Cahit
UYANIK
2016 yılına girilmesiyle
Çin, dünyadaki ekonomik kriz tartışmalarının odağına oturdu. Ekonomide Çin kaynaklı
tartışmaların yıl boyunca da sürüp gitmesi bekleniyor. 2008 yılında ABD’de
başlayan ekonomik ve mali krizin, ikinci aşamasında AB bulunuyordu. Üçüncü
aşamanın ise Çin’deki devalüasyonlarla başladığı ileri sürülüyor. Çin’in yaptığı
devalüasyonlarla yani “kur savaşı” yoluyla, ekonomik krize girmemek için
mücadele vermeye başladığı görüşü güçlü bir şekilde tartışılıyor.
Çin ekonomisi, dünyadaki
global ekonomik düzenin en önemli üçüncü aktörü. Ama pek çok açıdan, diğer iki büyük aktör ABD
ve AB’ye bağımlı. Milli parasının uluslararası değerini dolara sabitlemiş olan Çin’in,
en büyük müşterisi de bu iki büyük (ABD
ve AB) ekonomik güç. Nihayetinde bu kadar içli-dışlı bir ilişki sebebiyle Çin’in,
ABD ve AB’deki gelişmelerden olumlu-olumsuz yönde etkilenmesi çok normal.
Türkiye’nin ise Çin
ekonomisiyle neredeyse tek yönlü bir ilişkisi var. Çin’e sattığımız malların 7
katı kadar ithalat yapıyoruz. Çin’den aldığımız tüketim mallarının yanı sıra; ucuz
ham madde ve yarı mamulleri, Türkiye’de işleyerek AB pazarı ile yakın
komşularımıza satıyoruz. Çin’in devalüasyonları kısa vadede, ithal ettiğimiz
malları ucuzlattığı için lehimize görünüyor. Ama orta vadede bu devalüasyonlar,
Çin ekonomisine daha fazla bağımlı hale gelmemize de sebep olabilir. Çin ile Türkiye’nin aynı dönemlerde orta gelir
tuzağından çıkmak için, ekonomisini orta ve üst teknolojiye sahip bir üretim
yapısına dönüştürmeye çalışması, ileriki yıllarda birçok dış pazarda rakip haline gelmeleri sonucunu da
doğurabilir.
Aslında Çin’le ilgili
kriz tartışmalarının odağında, krizin çıkış yeri olan ve “dünyanın motoru”
olarak da adlandırılan Amerikan ekonomisi bulunuyor. Çünkü Amerikan ekonomisinin 2008 yılında içine
girdiği ekonomik ve mali krizde, geçen yıl yaz aylarından itibaren yeni bir
aşamaya geçildi. Amerikan Merkez Bankasının (FED) 2013 yılında başlattığı
parasal sıkılaştırma politikası kapsamında yüzde sıfır olan faizde artırıma gideceği kesinleşti. FED, Amerikan ekonomisindeki canlanmanın balon oluşmadan,
kontrollü bir biçimde gerçekleşmesi için, tedrici bir faiz artırımına
gideceğini açık açık söylemeye başladı.
Bu gelişmenin ardından dünya
ekonomisinin ikinci büyük üreticisi Çin harekete geçti. Parası yuanı (remninbi)
dolar kuruna sabitlemiş olan Çin, geçen ağustos ayında ardı ardına iki
devalüasyon yaptı. Çünkü, ABD dolarının tüm dünya paralarına karşı güç
kazanmasıyla, otomatikman yuan da değer kazanıyordu. Tabii bunun sonucu olarak
Çin malları pahalılaşırken, talep azalmasıyla birlikte Çin’in ekonomik büyümesi
de yüzde 10’lardan yüzde 7’lerin altına doğru inmeye başlamıştı.
FED’in söylediğini
yaparak, 10 yıl aradan sonra Aralık ayında ilk faiz artırımına gitmesiyle dolar
iyice değerlenmeye başladı. Çin de, 2016 yılının ilk haftasında üçüncü defa
devalüasyon gerçekleştirdi. Resmi açıklamasında “mallarımızı ucuzlatmak yoluyla
kendi ihracatçılarımızı rahatlatmak için devalüasyonlar yapıyoruz” diyen Çin, tüm
dünyada ekonomik kriz tartışmalarının odağına oturdu. Büyük bir ham madde ve
enerji alıcısı (ham petrol, demir, bakır, kömür, doğal gaz vb.) olan Çin
ekonomisinin yüzde 5’lere doğru inecek ekonomik büyümesinin, hammadde üreticisi
başka ülkelerde gelir azalması ve iflaslara yol açacağı beklentisi güçlendi. Çin,
azalan büyüme oranıyla birçok hammadde üreticisi ülkede ekonomik daralma ve
resesyona, dolayısıyla işsizlik ile ekonomik ve siyasi çalkantılara yol
açabilirdi.
Bütün bu öngörülerin gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini bu yıl boyunca, belki de 2017 yılı boyunca yaşayıp
göreceğiz. 2016 yılında FED’in 4 kez daha faiz artırımına gideceği yönündeki
güçlü beklenti ve tahminler, Çin ekonomisine bağımlı olan bir çok yükselen
piyasa ekonomisi statüsündeki ülkede ters etkiler yaratmaya devam edecek gibi
görünüyor.
Peki gerçekten Çin, tüm
dünyayı etkisi altına alacak bir ekonomik krizin çıkış noktası olabilir
mi? Şu anki hakim görüş, Çin’in dünyada
devasa bir ekonomik krize yol açmasının mümkün olduğu, ancak buna izin verilmeyeceği
yönünde yoğunlaşıyor.
Çin, ekonomik krizle mücadelede büyük umut bağladığı kur
ayarlamalarında yuanı ve dolayısıyla kendi kur sistemini korumak için yarım
trilyon dolara yakın döviz harcamış durumda. Çin’in elinde halen 3,5 trilyon
dolara yakın bir döviz rezervi bulunuyor. Yani Çin, isteyene istediği kadar
dövizi satabilecek pozisyonda… Çin ile “döviz oyunu”na girmek ise cesaret
ister. Söz gelimi FED’in faiz artırımlarında küçük bir ertelemeye gitmesi
halinde, aşırı döviz talebi piyasa oyuncularına zarar olarak dönebilir. Sözün
özü, Çin’i kur savaşları üzerinden bir
politika izleyerek köşeye sıkıştırmak pek mümkün görünmüyor.
Çin, faiz politikasında
ise tam tersi bir yol izleyerek ekonomisini canlı tutmak için indirim yönlü bir
patika izliyor. “Düşük kur, düşük faiz” olarak özetlenebilecek bu ekonomik politikanın
başarıya ulaşma şansı mevcut. Çünkü Çin kur savaşının yanı sıra; dış
pazarlarının daralmaya başlamasını, iç pazarını genişleterek dengelemeye
çabalıyor. Çin, Japonya’da olduğu gibi sırf dış pazarlara odaklı bir üretim
yapısı istemiyor. Bunun, Japonya’da olduğu gibi er geç kendisini resesyona
sokacağını biliyor. İşte Çin’de 2016 yılı başından itibaren ikinci çocuğa izin
verilmesi, iç talebi kısa sürede artırıcı bir yol olarak görülüyor.
Çin Komünist Partisi,
2012 yılı sonunda yaptığı toplantının ardından “piyasacı reformlara geçiş
sürecine girdiğini” resmen duyurmuştu.
Bu kararın önemi o zaman tam anlaşılamamıştı. Bazı uzmanlar bu kararı
artık, 1980’lerin başındaki kapitalist restorasyon sürecine geçiş kararlarıyla
kıyaslıyorlar. Nitekim 2012’teki karar, Çin devletinin ekonomide yavaş yavaş
düzenleyici ve denetleyici bir fonksiyona geçiş yaparak, ekonomik üretim
sürecinden yavaş yavaş çıkmasını öngörüyordu. Çin’in piyasalaşma ve
devalüasyon politikası, bu ülkeye dev
yatırımlar yapmış uluslararası sermaye tarafından destekleniyor. Bu dev
şirketler devalüasyonlarla birlikte daha fazla para kazanırken, piyasalaşma
sürecindeki özelleştirme programlarından da faydalanmak istiyorlar.
Peki bu büyük fotoğraf
içinde Türkiye-Çin ilişkilerini nereye konumlandırmalıyız? Türklerin Çinlilerle
ilişkisini 5 bin yıl öncesine kadar götürmek mümkün ama Türkiye-Çin Halk
Cumhuriyeti diplomatik ilişkileri 1971 yılında kurulmuştu. Çin’le ekonomik
ilişkilerin canlanması ise 30 yıl sonra Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne 2001
yılında üye olarak tüm dünya ile serbest ticarete başlamasıyla gerçekleşti. Türkiye
aynı yıllarda büyük bir ekonomik krize girmiş ve ekonomisini yeniden canlandırma
uğraşısı veriyordu. Çin’den gelen ucuz tüketim mamulleri, (‘Ne alırsan al: 1
TL’ mağazaları hala akıllarda) alım gücü azalmış halkı rahatlattı. Çin’deki
ucuz ham madde ve yarı mamuller, Türkiye’ye ithal edilerek mamul mala
dönüştürüldü, ihraç edildi ve döviz geliri sağlandı.
Bu gelişmeler sonucunda;
iki ülke arasında 2001 yılında 1,1 milyar dolar düzeyindeki dış ticaret hacmi,
2006 yılında 10,3 milyar dolara çıktı. Aynı yıl Türkiye Çin’e 1 birim mal satabilirken,
13-14 birim mal ithal ediyordu. 2014 yılında ise bu oran 1’e 9’a düşerken; 2015
yılında da 1’e 7’ye ineceği tahmin
ediliyor. Yeniden 2016’ya dönelim… Dış ticarette Türkiye lehine değişen bu
tablo, yazının başında Çin ekonomisi hakkında yazdıklarımızla neredeyse birebir
örtüşüyor. Yani iki ülke ilişkilerinde Türkiye açısından şu yaşanıyor: Çin
mallarının pahalılaşmaya başlamasıyla hızı azalan bir ithalat görünümü,
Çin’deki alım gücünün artışı ve pazar geliştirme stratejisi sonucu artışa geçen
Türkiye’nin ihracatı…
Peki iki ülke ekonomik
ilişkilerinde bundan sonra neler yaşanabilir? Devalüasyonlar sonucunda
Türkiye’nin Çin’den ithalatını yeniden artırması beklenebilir. Buna karşılık
Çin’in iç pazarını canlandırma yönündeki politikaları, Türkiye’nin ihracatını
artırarak dış ticaret dengesinin görünümünü aynen sürdürmesine sebep olabilir. Uzun
vadede Çin’in piyasa ekonomisine geçiş çabaları sonucunda yuanı dalgalı kura
geçirmesi, Türkiye’yi bir anda yepyeni ve kötüleşen bir dış ticaret dengesiyle
karşı karşıya bırakabilir. Türkiye’nin şu anki uygun zamanı iyi değerlendirerek
Çin pazarında daha fazla var olması gerekiyor.
Türkiye aslında 2010
yılından bu yana Çin’i sırf ticaret ortağı değil, Türkiye’ye yatırım
yapabilecek bir yabancı sermaye gücü olarak görüyor. Buna karşılık Türk
yatırımcılarının da Çin’de ortaklaşa
yatırımlar yapmasını istiyor. Yani Türkiye Çin’e “İthal etmeyelim, gelin burada
üretin. Biz de sizin için sizin topraklarınızda üretelim. Böylece istihdam
yaratılır, ekonomilerimiz daha güçlenir” diyor. Ancak Çin, dış yatırımlarını
tüm dünyada artırsa da Türkiye’de henüz hatırı sayılır adımlar atmış değil. Türkiye
ise bu politikasında ısrarını sürdürüyor. En son geçen yıl yaz aylarında
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çin seyahatinde “Ortak yatırımlar
yapmalıyız” vurgusu yine dile getirildi. Çin, 2016 yılında Türkiye’nin bu
teklifine olumlu yaklaşmaya başlayabilir.
Çin, 2013 yılından bu
yana ekonomisinde orta ve yüksek teknolojili mamulleri üretmeye yönelmek istiyor. Çin’in bu isteği,
Türkiye’nin de benzer bir üretim yapısı değişikliğine gitmek istediği, yani
orta gelir tuzağından kurtulmaya çalıştığı döneme denk geldi. Bu çakışma
şimdilik, az önce bahsettiğimiz Türkiye’nin ortak yatırımlar yapılması
yönündeki politikasını zayıflatan bir görünüm veriyor. Yani iki ülke ortak
yatırımlar bir yana, ileride aynı mallar
ve pazarlar için sıkı bir rekabete girebilir.
Her şey bir yana Çin ve
Türkiye pazarları o kadar büyük ki, iki ülkenin de hızlı artan genç nüfusu dikkate alındığında bir çok
alanda ortak çıkarlar yaratılabileceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Ancak bunun
için çaba, iyi niyet ve elbette tatmin edici bir kar ortamının oluşturulması
gerekiyor.
(Bu yazı, Diplomatik Gözlem Dergisinin Şubat-2016 sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder