Türkiye, son 4-5 yılda
bankacılık sektöründe hızlı bir 'yabancı sermaye pratiği' yaşadı. Bu süreçte
yabancı bankaların Türk iş dünyası ile aralarının pek sıcak olmadığı biliniyor.
Başta müteahhitler olmak üzere işadamları, yabancı bankaları 'toleransı az'
buluyor. Belki bunu, Bankacılık Kanunu'nun hayli sıkı düzenlemeleri içermesi
ile açıklamak mümkün. Ama aynı kanuna dayalı olarak çalışan yerli bankalar için
benzeri şikayetler duyulmuyor. O
zaman diyebiliriz ki; yabancı bankalar, Türkiye'ye yatırdıkları sermayeden
hızlı bir biçimde geri dönüş sağlamak için, zaman zaman büyük kredi
müşterilerine tavizsiz bir tutum takınabiliyorlar. Yerli bankalar ise
müşterisini daha iyi tanıyor ve kredi geri dönüşlerinde -yasal limitleri
zorlamadan- daha sabırlı davranıyor. Bankacılık yapma süreçleri yerli
bankalarda, müşterisinin psikolojisini daha iyi kavrıyor.
Bunun bir başka sebebi
daha olabilir. Yabancı bankacılar Türkiye'ye kitle bankacılığı yapmaya
geldiler. Bu nedenle büyük ve orta ölçekli kredi müşterileri ile iyi
geçinemiyor olabilirler. BDDK'nın yayınladığı bir rapora göre, Türk bankacılık
sektörü çok şubeli. AB bankalarının yapısı ise tam tersi. Türkiye'deki banka
sayısı AB'li ülkeler ile karşılaştırıldığında daha az. Ancak Türkiye'deki
bankalar, AB ülkelerindeki bankalara göre daha yaygın bir şube ağına sahip.
Öyle ki; 2005 sonu itibarıyla AB üyesi 25 ülkede kredi kuruluşu başına şube
sayısı 23 iken, Türkiye'de bu sayı 129. Çok şubeli yapının Türkiye'de banka
satın almakta çekici bir unsur olduğu görülüyor. Türkiye'de bir banka satın
alan AB'li banka, 6 kredi kuruluşu satın almışcasına şube sahibi olabildi. Bu
nedenle kitle bankacılığı yapıyorlar. Küçük müşterilerle arası iyi ama
müşteriler büyüdükçe ilişkiler zorlaşıyor olabilir.
Küresel krizde gelinen
noktada yabancı bankaların ana merkezlerinin çoğunun zor durumda olduğunu
görebiliyoruz. Türkiye'deki yabancı
bankaların durumu iyi ama büyük zararlar içinde yüzen ana banka konsolide
bilançosuna kendi iyiliği kadar (sağladığı
kar kadar) etki edebiliyor. Ana bankayı kurtarmak için karlı varlıklar (yani
Türkiye'deki bankası) tamamen elden çıkarılabilir. Daha küçük yapılarla
çalışmaya alışık yabancı bankalar, parçalanıp satılabilir. Yerli yatırımcılar
bu küçük parçalara talip olabilir. Yani krizden sonra yerli banka sayısı ve
oranında artış görülebilir. Önümüzdeki birkaç yılda daha yerlileşmiş;
yabancıların ise orta ve büyük ölçekli müşterileri ile iyi geçinmeye çalışan
bir yapıya bürünebileceğini söyleyebiliriz.
ETKİN RİSK YÖNETİMİ,
TÜRKİYE'DEKİ
TÜM İŞLETMELERE
YAYILMALI
Kriz ortamında etkin
risk yönetimi kavramını, krizden öncekine göre daha geniş açıdan değerlendirmek
gerek. Risk yönetimi, daha çok normal seyreden konjonktürlerde işe yarar; kriz
sırasında ikinci plana düşer. Çünkü risk yönetiminde verilerden yola çıkarak,
kötüye gidişi anlamak esastır. Kriz sırasında ise öncelik; sabır, dikkat, özen,
yönetici basiretliliği, enformasyonun iyi izlenmesi, zamanında karar alma,
dirayetlilik gibi unsurların eline
geçer. Buna kriz yönetimi de denilir.
Kriz
ortamında söz gelimi bankalar için likitte kalmak (likidite riskini yönetmek);
normal bir ortamda daha az dikkat edilmesi gereken bir risk yönetimi kısmı
iken, krizde en öncelikli konu haline gelir. Kur riski yine normal bir ortamda
daha ikinci plandaki bir risk yönetimi ayrıntısı iken, kriz ortamında likidite
yönetimi ile neredeyse aynı düzeyde dikkatle izlenmesi gereken bir kısımdır.
Çünkü kur, hem iç piyasalarda hem dış piyasalarda (pariteler nedeniyle) iyice
oynak hale gelir. Yani krizde verilen anlık kararlar artar. Öte yandan normal
bir konjonktürde kredi riski daha dikkatli izlenirken, kriz sırasında bu riskin
gerçeğe dönüşeceği yani batık kredilerin artacağı daha baştan kabul edilerek,
düzeyi sınırlanmaya ve banka sermayesine zarar vermesi önlenmeye çalışılır. Yani krizde işler tam
tersine bir süreçte işlemeye başlar.
Dünyanın içinde
bulunduğu finansal ve ekonomik krizden çıkabilenler, risk-kazanç dengelerini
yeniden kurmaya hazır olmalı. Kriz, risklerin iyi hesaplanmaması (mortgage
kredilerinde yaşanan olaylar, türev finansal araçların kontrolden çıkan bir
biçimde büyümesi vb.) nedeniyle oluştu. Sermayenin küresel düzeyde serbest
hareket etmesi nedeniyle bir salgın gibi ülkeden ülkeye yayıldı. Şimdi risk
hesaplama tekniklerini daha çok geliştirmeye ihtiyaç var. Kendi ülkesi içinde
hareket eden sermaye ile ülkeler arasında dolaşan sermayenin belki ayrı risk
hesaplamalarına tabi olması gündeme gelebilir.
Eğer bu yapılmazsa ülkeler, dış
sermaye hareketlerine vergiler koyarak riski vergi ile dengelemek
isteyebilirler. Yani kısacası yeni dönemde; risklerin nasıl etkin yönetileceği,
doğru hesaplanacağı, sürekli izleneceği, iyi denetleneceği ve mali tablolarda
nasıl karşılık ayrılacağına karar verilmesi gerekiyor. Basel-II'nin yaşanan
olaylar çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi isabetli olabilir. Türkiye ise
2001 Krizinin üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen risk yönetimini henüz tam
oturtamadı. Bankacılıkta bazı önemli mesafeler alındı ama henüz tüm ekonomide
sistematik bir risk yönetiminden bahsetmek mümkün değil. Türkiye, büyümesini
bundan sonra da özel sektörün aldığı iç ve dış borçlar yoluyla sürdürecekse,
risk yönetimi alışkanlığının bankaların yanı sıra ekonomideki tüm şirketlere
yayılması zorunlu görünüyor. Yaşanan kriz, etkin risk yönetimi alışkanlığını
sağlamak için 'altın fırsat' sunuyor.
(Bu yazı, Türkiye İnşaat Sanayicileri İşverenler Sendikası-İNTES'in Genç Yöneticiler Grubu'nun yayın organı Genç Yönetici Gazetesinde 2009 ilkbahar aylarında yayınlanmıştır.)
BANKACILIK SEKTÖRÜ ARTIK YENİ UFUKLARA YELKEN AÇMALI/EKONOM 50. ÖZEL SAYI
EKOKULAK: BANKACIDAN MORG GÖREVLİSİ OLUR MU?
BANKACILIK SEKTÖRÜ ARTIK YENİ UFUKLARA YELKEN AÇMALI/EKONOM 50. ÖZEL SAYI
EKOKULAK: BANKACIDAN MORG GÖREVLİSİ OLUR MU?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder