18 Şubat 2015 Çarşamba

2008 KRİZİNDEN SONRA 'DAHA YERLİ' BİR BANKACILIK BİZİ BEKLİYOR




 Cahit UYANIK

Türkiye, son 4-5 yılda bankacılık sektöründe hızlı bir 'yabancı sermaye pratiği' yaşadı. Bu süreçte yabancı bankaların Türk iş dünyası ile aralarının pek sıcak olmadığı biliniyor. Başta müteahhitler olmak üzere işadamları, yabancı bankaları 'toleransı az' buluyor. Belki bunu, Bankacılık Kanunu'nun hayli sıkı düzenlemeleri içermesi ile açıklamak mümkün. Ama aynı kanuna dayalı olarak çalışan yerli bankalar için benzeri şikayetler duyulmuyor. O zaman diyebiliriz ki; yabancı bankalar, Türkiye'ye yatırdıkları sermayeden hızlı bir biçimde geri dönüş sağlamak için, zaman zaman büyük kredi müşterilerine tavizsiz bir tutum takınabiliyorlar. Yerli bankalar ise müşterisini daha iyi tanıyor ve kredi geri dönüşlerinde -yasal limitleri zorlamadan- daha sabırlı davranıyor. Bankacılık yapma süreçleri yerli bankalarda, müşterisinin psikolojisini daha iyi kavrıyor.

Bunun bir başka sebebi daha olabilir. Yabancı bankacılar Türkiye'ye kitle bankacılığı yapmaya geldiler. Bu nedenle büyük ve orta ölçekli kredi müşterileri ile iyi geçinemiyor olabilirler. BDDK'nın yayınladığı bir rapora göre, Türk bankacılık sektörü çok şubeli. AB bankalarının yapısı ise tam tersi. Türkiye'deki banka sayısı AB'li ülkeler ile karşılaştırıldığında daha az. Ancak Türkiye'deki bankalar, AB ülkelerindeki bankalara göre daha yaygın bir şube ağına sahip. Öyle ki; 2005 sonu itibarıyla AB üyesi 25 ülkede kredi kuruluşu başına şube sayısı 23 iken, Türkiye'de bu sayı 129. Çok şubeli yapının Türkiye'de banka satın almakta çekici bir unsur olduğu görülüyor. Türkiye'de bir banka satın alan AB'li banka, 6 kredi kuruluşu satın almışcasına şube sahibi olabildi. Bu nedenle kitle bankacılığı yapıyorlar. Küçük müşterilerle arası iyi ama müşteriler büyüdükçe ilişkiler zorlaşıyor olabilir. 

Küresel krizde gelinen noktada yabancı bankaların ana merkezlerinin çoğunun zor durumda olduğunu görebiliyoruz. Türkiye'deki yabancı bankaların durumu iyi ama büyük zararlar içinde yüzen ana banka konsolide bilançosuna kendi iyiliği kadar (sağladığı kar kadar) etki edebiliyor. Ana bankayı kurtarmak için karlı varlıklar (yani Türkiye'deki bankası) tamamen elden çıkarılabilir. Daha küçük yapılarla çalışmaya alışık yabancı bankalar, parçalanıp satılabilir. Yerli yatırımcılar bu küçük parçalara talip olabilir. Yani krizden sonra yerli banka sayısı ve oranında artış görülebilir. Önümüzdeki birkaç yılda daha yerlileşmiş; yabancıların ise orta ve büyük ölçekli müşterileri ile iyi geçinmeye çalışan bir yapıya bürünebileceğini söyleyebiliriz.  

ETKİN RİSK YÖNETİMİ, TÜRKİYE'DEKİ
TÜM İŞLETMELERE YAYILMALI

Kriz ortamında etkin risk yönetimi kavramını, krizden öncekine göre daha geniş açıdan değerlendirmek gerek. Risk yönetimi, daha çok normal seyreden konjonktürlerde işe yarar; kriz sırasında ikinci plana düşer. Çünkü risk yönetiminde verilerden yola çıkarak, kötüye gidişi anlamak esastır. Kriz sırasında ise öncelik; sabır, dikkat, özen, yönetici basiretliliği, enformasyonun iyi izlenmesi, zamanında karar alma, dirayetlilik gibi unsurların eline geçer.  Buna kriz yönetimi de denilir.

Kriz ortamında söz gelimi bankalar için likitte kalmak (likidite riskini yönetmek); normal bir ortamda daha az dikkat edilmesi gereken bir risk yönetimi kısmı iken, krizde en öncelikli konu haline gelir. Kur riski yine normal bir ortamda daha ikinci plandaki bir risk yönetimi ayrıntısı iken, kriz ortamında likidite yönetimi ile neredeyse aynı düzeyde dikkatle izlenmesi gereken bir kısımdır. Çünkü kur, hem iç piyasalarda hem dış piyasalarda (pariteler nedeniyle) iyice oynak hale gelir. Yani krizde verilen anlık kararlar artar. Öte yandan normal bir konjonktürde kredi riski daha dikkatli izlenirken, kriz sırasında bu riskin gerçeğe dönüşeceği yani batık kredilerin artacağı daha baştan kabul edilerek, düzeyi sınırlanmaya ve banka sermayesine zarar vermesi önlenmeye çalışılır. Yani krizde işler tam tersine bir süreçte işlemeye başlar.

Dünyanın içinde bulunduğu finansal ve ekonomik krizden çıkabilenler, risk-kazanç dengelerini yeniden kurmaya hazır olmalı. Kriz, risklerin iyi hesaplanmaması (mortgage kredilerinde yaşanan olaylar, türev finansal araçların kontrolden çıkan bir biçimde büyümesi vb.) nedeniyle oluştu. Sermayenin küresel düzeyde serbest hareket etmesi nedeniyle bir salgın gibi ülkeden ülkeye yayıldı. Şimdi risk hesaplama tekniklerini daha çok geliştirmeye ihtiyaç var. Kendi ülkesi içinde hareket eden sermaye ile ülkeler arasında dolaşan sermayenin belki ayrı risk hesaplamalarına tabi olması gündeme gelebilir. 

Eğer bu yapılmazsa ülkeler, dış sermaye hareketlerine vergiler koyarak riski vergi ile dengelemek isteyebilirler. Yani kısacası yeni dönemde; risklerin nasıl etkin yönetileceği, doğru hesaplanacağı, sürekli izleneceği, iyi denetleneceği ve mali tablolarda nasıl karşılık ayrılacağına karar verilmesi gerekiyor. Basel-II'nin yaşanan olaylar çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi isabetli olabilir. Türkiye ise 2001 Krizinin üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen risk yönetimini henüz tam oturtamadı. Bankacılıkta bazı önemli mesafeler alındı ama henüz tüm ekonomide sistematik bir risk yönetiminden bahsetmek mümkün değil. Türkiye, büyümesini bundan sonra da özel sektörün aldığı iç ve dış borçlar yoluyla sürdürecekse, risk yönetimi alışkanlığının bankaların yanı sıra ekonomideki tüm şirketlere yayılması zorunlu görünüyor. Yaşanan kriz, etkin risk yönetimi alışkanlığını sağlamak  için 'altın fırsat' sunuyor. 
(Bu yazı, Türkiye İnşaat Sanayicileri İşverenler Sendikası-İNTES'in Genç Yöneticiler Grubu'nun yayın organı Genç Yönetici Gazetesinde 2009 ilkbahar aylarında yayınlanmıştır.) 
BANKACILIK SEKTÖRÜ ARTIK YENİ UFUKLARA YELKEN AÇMALI/EKONOM 50. ÖZEL SAYI
EKOKULAK: BANKACIDAN MORG GÖREVLİSİ OLUR MU?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder