İki Rus parti yoldaşı yolda karşılaşır ve biri şöyle der:
'Komünizm hakkında bize söylenen her şey yalanmış.'
Diğeri de şöyle der:
'Evet ama daha kötüsüyse, kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş."
(Twitter'dan alıntılanmıştır.)
İki Rus parti yoldaşı yolda karşılaşır ve biri şöyle der:
'Komünizm hakkında bize söylenen her şey yalanmış.'
Diğeri de şöyle der:
'Evet ama daha kötüsüyse, kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş."
(Twitter'dan alıntılanmıştır.)
Cahit UYANIK
İstanbul Ticaret Odası (İTO) uzun yıllardır bir İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi (İTO-ÜGE) yayınlıyor.
Ancak İTO, bu ÜGE'yi aynı zamanda İstanbul'un tüketici fiyat endeksi yerine de kullanıyor. Aslında ÜGE ile TÜFE aynı şey olmamalı. TÜFE ve ÜGE'nin ayrı ayrı hesaplanıp ilan edilmesi gerek. Çünkü ücretlilerin tüketimi ve enflasyondan etkilenmesiyle, genel tüketim kalıbı ve manşet enflasyon birbirinden oldukça farklı.
Öte yandan TÜİK'in açıkladığı kendi TÜFE'si var ki; İTO'nun TÜFE'siyle (ÜGE'siyle) arasında bazen ciddi rakamsal farklılıklar oluşabiliyor. Bunun çeşitli sebepleri var. TÜİK'in TÜFE'si 400'ü aşkın mal ve hizmetin fiyatlarını takip ederken, İTO'nun TÜFE'sinde (veya ÜGE'sinde) 200'den biraz fazla kalem var.
Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) resmi logosu...
"P" harfine tersten baktığınızda savaş baltasını andırıyor...
OPEC, hep petrolü silah olarak kullanmakla suçlanmıştır...
(Bu yazı 05 Ocak 2019'da Facebook sayfamda yayınlanmıştır.)
Cahit UYANIK
Yeni yıla Burak Kut'la girilmiş. Burak Kut 1994 yılında TBMM'nin açıIış resepsiyonuna gelmişti. O zamanlar Meclis 1 Eylül'de calışmaya başlıyor ve resepsiyon da bahçede yapılıyordu.
Burak tamamen beyaz bir smokin giymişti. Elinde içki kadehi bir köşede duruyordu. Ben de yeni çıkan Akşam gazetesinde ekonomi muhabiriydim. Genç yıldızla kimse ilgilenmiyordu, öyle kala kalmıştı. Ben de yanına gidip kendimi tanıttım, birkaç soru sordum.
Söylediklerinin içeriğini şimdi hiç anımsamıyorum ama bana verdiği demeci gidip haber yaptım. Günlerce bekledim, gazeteye girmedi. Nedendir bilemedim ama kulağıma İstanbul'daki haber tanrılarının "Ekonomi muhabiri neden magazin haberi yapmış ki?" dedikleri çalındı sonra...
Ben de böylece meslek hayatında yazdıgım ilk ve tek magazin haberini birkaç hafta sonra yırtıp çöpe attım öfkeyle... Keşke atmasaymışım ya, paylaşırdım burada ve blogumda..
Burak Kut zenci gırtlaklı çok iyi bir ses sanatcısıdır, bu da en iyi şarkılarından biridir.
(Bu yazı 01.01.2025 tarihinde Instagram sayfamda yayınlanmıştır.)
İş başvurusunda bulunan kişiye görüşme sırasında ne kadar ücret istediğini sorarlar.
“Boğaz tokluğuna çalışırım” deyince, karşısındaki yetkili şöyle cevap verir:
“Maalesef asgarî ücretten fazla veremiyoruz.”
(Anonim)
- 2025'TE 6-7 TOPLANTIDA 15-17,5 PUAN İNDİRİM BEKLİYORUM;
FAİZ YILI %30-32,5'TA TAMAMLAYABİLİR
Cahit UYANIK
TCMB beklentilerin 1 puan üzerinde kararla, faizini %50'den 47,5'a indirdi. En önemli gerekçe ise Aralık enflasyonunun öncü gostergelerinin iyi olması. Yani Aralik '24 enflasyonu %2'nin altında açıklanacak gibi... Bu durumda gelecek yıl TCMB'den 15-17,5 puan indirim bekliyorum.
Çünkü genel beklenti gelecek yıl enflasyonun yüzde 30 gerçekleşmesi yönünde. Bunun 1,5-2,5 puan üzerinde bir reel faizi esas alırsak, TCMB gelecek yıl 6-7 toplantıda 2,5'ar puan yani 15-17,5 puan daha indirim yapar.
İSABETLİ TAHMİNİME SEVİNEMEDİM.
ÜZGÜNÜM.
BU ÜCRETLE GEÇİM-MEÇİM OLMAZ.
KEŞKE YANILSAYDIM...
Cahit UYANIK
22.250-22.500 TL diye tahmin etmiştim; 22.104 TL yaptılar asgari ücreti... Yüzde 30 zam. Düşüncem şöyleydi:
"2025 asgari ücret artış tahminim yüzde 31-32. Formülüm: 2024 enflasyonu+2025 hedef enflasyonu/2. Yani 2025 asgari ücreti bence 22.250 TL-22.500 TL olacaktır."
Bu durumda; Yüzde 43+Yüzde 17/2= Yüzde 30 formülü kullanılmış anlaşılan...
Ocak '25 enflasyonu söz gelimi %5 olursa, 31 Ocak'ta 22.104TL'lik ilk zamlı maaşını alacak işçinin eline reel olarak 22.104 TL-1.105 TL=20.999 TL geçmiş olacak. Daha cebe girmeden, çarşıda pazarda eriyen bir ücret maalesef. %17 enflasyon hedefi çok canlar yakacak.
Cahit UYANIK
Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı Özelleştirme İhalesinde Koç Holding, ikinci en iyi teklif sahibi olarak (504 milyon$) sözleşme imzalamaya davet edildi. Böylece ihaleyi kazanan (505 milyon$) Vahit Karaarslan'ın vazgeçerek sözleşme imzalamadiğı ortaya çıkmış oldu.
ÖİB'in uygulaması değişti mi bilmiyorum ama Karaarslan 120 milyon TL'lik geçici teminat bedelini de piyasa deyimi ile 'yaktı'. Bu 120 milyon TL'nin (Yaklaşık 3,4 milyon$) bütçeye irat yazılması gerekiyor.
Koç imzaya gitmezse, onun da teminatı 'yanar'. Karaarslan imzayı atsa Koç, teminatı iade alıp çıkabilirdi.
(Bu yazı 24 Aralık 2024 tarihinde Twitter sayfamda yayınlanmıştır.)
20 yılda öğrenilen 10 kural
Yarın Merrill Lynch’teki son günüm olacak. Çalışma fırsatı bulduğum meslektaşlarıma ve müşterilerime içtenlikle teşekkür etmek istiyorum. 20 yıldır bu firmada geçirdiğim zamanın ödüllendirici olmasının nedeni onlardır.
Son bir rapor olarak, firmadaki zamanımda öğrendiğim en önemli yatırım kurallarından 10 tanesini aşağıda paylaşıyorum:
1.Gelir, sermaye kazancı kadar önemlidir. Çoğu yatırımcı gelir fırsatlarını göz ardı ettiği için, gelir sermaye kazançlarından daha önemli olabilir.
2.Çoğu borsa göstergesi aslında test edilmemiştir. Çoğu işe yaramaz.
3.Çoğu yatırımcının zaman ufku çok kısadır. İstatistikler, günlük alım satım işlemlerinin büyük ölçüde şansa dayandığını gösteriyor.
Cahit UYANIK
Siz bu satırları okurken Türkiye bir-iki hafta içinde yapacağı erken genel seçimlerin havasına iyice girmiş olacak. Mitingler, kapalı salon toplantıları, televizyon tartışmaları, propaganda konuşmaları ile Türkiye şenlenecek. Hep hissettiğimiz 'gelecek korkusu'na çözüm arayışları siyasi partilerin ağzından duyulacak. Herkes kendi düşüncesine ve etkilenme durumuna göre bir partiye oy verecek. Sonuçta hangi parti birinci gelirse gelsin, Türkiye ve demokrasi kazanacak.
Bu ortamda tarafsız kişilerin sözleri daha önem kazanıyor. Türkiye'de sayıları giderek azalsa da gazeteciler, hala 'tarafsızlık şapkası'nı taşıyan nadir meslek gruplarından biri. Ben de bu yazıda izninizle size Türkiye'nin ekonomik gerçeklerini anlatmak istiyorum ki, yapacağınız tercihlerde size yol göstersin. Ağırlıklı olarak ekonomiyle ilgili bir bakış açısını gösteren bu yazdıklarımdan lütfen kimse bir siyasi mesaj çıkarmaya kalkmasın. Çünkü ilk bakışta siyaset ekonomiyi etkiler gibi görünse de uzun vadede tam tersi geçerlidir.
Kendimizi kandırmayalım; Türkiye ekonomik açıdan 'gelişmekte olan' bir ülke. Türkiye, milli gelir açısından bakıldığında dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri. Ama işin içine 'gelişmişlik' denilen kriter girince Türkiyemiz dünya liginde maalesef 80'li sıralara doğru geriliyor. Çünkü ekonomik gelişme, son 20-30 yıldır sadece milli gelirin büyüklüğü ile ölçülmüyor; yaşamla ilgili başka kriterler de kullanılıyor. Çünkü okullaşma oranından hastane sayısına, barınma olanaklarından modern ekonomik kurumların varlığına kadar geniş bir yelpaze, insanların yaşam standartlarını etkiliyor.
Ortalama seçmen olarak buradan çıkaracağımız soru ile karışık sonuç şu olmalı: Acaba Türkiye'deki hangi siyasi parti 'ekonomik büyüklük' ile 'ekonomik gelişmişlik' arasındaki bu uçuruma benzer farkı, nasıl kapatmayı planlıyor? Kritik olan bu sorunun cevabı kendi içinde daha fazla okul, daha iyi eğitilmiş öğretmenler, bilgisayarla donatılmış sınıflar, güler yüzlü hemşire ve doktorlar, kuyruksuz hastaneler, çukursuz yollar, sık sık kesilmeyen elektrik, kaliteli içme suyu gibi günlük yaşam konforunu ilgilendiren konuları barındırıyor. Seçimde bu günlük yaşam meselelerine akılcı ve kalıcı çözümler öneren ve önermeyen siyasileri dikkatle birbirinden ayırt etmeliyiz.
Sosyal medyada bir hukukçu grubunda, Av. Yankı Büyüksezer'in dedesine hitaben Aziz Nesin'in yazdığı mektubu ve hikayesini paylaşması büyük ilgi topladı. Av. Büyüksezer, dedesinin teknik makine ressamı olduğunu ve yıllarca Haliç Tersanesi'nde çalıştığını aktararak, bir Pazar günü balkonda tamirat yapmak isterken Aziz Nesin'le yaşanan olay ve ardından yazılan mektubu paylaştı. "Yine o meşhur balkonunda bir şeyler tamir etmek istemiş bir pazar günü, ve yine yaptığı gürültüyü pek umursamamış. Alt komşu da Aziz Nesin... Yeni gördüm bu mektubu, kitap annemdeymiş. Aziz Nesin, pazar pazar gürültü yapan dedeme döşemiş mektubu..." diyerek yaşananları aktaran Av. Büyüksezer, Nesin'in mektupla birlikte bir adet imzalı kitabını da dedesine hediye ettiğini belirtti. İşte nezaket, ironi ve zeka dolu bir Aziz Nesin mektubu…
"Sevgili Kazım Bey'ciğim,
Hiç grev yapmadan, Pazar günleri bile çalışan, apartmanın ikinci katındaki fabrikanızdan dolayı sizi candan kutlarım. Büyük bir icat üzerinde çalıştığınızı tahmin ettiğimden, bu saate kadar kıyıp da fabrikanızın çalışmasını engellemek istemedim.
Cahit UYANIK
Meraklıları için; tek sebep değil ama son 3 yılda asgari ücretin zamlandiği Ocak ve Şubat aylarindaki TÜFE oranları:
Cahit UYANIK
Türkiye'ye geçen yılsonunda Avrupa Birliği (AB) tam üyelik statüsü tanınmasının ardından esen güçlü rüzgar, 2000 yılının ilk yarısından itibaren durdu. Oysa Türkiye'nin yılbaşından sonra kolları sıvayarak kısa sürede büyük adımlar atması bekleniyordu. Aslında durgun geçen bu süreç Türkiye'nin kendi iç siyasi dengelerinin kurulması açısından önemliydi. AB Genel Sekreterliği Yasasının Meclis'te kabul edilmesi, koalisyon ortağı partilerden birinin lider düzeyinde konuya sahip çıkmasıyla mümkün olabildi ve gelişmeler -birazcık olsun- hız kazandı.
Temmuz ayı ortasında Ankara'yı ziyaret eden AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen'in karşısına 'ideal' düzeyde olmasa da 'tatminkar' bazı çalışmalar ile çıkılabildi. Türkiye-AB görüşmelerinde daha çok İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu tarafından hazırlanan bir rapor ele alındı. Rapor Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ne uyum sağlamak için neler yapması gerektiğini içeriyordu. AB'ye tam üye olabilmek adına demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilirken insan hakları ve azınlık haklarını korumayı garanti eden kurumlar oluşturulmasını kapsayan Kopenhag Kriterleri görüşme gündemindeydi.
Verheugen ile görüşmelerde 'ekonomi' ise pek ele alınmadı. Oysa Türkiye aynı günlerde enflasyonla mücadelenin yanı sıra ekonomisini tam anlamıyla AB'ye hazırlama amacını da içeren ciddi bir istikrar programının yedinci ayına girmişti. Ekonomiyle ilgili atılan bu adımlar, tarihsel perspektiften bakıldığında Türkiye için AB'ye tam üye olabilmek adına oldukça önemliydi. Çünkü Türkiye'nin 1963 yılından bu yana peşine düştüğü AB macerasında 'ekonomi' ile ilgili meseleler hep ön saflardaydı. 1973 yılında imzalanan Katma Protokol Türkiye ekonomisini AB ve dünya ekonomisinin rekabetine açmak için uzun soluklu bir yol haritasıydı.
Ekonominin ön planda olduğu Türkiye-AB ilişkileri tam üyelik başvurusunun yapıldığı 1987 yılına gelindiğinde de pek değişmemişti. Soğuk Savaş devam etseydi bu trendin aynen sürmesi bekleniyordu aslında... Böyle bir durumda AB ile ilişkiler, ekonomik hedeflerin ağırlıklı olarak hüküm sürdüğü bir yapılanmayla yoluna devam edebilirdi. Ancak Türkiye tam üyelik başvurusu yaptıktan birkaç yıl sonra yani 1990'larda Doğu Blokunun yıkılmasıyla çok şey farklılaştı. Bağımsızlaşan Doğu Avrupa ve bazı Balkan ülkeleri de AB'ye tam üyelik için başvurdu. AB ya Avrupa'nın önemli ülkelerinin toplandığı küçük bir 'dostlar kulübü' olarak kalacak ya da tüm Avrupa ülkelerini aynı çatı altında toplayan 'Birleşik Avrupa' idealini gerçekleştirmeyi gündemine alacaktı.
Tercih ikincisinde yana kullanılarak 'genişleme' yoluna gidilirken, tam üyelik koşulları demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı alanlarını içine alacak şekilde netleştirilerek geliştirildi. 'Birleşik Avrupa' hayata geçirilirken, tüm Avrupa vatandaşlarının ekonomi kadar hukuksal alanlardaki standartlarının da eşitlenerek yükseltilmesi açık bir hedef olarak ortaya konuldu. Çünkü yeni üye alınacak ülkelerdeki on milyonlarca insan, yarım yüzyıldır demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarından uzak yaşamıştı. Öyleyse tam üyeliğe kabulde öncelik bu konulara verilirken, sonrasında yani tam üyelik müzakereleri esnasında ekonomilerini iyileştirmeleri için onlara zengin Avrupalı ülkelerin yardım etmesi sağlanmalıydı.
Cahit UYANIK
Türkiye Mayıs ayı içinde enflasyonla mücadelede yeni bir evreye 'resmen' girdi. IMF ile taze bir stand by imzalandı ve daha geniş yapısal reformlar gerçekleştirme sözü verildi. Bu konudaki bilgiler boy boy yayınlandığı için tekrarlamaya gerek yok. Ama açıklanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) hala tartışılıyor. Ben de bu tartışmalara bazı katkılarda bulunmak istiyorum.
GEGP'in en önemli özelliği şu: Program, arkasında büyük dış mali destek barındırıyor. Yıl sonuna kadar dilimler halinde Türkiye'ye verilecek dış kredinin büyüklüğü 14 milyar 494 milyon dolar. Bunun 2 milyar 450 milyon dolarlık kısmı Dünya Bankası (DB) tarafından sağlanacak. Geri kalan kısım ise IMF'den gelecek. Türkiye'nin bu kredileri alırken pazarlık gücünü iyi kullandığını da söyleyebiliriz. Çünkü kredilerin faizi LIBOR+2... LIBOR, Londra'da bankalar arasındaki para alışverişinde kullanılan faiz anlamına geliyor.
IMF'nin sağlayacağı kaynağın yaklaşık 6,4 milyar dolarlık bölümü eski anlaşmalar üzerinden kullandırılacak. Yani imzalanan ilk stand by ve 2000-Aralık ayındaki Ek Rezerv Kolaylığı anlaşmaları iptal edilmiş değil, devam ediyor. Geri kalan 5,6 milyar dolar ise Mayıs ayında GEGP kapsamındaki yeni imzalanan stand by için verildi. IMF böylece geçmişteki iki anlaşmaya da sahip çıktığını, GEGP öncesi ve sonrasının birbirini izleyen süreçler olduğunu kabul ediyor.
Yaşanan süreç, 2000 yılı başında bazı iktisatçıların dile getirdiği 'ekonomik programa dış desteğin yetersizliği' konusundaki endişeleri de haklı çıkardı. Sonunda Türkiye'ye büyük bir mali destek verilmek durumunda kalındı. Hazine Müsteşarlığının resmi rakamlarına göre, IMF ve DB'nin 2000-2002 döneminde kullandıracağı kaynağın brütü 26 milyar 104 milyon dolar düzeyinde. Bu rakam brüt dedim çünkü Türkiye bir yandan bu krediler kapsamında geri ödemeler de yapacak. 2001 yılında 1,2 ve 2002 yılında 9 milyar dolar geri ödeme var. 2003 geri ödemeleri ise henüz net değil.
2025'TE, 2024'ÜN SON ÇEYREĞİNDE YAPMADIĞIMIZ NEYİ YAPACAĞIZ Kİ ENFLASYON AYLIK %2,5'TAN %1,5'A DÜŞSÜN?
Cahit UYANIK
Hani Ahmet Kaya'nın bir şarkısı var ya: "Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça..." İşte aşağıdaki grafik bunun çok güzel ıspatı. Asgari ücretin %50 fazlası ve altında çalışanların oranı %83,1. Neredeyse maaşlı çalışanların tamamı. Burada konuştuğumuz rakam 25.500 TL ve altında maaş alabilenler. Bu neyin işareti? Elbette zayıf iç talebin... Bu tabloya rağmen enflasyon düşürülemiyorsa 'vay geldi halimize'
İnsanların bu kadar az maaşa talim ettirildiği, doların 34-35 TL'de mıhlanıp kaldığı bir ülkede enflasyon inmiyorsa, -fırsat varken- başka konulara el atma zamanı gelmiştir de geçiyordur. Ne gibi mi? Bütçe disiplini (Savurgan devlet tüketimine fren), yüksek gelir gruplarına salınacak güçlü bir vergi (Azgın ve şuursuz iç talebin esas kaynağına kazık fren) ve yapısal reformlar (Enflasyonla mücadeledeki kazanımların korunması için) gibi. Bunların hepsi antibiyotiğe başlamaktır enflasyonla mücadelede... Üstelik bu antibiyotik, 1994 ve 2001 ekonomik istikrar programlarında başarıyla uygulanmış örneklerdendir. Yıllardır uygulanan geniş kitleleri vergilendirmek ise 'ağrı kesicilere devam'dır bence...
Cahit UYANIK
Türkiye 9-10 aydır ciddi bir Enflasyonla Mücadele Programı uyguluyor. Program süresince cevap aranan sorulardan belki de en önemlisi şu: Enflasyon ülkemizde 'gerçekten' düşecek mi? Bu soru hemen her gün hepimizin kafasında yankılanıp duruyor. Çünkü fiyat artışlarının devam etmesi umutlarımızı azaltıyor, bizi bazen karamsarlığa bile düşürüyor. Her ayın 3'ü akşamı geçmiş ayın enflasyonu belli olduğunda televizyon ekranlarında izlediğimiz çarşı-pazar röportajlarında "Bana göre enflasyon düşmüyor. Her pazara gelişimde fiyatlar artmış oluyor" diyen sokaktaki vatandaşlar bunun en açık kanıtı. Bu ortam aynı zamanda bir başka şeyin daha göstergesi: Enflasyon artık Türkiye'de hiç iyileşmeyeceği düşünülen 'ekonomik bir psikoz' haline dönüşmüş durumda.
Ama herşeye rağmen Enflasyonla Mücadele Programı devam ediyor. Rakamlar açıklanıyor, tahminler yürütülüyor, yabancı heyetler gelip gidiyor. Programın ana felsefesi, yıllardır yaşanan enflasyon olgusunun iyi analiz edildiğini gösteriyor. Türkiye'deki 'yapışkan enflasyon' olarak tarif edilen meselenin ekonomik boyutları kadar psikolojik ve sosyo-psikolojik boyutu da programda dikkate alınmış. Makro iktisat kitaplarında 'Bekleyiş ve Tercihler' başlığı altında küçük bir bölüm ayrılan ancak Türkiye'nin yaşadığı enflasyon sorunsalında önemli rol oynayan bu psikolojik boyut, programın temel mücadele konularından biri olarak seçilmiş. Nasıl mı?
Türkiye'de enflasyonist bekleyişlerle döviz kuru arasında ciddi bir bağ var. Dövizle ve dövizi baz alarak hesap yapmak yani 'dolarizasyon' toplumun vazgeçemediği bir alışkanlık. Bu psikolojinin temelinde 1980 öncesindeki 'kişilerin döviz bulundurmasının men edilmesi' yatıyor olabilir. Ayrıca 1985'ten sonra Türkiye'ye sıcak para akışını sağlamak için döviz kuru politikalarının 'en önemli araç' olarak kullanılması ve bunun geniş kitleler üzerinde bıraktığı psikolojik etkiler de dolarizasyonu hızlandıran ikinci etken gibi görünüyor. Anlayacağınız Türk toplumunun dövizle ilişkisi hep sorunlu olmuş. Hatta bu konuyu abartarak ülkenin içine düştüğü döviz rezervi krizi ile askeri ihtilalleri bağdaştıranlara bile rastlanabiliyor.