13 Aralık 2017 Çarşamba

EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE YAPMAMIZ GEREKENLER-2003

Ekonominin piyasalar için değil, bizatihi insanlar için iyiye gitmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. 

 Cahit UYANIK

Daha bundan 5-6 yıl önce Türkiye’de her 24 Ocak gününde, gazeteler 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirlerinin uzun uzadıya anlatıldığı yazılarla dolu olurdu. Çeyrek yüzyıllık ömrünü tamamlamamış olan bu kararlar şimdilerde iyice unutuldu. Önce 5 Nisan 1994 Kararlarını hafızalarımızda ön plana çektik, daha sonra 9 Aralık 1999’da açıklanan kur çapası sistemini… Bütün bunlardan önemlisi de 21 Şubat 2001’de kurun dalgalanmaya bırakılmasının ne anlama geldiğini, Türkiye ekonomisini nerelere götürebileceğini içinde yaşayıp öğrenme sürecindeyiz. Bu ekonomik krizler ve ona panzehir olsun diye açıklanan istikrar tedbirleri manzumesine 1988, 1992, 1997, Uzakdoğu Krizi (1997), Rusya Krizi (1998), 2000 Yılı Kasım krizleri dahil değil. 2003 sonu itibarıyla bir fotoğrafı çekilebilse, ekonomimizin hal-i pür melali aynen şöyle olacaktır: Kriz sarhoşu bir dengesizlik içinde, yönünü bulmaya çalışan bir adamın, karanlık bir tünelden hayli uzaktaki ışığa doğru yürüyüşü…

1990-2000 yılları arasında 100 milyar dolarlık kayıp

Türkiye ekonomisi acaba bu hale neden ve nasıl geldi? Yıllar önce, henüz 2001 Krizinin yaşanmadığı günlerde devlette zorlu görevler yürütmüş bir üst düzey bürokrat ile yaptığım görüşmede bunun birkaç sebebini şöyle sıralamıştı:  Güneydoğu’daki terörle mücadele masrafları, Körfez Krizi sonrası Türkiye’nin büyük bir dış ticaret ortağını kaybetmesi, 1980’li yıllar boyunca devlette denetim sistemini ortadan kaldırıcı çabalar sonucu oluşan israf ve yolsuzluklar, ülkenin koalisyon iktidarları tarafından kötü yönetilmeye başlanması. O bürokrata göre 1990-2000 yılları arasında Türkiye’nin hesaplanabilen ekonomik kaybı 100 milyar doları geçiyordu. 
Sohbetin hemen ardından patlak veren 2001 Krizi sonrasında bu faturaya bankacılık sistemindeki büyük yolsuzluklar ve kamu bankalarının kanını iliğini emen görev zararları kabusu da eklendi. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu borç çevirme probleminin büyük bölümü, bankacılık operasyonu sonucunda ihraç edilen kağıtlardan  kaynaklanıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) en yeni raporuna göre, bankacılık sektörünü yeniden yapılandırmanın toplam maliyeti 47,2 milyar dolar. Buna, yazı kaleme alındığı gün açıklanan 9 katrilyon liralık yani 6 milyar dolarlık İmar Bankası faturası eklendiğinde, fatura 53 milyar doları geçmiş olacak. Türkiye’nin son ekonomik krizde tüm alanlardaki ekonomik kaybı ise bazı uzmanlara göre 150 milyar doları buluyor.  

Önümüzdeki 5-6 yılı borçları temizleyerek geçireceğiz

Karmaşık kayıp hesaplarının yansıması ise Türkiye’nin içinde bulunduğu büyük borç sarmalı şeklinde karşımıza çıkıyor. Türkiye, nereden bakılırsa bakılsın önümüzdeki 5-6 yılı bu borçları temizleyerek geçirmek zorunda. Bu yapılmazsa, ülkenin kredi değerliliği düzelmeyecek ve uluslararası finans sisteminin sunduğu cazip dış borçlanma olanaklarından yararlanmak mümkün olmayacak.
Peki bu iş nasıl başarılacak? Türkiye gibi ağır dış borç yükü ve sorunlu kamu finansmanı şartları altında bulunan ülkeler için geliştirilmiş en basit takip aracı faiz dışı fazla. Kolay bir benzetme yapmak gerekirse faiz dışı fazla; otomobil sürerken sağ ayna kontrolüne benziyor. Herkes için basit ama etkili bir denetim aracı. Türkiye’de son zamanlarda faiz dışı fazlaya karşı bir hassasiyet, deyim yerindeyse “alerji” oluşmuş durumda. Sanki koskoca dünyada bu rasyonun sadece Türkiye’nin başına çorap örmek için icat edildiği gibi bir hava estirilmeye çalışılıyor. Neredeyse köy kahvelerindeki gündelik ekonomi sohbetlerinde bile faiz dışı fazla pek hayırla anılmıyor. Oysa gerçek öyle değil. Söz gelimi sık sık ekonomik yapısı Türkiye’ye benzetilen ve gelişmişler trenine çoktan atlamış bulunan İtalya’da bile faiz dışı fazla önemli bir rasyo olarak hala izleniyor. Benzer şekilde Yunanistan, Belçika, İrlanda gibi AB üyesi ülkelerde faiz dışı fazla dikkatle ele alınıyor. Çünkü mali disiplinin bozulması demek,   Avrupa Birliği için Avrupa Para Sistemi’nin bozulması anlamına geliyor. Anlayacağınız AB’ye üye olsak bile bu faiz dışı fazla derdinden kurtulacağımız yok.

IMF, Türkiye ve Arjantin’e nasıl hata yaptırdı?


Balkanlar ve Orta Doğunun en krizkolik ülkesi Türkiye’nin klasik tartışma konularından birisi de Uluslararası Para Fonu. Acaba Türkiye’yi krize IMF mi soktu? Bizi yüzlerce milyar dolarlık iç ve dış borç stoku altına bu kurum mu iteledi yoksa kendi yöneticilerimiz mi beceriksiz ve basiretsiz? IMF Türkiye’nin krizden çıkmasını istemiyor mu? Bu sorular hepimizin kafasını meşgul edip duruyor. Cevabı ise Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi verilebilir: Sen de haklısın, sen de haklısın…
IMF’nin 1997 yılında imzalanan ve mali boyut içermeyen Yakın İzleme Anlaşması sırasında Türkiye’ye ısrarla Para Kurulu sistemine geçişi önerdiği ve başarılı misal olarak da Arjantin’i önerdiğini unutmadık. Aynı baskıların 1999 yılında da yapıldığını ve orta yol olarak çapalı kurda buluşulduğunu hafızalarımız tazeleyerek hatırlayabiliriz. Para Kurulu sistemi Arjantin’i, çapalı kur ise Türkiye’yi krize soktu. Demek ki IMF bu noktada yanıldı. Belki bunun içindir ki, günahına girdiği Arjantin Ve Türkiye’ye karşı son derece müsamahakar davranıyor. Kredi taleplerini iki etmiyor.

IMF, ekonomik krizlerin çoğunluğunun mali
sistemden kaynaklandığını tespit etti

Geçen Mayıs ayında Türkiye’ye gelen IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger, son yıllarda dünyada meydana gelen ekonomik krizleri ayrıntısıyla araştırdıklarını ve bunların birisi hariç hepsinin mali sistem kaynaklı olduğunu söylemişti.  Yani Krueger, Arjantin ve Türkiye’deki krizlerin mali sistemden kaynaklandığını üstü kapalı kabul etmişti. Elbette bu analiz, kendi yaptıkları hataların da bir itirafı niteliğindeydi. Ama bundan çıkarılması gereken ders ise şuydu: Türkiye mali sistemini adam etmedikçe IMF’nin elinden kurtulamaz. IMF’yi kapının önüne koyabilirsiniz ama bir süre sonra yaldızlı davetiye göndermek zorunda kalabilirsiniz.

Türkiye’yi yönetenlerin günahları ve IMF

Nasreddin Hoca’nın diğer tarafa söylediği “Sen de haklısın” arka planında ise Türkiye’nin 1987 yılından bu yana çok kötü yönetilmesi yatıyor. Vergi toplamak yerine borçlanmak, dış borçlanmayı kolaylaştırmak için kambiyo rejimini çok erken libere etmek, kolay vaatlerde bulunan siyasetçilere dur diyecek mekanizmaların kurulmamış olması, var olmayan kaynakların dağıtılmasının işçi dostluğu, işveren ahbaplığı, köylü akranlığı gibi paketlenerek tüm topluma sunulması, ahbap-çavuş kapitalizmi ile siyasi partileri finanse etmeye çalışmak, işsizlikle mücadele yerine devleti İş Bulma Kurumuna çevirmek gibi onlarca idareci suçu, IMF’nin kapısında sabahlamamızın en önemli sebepleri. Ne yazık ki bu işleri yapan idarecileri, oyları ile işbaşına getirenler ise biz seçmenler. Aslında IMF’yi biz, bizatihi kendimiz başımıza getirip oturttuk, borçlandık. Şimdi IMF’nin borçları tahsil için ortaya attığı yapısal reform dizisini kabullenmek zorundayız. Sırf kolaycılık yaptığımız için, sırf kendi kendimizi disipline edemediğimiz için bu haldeyiz. O kadar mahcubuz ki, bizi hatalı yollara sürükleyen IMF’nin yüzüne bunu söyleyemiyoruz bile… Önümüzdeki yıllarda da IMF’den kurtuluş pek kolay değil. Her hatamızı söyleyip gereğini yerine getirmemizi isteyecekler. Yapmıyor muyuz? Hoooppp… yükselecek faizler, zorlaşacak dış borçlanma. Anlayacağınız IMF’yi yerli yerinde, haddi haddinde tutmak bizim elimizde.

AB, reel sektörümüzle yakından ilgilenecek

Türkiye’nin önümüzdeki yıllardan itibaren alışması gereken bir başka dış takip odağı ise AB. Eğer önümüzdeki yıl sonunda müzakerelere başlama kararı çıkarsa, Türkiye ekonomisi deyim yerindeyse tam bir check-up’a girecek. Bu öyle bir süreç ki IMF ile ilişkilere pek benzemeyecek. IMF, önünde sonunda bir finans kurumu olduğu için reel ekonomiyle ilgisi sınırlı kalıyor. AB ise Türkiye’deki reel boyutla doğrudan ilgili. Çünkü yapısı gereği sektörel ve bölgesel bazda teşvik sistemleri uygulayan AB, adeta Türkiye ekonomisinin tüm tahlillerini gözden geçirecek. Belki bazı reçeteler yazıp önümüze koyacak. İşte o zaman, daha çok yaygara çıkarabileceğiz. IMF’nin ‘Şu kanunu, şu yönetmeliği çıkartın’ talepleri, çok hafif kalabilecek. Belki AB Türkiye’nin bazı sektörlerden elini eteğini çekmesini bile isteyebilecek. Şu anda New York-Washington Hattında kaderi ekonomik gidişatımıza, Brüksel daha çok müdahil olabilecek. Ama bütün tabloda değişmeyen tek şeyin, bizim ne yapmak istediğimiz konusundaki düşüncelerimiz olacak gibi görünüyor. Biz hata yaptıkça, çelişkiye düştükçe, kafası karışık bir görüntü çizdikçe, sokaktaki adamın deyişiyle ‘eloğlunun eli kuvvetlenecek’.

Türkiye, sorun tespit ve çözüm yöntemlerini geliştirmeli

Bir başka fıkrada olduğu gibi; tek gözlü iktisatçıların ülkesi olsa idik belki de her şey toz pembe görünecekti. Oysa yaşam gibi ekonomi de çok boyutlu. Türkiye, 1996 yılındaki Gümrük Birliğine girişiyle başlayan bir süreçte hızla  dış dünyaya entegre oluyor. Şu ana kadar yaşadığımız süreç, bu bütünleşmenin hemen hemen tüm boyutlarının olumsuzluğunu ortaya çıkarttı. Kesif bir borç batağına girdik, dünya ticaretinden istediğimiz payı alamadık, insanlarımız mutlu edecek günlük ekonomik ortamı yaratamadık. Ama aynı süreç, bu sorunları nasıl aşabileceğimiz konusunda yol ve yöntemleri kabullenmemizi de beraberinde getirdi. Merkez Bankası özerkliği Türkiye için hayaldi; başarıldı. Kamu borçlanmalarının bir yasa ile disipline edilmesi düşünülemezdi; yapıldı.  Arka arkaya 21 bankaya el konulacağı söylense, kimse inanmazdı; cesaretle başarıldı. Siyasetçilerin birçok yetkilerini üst kurullara devredeceği söylense pek hayra yorulmazdı; bu eşik geçilebildi. Örnekler daha uzatılabilir ama bütün bunlar ciddi bedeller ödenerek gerçekleştirilebildi. Oysa Türkiye, bütün bunlara sıfıra yakın bedel ödeyerek, daha sorun tespit edilir edilmez hayata geçirebilecek kapasiteye sahip bir ülke. Türkiye’nin sorun tespit ve çözüm yöntemlerini geliştirmesinde  sonsuz yarar var.

Ekonomi piyasalar için değil, insanlar için iyiye gitmeli

Aslında Türkiye’nin bundan sonraki yol haritası da belli. Düşük enflasyon ortamında, devleti yeniden yapılandırıp eğitim ve sağlık yatırımlarına önem vererek, genç nüfusuna özel sektörde yeni iş imkanları açarak, istikrarlı bir büyüme sağlayarak dünya rekabet arenasında iyi bir yer kapıp bunu korumaya çalışmak. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmak. Türkiye’nin yaptığı hatalar sonucu Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde giderek gerilediğini unutmayalım. Ekonominin piyasalar için değil, bizatihi insanlar için iyiye gitmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. İyiye gidişin izlendiği dataların ise borsa endeksi, döviz kuru düzeyi değil; işsizlik oranındaki iyileşme, hane halkı gelirlerinin artması, kapasite kullanım oranlarında istikrarlı yükseliş, ihracatın sağlıklı gelişim çizgisine oturması gibi şimdilerde pek önemsemediğimiz yollardan geçtiğini anlamalıyız.
(Bu yazı Çankaya Üniversitesinin yayın organı Çankaya Gündemi dergisinin Ekim 2003-Sayı 15’te yayınlanmıştır.) 
TÜRKİYE'DE EKONOMİK KRİZ DÖVİZ CEPHESİNDEN BAŞLAR
REEL SEKTÖRÜN BOZULMAYA GÜVENİ NE ANLAMA GELİYOR?
TERÖRÜN TÜRKİYE'YE 35 YILLIK FATURASI 3 TRİLYON DOLARA YÜKSELMİŞ OLABİLİR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder