Cahit UYANIK
Ertelenen Merkez Bankası Genel Kurulu 16 Mayıs 1996'da yapıldı. Kapalı kapılar ardında süren siyasi hesaplaşmalar, bu sefer Genel Kurulun yapıldığı salona daha farklı bir şekilde yansıdı. Birazdan bunlara gireceğiz. Ancak hasbelkader 1988 yılından bu yana Merkez Bankası Genel Kurullarının hemen hemen tamamını izlemiş bir gazeteci olarak ilginç bir gözlemimi aktarmak istiyorum.
Bu toplantıların gelenekselleşmiş hissedar katılımcılarından iki isim var ki son Genel Kurul'da adeta bir 'düşünce devrimi' yaşadılar. Atadan babadan miras Merkez Bankası hisselerinin sahibi emekli avukat Selahattin Ergüden ve Emekli Kurmay Albay Sadi Oktay, mevcut Türk Lirasının tedavülden kaldırılmasını istediler! Eğer bu yapılamıyorsa yeni basılacak paraların üzerine Atatürk portresi konulmamasını rica ettiler. Oysa aynı isimler eskiden beri TL'nin itibarını arttıracak önlemler alınmasını isterlerdi. Demek ki bu yaşlı insanlar da izlenen ekonomik politikalardan hayır gelmeyeceğini anladı ve yıllar sonra böyle bir çözüm önerdi.
Genel Kurulun kamuoyuna yansımayan bir ayrıntısı daha vardı ki gelecekte genişleyebilecek bir çatışmanın ilk sinyalini verdi: Türk bankacılık sektörünün iki numarası ve ağabeyi Ziraat Bankası, Hazine'ye kafa tuttu. Biliyorsunuz Hazine koalisyonun DYP kanadının kontrolünde, Ziraat Bankası da ANAP'ta... Merkez Bankası Kuruluş Yasasına göre Hazine'nin buradaki payı kesinlikle yüzde 51'in altına düşemiyor. Yani Hazine'.nin önerdiği Merkez Bankası Banka Meclisi adaylarının seçilmesi 'banko'... Ziraat, bunu çok iyi bilmesine rağmen Hazine'nin adaylarına oy vermedi. Bağlı bulunduğu Bakan Rüşdü Saracoğlu'nun talimatıyla ANAP kökenli isimleri aday gösterdi ve onlara oy verdi. Ama tahmin edilebileceği gibi seçtiremedi. Finans açısından başı ne zaman sıkışsa Ziraat'e başvuran Hazine'nin bu tavrının önümüzdeki zamanda bir güçlüğe yol açıp açmayacağını -ya da tersi- bekleyip göreceğiz.
ÖZELLEŞTİRME İDARESİ 'KİT' OLDU
Türkiye'de geçen yıl yaz aylarında tam bir özelleştirme fırtınası esiyordu. 1994 sonunda bir Özelleştirme Yasası çıkmıştı ama doğru dürüst uygulanamamıştı. Yasanın işlediğini göstermek için ilk göze kestirilen Et ve Balık Kurumunun (EBK) kombinaları oldu. Bu kombinalar yıl başında bir işçi konfederasyonuna satılmış, daha sonra 'et lobisi'nin kombinaların ucuza gittiği yönündeki spekülasyonları sonucu satış iptal edilmişti. Herkes de 'et lobisi'nin ileride bu kombinaları satın alacağı beklentisine girmişti.
Yaz aylarında yeni ihale açıldığında ise ortalıkta 'et lobisi'nden kimse yoktu. Kombina ve fabrikalar, adı sanı belirsiz sözde girişimcilere satılıverdi. Nasıl olsa devlet buradaki işçilerin kıdem tazminatlarını üstleniyordu. Ama devlet bunun karşılığında en az 3 yıl 'üretime devam şartı' koymuştu. Devirlerin üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. Bu kombinaların hemen hiç birinde üretim yapılmıyor. İşçiler işten atılmış, Makineler paslanıyor. Buradan çıkan sonuç şu: Yılda onlarca milyonun el değiştirdiği et piyasasında, 'et lobisi' "Üretim azalırsa fiyatlar yükselir" yollu politikasında başarılı oldu.
Kombinalarda üretim olmadığına ilişkin bilirkişi raporları kamuoyuna yansıdığında Özelleştirme İdaresini (ÖİB) aradım. Nasıl olmuştu da şartlı- şurtlu satılan bu tesislerde hiç üretim yapılmıyordu? ÖİB, bu satışları izlemek için bir grup kurmamış mıydı? Bu sorduklarıma verilen cevap 'evet'ti. Ama bunun için yapılan hiçbir şey yoktu. Aslında üzerine vazife olmayan kurumların aldığı bilirkişi raporları ÖİB'e ulaşınca apar topar bu kombinalara kendi uzmanlarını göndermişlerdi. Yumurta kapıya dayanınca hazırlanan raporlardan ne gibi bir sonuç alınacaksa artık...
Sonra düşündüm; 'KİT'leri adam etmek ve özelleştirmek için' kurulan ÖİB de doğa kanunlarına yenik düşmüştü. Yani üzüm üzüme baka baka kararmış ve ÖİB düzeltmeye çalıştığı kurumlara benzeyerek KİT'leşmişti. Şimdi bu sorun nasıl çözülebilir? Bence ÖİB'i ya kapatalım ya satalım... Eh ne demişler; çalma kapımı çalarlar kapını...
'BORU HATTI SAVAŞI'NI KAYBETMEYELİM
Bizde gelecekte sağlanabilecek büyük avantajlara ilişkin spekülasyon ve hata yapma alışkanlığı çok yaygın. 12 Eylül'den sonra Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne kuzu kuzu izin verilmeseydi şimdi elimizde önemli bir pazarlık kozu olacaktı. 1985'te başlayacak olan Türk işçilerinin Avrupa Birliği (AB) sınırları içinde serbest dolaşımı uygulamasından 100-200 milyon dolarlık hibe karşılığında vazgeçilmeseydi, AB'ye girişimiz konusunda en büyük sıkıntıyı çıkaran ülkelerden Almanya'yı daha kolay sıkıştırabilirdik.
Bu garip davranışlarımızın bir başka ve son örneğini de şimdilerde boru hatları konusunda yaşıyoruz. Boru hatlarının sağlayacağı avantajlar ufukta göründüğünden beri konu siyasi bir malzeme ve çekişme konusu oldu. Önce BOTAŞ, Dışişleri ve Enerji Bakanlıklari bu konuda ayrı ayrı çalışmalar yürüttü ve deyim yerindeyse herkes birbirinin gözünü oydu. Sonra bu alandaki politikayı koordine edecek bir makam oluşturuldu. Başına da şimdiki Dışişleri Bakanı Emre Gönensay getirildi. Gönensay, Ekim-1995'teki konsorsiyum toplantısından çıkan çift güzergaha (Supsa ve Novorossisk) ilişkin kararı başarıymış gibi gösterdi. Çiller de bu sahte başarıyı seçim kampanyasında bol bol kullandı.
Ancak Gönensay sonraki günlerde inceden inceye Türkiye'nin tezi Bakü-Supsa Hattının yapım güçlüklerine de dikkat çekmeye başladı. BOTAŞ Genel Müdürlüğünden istifa edip ANAP'tan politikaya atılan Hayrettin Uzun ise Bakü-Supsa'ya önceden beri şiddetle karşı çıkmıştı. Zaten Uzun bürokraside iken de Gönensay ile hep ters düşüyordu. Uzun, Türkiye'nin Supsa'ya değil ana iletim hattı Bakü-Ceyhan'a kafa yormasını öneriyordu. Artık Gönensay da Supsa Hattının tercih edileceğinden umudunu kesmiş olmalı ki, fizibilitesinde bile 2,5-3 milyar dolarlık bir mali portre çizilen Bakü-Ceyhan'ın Türkiye sınırları içindeki kısmının inşa edilmeye başlanmasını önerme cesareti gösterdi. Sanki sonu ne olacağı belli olmayan bir projeye bu kadar parayı verecek bir banka veya devlet kuruluşu bulmak kolaymış gibi...
Supsa Hattıyla ilgili yanlış düşünceye ben de geçen yıl sonunda dikkat çekmiştim. Şimdi korkularımın gerçek olduğunu görüyorum. Çiller bile bu konudaki yenilgiden bahsediyor. Bundan sonrası için ben diyorum ki Bakü-Supsa Hattı inşasının reddedilmesi bizim için 'muharebe yenilgisi' olsun. Artık iktidar ve muhalefet tüm gücünü Bakü-Ceyhan Hattını kabul ettirmek için kullansın... Aksi taktirde 'Boru Hattı Savaşı'nı kaybedeceğiz.
CAVİT ÇAĞLAR ANAP'A GEÇTİ..!
Başlığa bakıp da diyeceksiniz ki 'Bu haber anlı şanlı, tirajı yarım milyonu aşan gazetelerde neden yer almadı?'... Yer alamaz çünkü böyle bir şey 'yok'... Ama bize asparagas haber yapmak da yakışmaz; nerden çıktı bu durum anlatalım.
Hemen hemen tüm siyasi partilerin kendi yayın organları vardır. Anavatan Partisinin yayın organının adı da 'Anavatan-Siyasi Gazete'...
Bu gazetenin Yıl:5, Sayı: 62, Mayıs-1996 nüshası ilk bakışta diğerlerinden pek farklı görünmüyor. 13 yaşına giren ANAP'a ilişkin Genel Başkan Mesut Yılmaz'ın bir yazısı, Mesut Yılmaz'ın kader arkadaşı Yılmaz Karakoyunlu'nun bir köşe yazısı, 'Bakanlarımızı Tanıyalım' köşesi ve diğerleri... Bilumum yıkama-yağlama malzemesi kağıda basılarak parti örgütüne dağıtılmış.
Cavit Çağlar, Çiller ile küs olsa da halen DYP Bursa Milletvekili ve GİK Üyesi... Ama Anavatan Gazetesine göre öyle değil! Cavit Çağlar ANAP'a geçmiş, üstüne üstlük Merkez Karar ve Yönetim Kuruluna da dahil oluvermiş! Bütün bunlar da yetmemiş Çağlar seçim bölgesini değiştirip İstanbul'a geçmiş!
İlahi Anavatan Gazetesi... Sizi Allah mı söyletiyor? Yoksa ANAP'ın 13. Yılı şimdiden uğursuzlukla mı başladı?
ANAYOL HÜKUMETİ VE BİR DERVİŞ ÖYKÜSÜ
Artık yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan sözlü kültürün belki de son şahitleri biziz. Çocukluğumda dinlediğim bir hikayeyi, seçimden önce birbirine söylenmedik laf bırakmayan ama sonra 'zoraki nikah' ile evlenen, ancak daha ikinci ayda boşanma noktasına gelen Anayol Hükümetine ithaf ediyorum:
Eski zamanlarda dervişin biri yol sormak üzere uzaktaki bir kulübeye doğru yürümeye başlamış. Görüş mesafesine gelince bakmış ki kulübenin sahibi yatmış yere, bir oraya bir buraya yuvarlanıp duruyor. Derviş, kulübenin gölgesine sığınarak sormuş: 'Ne yapıyorsun sen?'... Adam hemen cevap vermiş: 'Namaz kılıyorum'.
Derviş gideceği yere birkaç gün geç ulaşma pahasına kulübenin sahibine namaz kılmayı öğretmiş. Sonra gönül huzuru içinde yoluna devam etmiş. Aradan birkaç yıl geçmiş. Dervişin yolu yine namaz öğrettiği adamın kulübesine yakın düşmüş. Derviş 'Şuna uğrayıp bir tas soğuk ayranını içeyim' demiş. Derviş kulübeye yaklaştığında ne görsün? Adam yine iki aşağı-bir yukarı yuvarlanıp duruyor.
Derviş kısa bir tereddüt geçirdikten sonra kulübeye hiç uğramadan yoluna devam etmiş. Yürürken kafasında sürekli şu düşünce dönüp duruyormuş: 'O adam Allah'a ulaşmanın yolunun böyle olduğuna inanıyorsa, varsın öyle olsun'.
(Bu kulis yazısı, aylık Macro Economy dergisinin Haziran-1996 tarihli 20. Sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder