısa sürede büyük adımlar atması bekleniyordu. Aslında durgun geçen bu süreç Türkiye'nin kendi iç siyasi dengelerinin kurulması açısından önemliydi. AB Genel Sekreterliği Yasasının Meclis'te kabul edilmesi, koalisyon ortağı partilerden birinin lider düzeyinde konuya sahip çıkmasıyla mümkün olabildi ve gelişmeler -birazcık olsun- hız kazandı.
Temmuz ayı ortasında Ankara'yı ziyaret eden AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen'in karşısına 'ideal' düzeyde olmasa da 'tatminkar' bazı çalışmalar ile çıkılabildi. Türkiye-AB görüşmelerinde daha çok İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu tarafından hazırlanan bir rapor ele alındı. Rapor Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ne uyum sağlamak için neler yapması gerektiğini içeriyordu. AB'ye tam üye olabilmek adına demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilirken insan hakları ve azınlık haklarını korumayı garanti eden kurumlar oluşturulmasını kapsayan Kopenhag Kriterleri görüşme gündemindeydi.
Verheugen ile görüşmelerde 'ekonomi' ise pek ele alınmadı. Oysa Türkiye aynı günlerde enflasyonla mücadelenin yanı sıra ekonomisini tam anlamıyla AB'ye hazırlama amacını da içeren ciddi bir istikrar programının yedinci ayına girmişti. Ekonomiyle ilgili atılan bu adımlar, tarihsel perspektiften bakıldığında Türkiye için AB'ye tam üye olabilmek adına oldukça önemliydi. Çünkü Türkiye'nin 1963 yılından bu yana peşine düştüğü AB macerasında 'ekonomi' ile ilgili meseleler hep ön saflardaydı. 1973 yılında imzalanan Katma Protokol Türkiye ekonomisini AB ve dünya ekonomisinin rekabetine açmak için uzun soluklu bir yol haritasıydı.
Ekonominin ön planda olduğu Türkiye-AB ilişkileri tam üyelik başvurusunun yapıldığı 1987 yılına gelindiğinde de pek değişmemişti. Soğuk Savaş devam etseydi bu trendin aynen sürmesi bekleniyordu aslında... Böyle bir durumda AB ile ilişkiler, ekonomik hedeflerin ağırlıklı olarak hüküm sürdüğü bir yapılanmayla yoluna devam edebilirdi. Ancak Türkiye tam üyelik başvurusu yaptıktan birkaç yıl sonra yani 1990'larda Doğu Blokunun yıkılmasıyla çok şey farklılaştı. Bağımsızlaşan Doğu Avrupa ve bazı Balkan ülkeleri de AB'ye tam üyelik için başvurdu. AB ya Avrupa'nın önemli ülkelerinin toplandığı küçük bir 'dostlar kulübü' olarak kalacak ya da tüm Avrupa ülkelerini aynı çatı altında toplayan 'Birleşik Avrupa' idealini gerçekleştirmeyi gündemine alacaktı.
Tercih ikincisinde yana kullanılarak 'genişleme' yoluna gidilirken, tam üyelik koşulları demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı alanlarını içine alacak şekilde netleştirilerek geliştirildi. 'Birleşik Avrupa' hayata geçirilirken, tüm Avrupa vatandaşlarının ekonomi kadar hukuksal alanlardaki standartlarının da eşitlenerek yükseltilmesi açık bir hedef olarak ortaya konuldu. Çünkü yeni üye alınacak ülkelerdeki on milyonlarca insan, yarım yüzyıldır demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarından uzak yaşamıştı. Öyleyse tam üyeliğe kabulde öncelik bu konulara verilirken, sonrasında yani tam üyelik müzakereleri esnasında ekonomilerini iyileştirmeleri için onlara zengin Avrupalı ülkelerin yardım etmesi sağlanmalıydı.
Cahit UYANIK
Türkiye Mayıs ayı içinde enflasyonla mücadelede yeni bir evreye 'resmen' girdi. IMF ile taze bir stand by imzalandı ve daha geniş yapısal reformlar gerçekleştirme sözü verildi. Bu konudaki bilgiler boy boy yayınlandığı için tekrarlamaya gerek yok. Ama açıklanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) hala tartışılıyor. Ben de bu tartışmalara bazı katkılarda bulunmak istiyorum.
GEGP'in en önemli özelliği şu: Program, arkasında büyük dış mali destek barındırıyor. Yıl sonuna kadar dilimler halinde Türkiye'ye verilecek dış kredinin büyüklüğü 14 milyar 494 milyon dolar. Bunun 2 milyar 450 milyon dolarlık kısmı Dünya Bankası (DB) tarafından sağlanacak. Geri kalan kısım ise IMF'den gelecek. Türkiye'nin bu kredileri alırken pazarlık gücünü iyi kullandığını da söyleyebiliriz. Çünkü kredilerin faizi LIBOR+2... LIBOR, Londra'da bankalar arasındaki para alışverişinde kullanılan faiz anlamına geliyor.
IMF'nin sağlayacağı kaynağın yaklaşık 6,4 milyar dolarlık bölümü eski anlaşmalar üzerinden kullandırılacak. Yani imzalanan ilk stand by ve 2000-Aralık ayındaki Ek Rezerv Kolaylığı anlaşmaları iptal edilmiş değil, devam ediyor. Geri kalan 5,6 milyar dolar ise Mayıs ayında GEGP kapsamındaki yeni imzalanan stand by için verildi. IMF böylece geçmişteki iki anlaşmaya da sahip çıktığını, GEGP öncesi ve sonrasının birbirini izleyen süreçler olduğunu kabul ediyor.
Yaşanan süreç, 2000 yılı başında bazı iktisatçıların dile getirdiği 'ekonomik programa dış desteğin yetersizliği' konusundaki endişeleri de haklı çıkardı. Sonunda Türkiye'ye büyük bir mali destek verilmek durumunda kalındı. Hazine Müsteşarlığının resmi rakamlarına göre, IMF ve DB'nin 2000-2002 döneminde kullandıracağı kaynağın brütü 26 milyar 104 milyon dolar düzeyinde. Bu rakam brüt dedim çünkü Türkiye bir yandan bu krediler kapsamında geri ödemeler de yapacak. 2001 yılında 1,2 ve 2002 yılında 9 milyar dolar geri ödeme var. 2003 geri ödemeleri ise henüz net değil.
2025'TE, 2024'ÜN SON ÇEYREĞİNDE YAPMADIĞIMIZ NEYİ YAPACAĞIZ Kİ ENFLASYON AYLIK %2,5'TAN %1,5'A DÜŞSÜN?
Cahit UYANIK
Hani Ahmet Kaya'nın bir şarkısı var ya: "Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça..." İşte aşağıdaki grafik bunun çok güzel ıspatı. Asgari ücretin %50 fazlası ve altında çalışanların oranı %83,1. Neredeyse maaşlı çalışanların tamamı. Burada konuştuğumuz rakam 25.500 TL ve altında maaş alabilenler. Bu neyin işareti? Elbette zayıf iç talebin... Bu tabloya rağmen enflasyon düşürülemiyorsa 'vay geldi halimize'
İnsanların bu kadar az maaşa talim ettirildiği, doların 34-35 TL'de mıhlanıp kaldığı bir ülkede enflasyon inmiyorsa, -fırsat varken- başka konulara el atma zamanı gelmiştir de geçiyordur. Ne gibi mi? Bütçe disiplini (Savurgan devlet tüketimine fren), yüksek gelir gruplarına salınacak güçlü bir vergi (Azgın ve şuursuz iç talebin esas kaynağına kazık fren) ve yapısal reformlar (Enflasyonla mücadeledeki kazanımların korunması için) gibi. Bunların hepsi antibiyotiğe başlamaktır enflasyonla mücadelede... Üstelik bu antibiyotik, 1994 ve 2001 ekonomik istikrar programlarında başarıyla uygulanmış örneklerdendir. Yıllardır uygulanan geniş kitleleri vergilendirmek ise 'ağrı kesicilere devam'dır bence...
Cahit UYANIK
Türkiye 9-10 aydır ciddi bir Enflasyonla Mücadele Programı uyguluyor. Program süresince cevap aranan sorulardan belki de en önemlisi şu: Enflasyon ülkemizde 'gerçekten' düşecek mi? Bu soru hemen her gün hepimizin kafasında yankılanıp duruyor. Çünkü fiyat artışlarının devam etmesi umutlarımızı azaltıyor, bizi bazen karamsarlığa bile düşürüyor. Her ayın 3'ü akşamı geçmiş ayın enflasyonu belli olduğunda televizyon ekranlarında izlediğimiz çarşı-pazar röportajlarında "Bana göre enflasyon düşmüyor. Her pazara gelişimde fiyatlar artmış oluyor" diyen sokaktaki vatandaşlar bunun en açık kanıtı. Bu ortam aynı zamanda bir başka şeyin daha göstergesi: Enflasyon artık Türkiye'de hiç iyileşmeyeceği düşünülen 'ekonomik bir psikoz' haline dönüşmüş durumda.
Ama herşeye rağmen Enflasyonla Mücadele Programı devam ediyor. Rakamlar açıklanıyor, tahminler yürütülüyor, yabancı heyetler gelip gidiyor. Programın ana felsefesi, yıllardır yaşanan enflasyon olgusunun iyi analiz edildiğini gösteriyor. Türkiye'deki 'yapışkan enflasyon' olarak tarif edilen meselenin ekonomik boyutları kadar psikolojik ve sosyo-psikolojik boyutu da programda dikkate alınmış. Makro iktisat kitaplarında 'Bekleyiş ve Tercihler' başlığı altında küçük bir bölüm ayrılan ancak Türkiye'nin yaşadığı enflasyon sorunsalında önemli rol oynayan bu psikolojik boyut, programın temel mücadele konularından biri olarak seçilmiş. Nasıl mı?
Türkiye'de enflasyonist bekleyişlerle döviz kuru arasında ciddi bir bağ var. Dövizle ve dövizi baz alarak hesap yapmak yani 'dolarizasyon' toplumun vazgeçemediği bir alışkanlık. Bu psikolojinin temelinde 1980 öncesindeki 'kişilerin döviz bulundurmasının men edilmesi' yatıyor olabilir. Ayrıca 1985'ten sonra Türkiye'ye sıcak para akışını sağlamak için döviz kuru politikalarının 'en önemli araç' olarak kullanılması ve bunun geniş kitleler üzerinde bıraktığı psikolojik etkiler de dolarizasyonu hızlandıran ikinci etken gibi görünüyor. Anlayacağınız Türk toplumunun dövizle ilişkisi hep sorunlu olmuş. Hatta bu konuyu abartarak ülkenin içine düştüğü döviz rezervi krizi ile askeri ihtilalleri bağdaştıranlara bile rastlanabiliyor.
Cahit UYANIK
Türkiye, bir süredir yabancı ekonomik kuruluşların ilgi odağı. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) bunlardan ilk akla gelenler... Bu iki kuruluşun yanı sıra Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) de bu listeye eklenebilir. Bu üç önemli uluslararası kuruluştan başka kredi derecelendirme (rating) firmaları da zaman zaman Türkiye'ye heyetler gönderiyor. Yani Türkiye ekonomisi rakam rakam, sektör sektör yabancı uzmanların incelemesine açılmış durumda.
Söz gelimi, cumhurbaşkanlığı seçimi bittikten hemen sonra Ankara'ya ilk olarak IMF Heyeti geldi. Heyet, geçen Aralık ayında imzalanan stand by anlaşmasının ikinci çeyrek konsültasyonunu yaptı. IMF bu yıl Türkiye'ye iki defa daha gelecek. IMF her gelişinde gerçekleştirilen uygulamaları dinleyip, izleyen 3 ayda yapılması gerekenleri içeren bir 'ek niyet mektubu' hazırlanmasını talep ediyor. IMF'nin ziyaretleri önümüzdeki yıl 6 ayda bire inecek. IMF Türkiye'de kamu finansman dengelerinin üzerinde durmak bir yana yapısal reformları da yakın izlemeye almış durumda. IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli son ziyaretinde, hafta boyunca neredeyse tüm bakanlıkları gezerek görev alanlarına giren yapısal reformlar hakkında bilgiler aldı.
Eskiden IMF heyetlerinin Maliye, Hazine, Merkez Bankası ve DPT'den oluşan kısır bir ziyaret programı olurdu. Tüm görüşmeler kamu finansmanı ve ulusal muhasebe hesapları üzerinde döner dururdu. Bu ziyaret çemberi önce kamu bankalarına genişletildi. Çünkü kamu bankaları hükümetler için 'gizli Hazine Müsteşarlığı' görevi de görüyordu. Bazı ödemeler bu bankalar üzerinden yapılıyordu. IMF'nin ziyaret çemberindeki ikinci genişleme, özel sektörü temsil eden kuruluşlar ve bazı başka bankaların eklenmesiyle yaşandı. Çemberdeki üçüncü genişleme, işçi ve işveren sendikalarının ziyaret programına alınmasıydı. Bu IMF'nin işsizlik gibi sosyal sorunlara duyarlılık göstermeye başladığının da işaretiydi. Nihayet çemberin son genişlemesi, ilgili bakanlıklardan ilk ağızdan bilgi almaya kadar gitti.
ÜFE OCAK-2025'TE PATLAYACAĞI İÇİN, MART-2025'TE DASK PRİMLERİNDE CİDDİ ARTIŞLAR OLABİLİR
Cahit UYANIK
Bir süre önceki paylaşımımda deprem sigortası primimdeki astronomik artıştan bahsetmiştim. DASK'ı da izlemeye almıştım.
Meğer DASK primleri her ay değişiyormuş ve ÜFE yani TÜİK'in üretici fiyat endeksi artış oranı kadar otomatik zamlanıyormuş. Paylaştıgım tabloda da bu artıslar sıralanıyor.
Artış, 1,0066 olacak mesela Ocak'ın başında... Tabloda 1'in yanındaki virgülden sonraki rakam 0066, TÜİK'in ÜFE'si... Anlayacağınız Kasımda ÜFE yüzde 0,66 oranında artmıştı. Kasımdaki bu artış, Ocak 2025'te DASK primlerine binde 66 zam olarak yansıyacak... 1.000 liralık bir poliçe, 1.006,6 TL olacak...
Cahit UYANIK
Bir süredir çoğumuz gibi ben de bazı ihtiyaçlarımı internet üzerinden satın alıyorum. Bunun için de en fazla tercih edilen, artık hepsi de yabancı sermayeli şirketlerin kontrolündeki trend bazı alısveriş sitelerini kullanıyorum. Birkaç gün önceye kadar buradaki fiyatların hep en düşük fiyatlar olduğunu düşünüyordum. Ancak bu fikrim yavaş yavaş değişmeye başladı. Neden mi?
Hafta sonunda kendi ayağımla gittiğim Ankara kökenli ünlü süpermarketlerden birindeki (Gimsa) fiyatlar, 'ultra uygunluğu ile' beni şaşırttı. Mesela 'Mehmet Aydın 4'lü bıttım sabunu'nu 51,85 TL'ye satın aldım. Eve gelip internetteki ünlü alısveriş sitelerinde aynı ürünün asgari 120 TL'den (Kargo hariç. Kargo ödememek için sınır 200 TL.) satıldığını tespit ettim.
HİZMET SEKTÖRÜNÜN GİDEREK BÜYÜMESİ SEBEBİYLE ASGARİ ÜCRET TARTIŞMALARI YAKIN GELECEKTE BİTMEZ
Cahit UYANIK
Gelecek hafta 2025 asgari ücretini belirleme süreci resmen başlayacak. Akıllardaki en önemli soru şu: Asgari ücret, enflasyon artışına sebep olur mu olmaz mı?
Bu soruya maalesef 'Evet' demek zorundayım. Neden peki? Türkiye'de asgari ücret, geniş bir çalışan kitlesi ve binlerce işletmeyi doğrudan etkiliyor da ondan... Çünkü asgari ücret ülkemizde artık 'ortalama ücret' olmuştur da ondan... Türkiye'de emek piyasasındakilerin yüzde 60'ı asgari ücret ve biraz üzerinde/altında rakamlara çalışıyor... Yani yaklaşık 32-33 milyon çalışanın 20 milyon kişisi bu durumda...
Hal böyle olunca asgari ücret, emek piyasasındaki marjinal bir kesimin kazanç düzeyini korumaya yönelik bir veri olmaktan çıkıp, bir çok işletmenin neredeyse tüm çalışanlarını kapsayan bir maliyet unsuru haline geliyor.
Oysa asgari ücret küçük bir azınlık çalışan grubunu ilgilendirseydi enflasyona bir etkisi olamazdı. Düşünün, sizin 20 kişi çalıstirdiginiz bir isletmeniz var ve sadece 2 kişiye asgari ücret veriyorsunuz. Onlara, sizin dışınızda verilecek yüzde 30 zam dengelerinizi çok etkileyemez. Siz geride kalan 18 çalisanınıza ve ürunlerinize hedef enflasyon yani yüzde 20 civarinda zam yapıp dengelerinizi koruyabilirsiniz.
Ama şu anda tüm Türkiye'de olduğu gibi; ya tam tersi geçerli ise? 18 kişi asgari ücretle, 2 kişi asgari ücretten hayli yükseğe çalışıyorsa... O zaman bu yüzde 30 artışı veri alıp, bunu tüketiciye de aynı düzeyde yansitip maliyet baskisindan kurtulmak istersiniz... Buna biraz da zam firsatçılığı eşlik ederse, asgari ücret zammının enflasyonu artırdığı daha kötü manzaralar da görülebilir.