13 Kasım 2023 Pazartesi

AMAN "PİYASALAR" ÖFKELENMESİN...

Cahit UYANIK

Ne zaman masamızdan başımızı kaldırıp televizyona baksak, bir "piyasalar" edebiyatıdır gidiyor. Borsa endeksi düşünce suratımız asılıyor, yükselince her şey daha toz pembe geliyor gözümüze... Faiz denilince artık kimsenin aklına mevduat faizi gelmiyor. Varsa yoksa devletin iç borçlanma ihalelerindeki faiz düzeyini izliyoruz. Anlayacağınız "piyasalar" denilen kavram yaşantımıza öyle girdi ki, işin nereye kadar gidebileceğini kimse kestiremiyor. 

Piyasalar öylesine bir güç ki, zaman zaman ülkenin iç siyasetine bile müdahil oluyor. Üst düzey politikacıların istifa etmesine veya göreve davet edilmesine sebep olabiliyor. Büyük ekonomik ve mali operasyonlarda da zaman zaman piyasaların baskısı ve izini bulmak mümkün. Piyasa denilince "senaryo" kavramı da öne çıkıyor. Kar ve zarar güdüsü ile hareket eden piyasa oyuncularının başarısını (karını artırmasını) ancak başarılı senaryolar sağlayabiliyor. Sonuçta birçok insanın bilgisayar ekranları ve klavyeleri üzerinde oluşturduğu gizli ittifak ve koalisyonlar, hepimizin hayatını yakından ilgilendiren kararlarda etkin hale geliyor. 

Söz gelimi dolar kurunun yüzde 10 düşmesi bizi bir anda fakirleştiriyor veya tam tersi de yaşanabiliyor. Eskiden insanların refah düzeyindeki azalış veya artışlar enflasyon ve büyüme ile ilgili iken, şimdi devreye döviz kuru da giriyor. Netice olarak günümüzde piyasalar yaşayan, düşünen, risk alan,  risk  satan, kar eden, zarara geçen, milyonlarca insanı yakından ilgilendiren organik bir canlı gibi nefes alıp veriyor. Bazen öfkeleniyor, bazen seviniyor, bazen blöf yapıyor, bazen sağ gösterip sol vuruyor. 

Son verilere göre dünyadaki belli başlı borsalarda 31 bin 300 adet şirketin hisseleri işlem görüyor. Bunların içinde ABD'deki küçük ve orta ölçekli işletmelerle 'yeni ekonomi' şirketlerinin işlem gördüğü NASDAQ Borsası 4 bin 500 firmayla başı çekiyor. Onu 2 bin 500 şirketle ünlü Wall Street'teki New York Borsası izliyor. Londra'da 3 bine yakın, Tokyo'da ise 2 bin 100'ü aşkın şirket borsada işlem görüyor. İMKB'de ise 300'ü aşkın şirket bulunuyor. Anlayacağınız dünyadaki finans akımlarında 31 bin şirket büyük söz sahibi. Uluslararası bazda yatırım yapan herkes, bunların birbirleriyle ilişkilerini, ülke yönetimindeki etkinliklerini, teknolojik yenilik yaratma kabiliyetlerini, pazar paylarını, dışa açılma stratejilerini yakından izliyorlar. Ama nasıl oluyor bu?

Kendimizden bir örnek verirsek, söz gelimi Londra'da "City" diye bilinen finans merkezinde 300'ü aşkın Türk kökenli bankacı çalışıyor. Bu bankacıların dernekleri ve birlikleri var. Bunlar Türkiye piyasalarına yatırım yapmak isteyen yabancılara, yabancı bankalarda hizmet veriyorlar. Ayrıca birikimlerini yurt dışında değerlendirmek isteyen Türk vatandaşlarına da... Dile kolay Türklerin -Almanya'daki gurbetçilerin Alman bankalarındaki tasarrufları hariç- Türkiye dışındaki birikimlerinin 100 milyar dolara yaklaştığı ileri sürülüyor.

Londra'daki kadar geniş olmasa da New York'ta da Türk kökenli ancak yabancı bankalarda çalışan onlarca bankacı var. Bu bankacılar, Türkiye'de doğup büyüyüp Türk üniversitelerinde eğitim aldıkları için Türkiye ekonomisinin ve siyasetinin dinamiklerini çok iyi tanıyorlar. Gün boyu açık Türk televizyonlarından gelişmeleri takip ediyorlar. Müşterilerinin karını dolayısıyla kendilerine verilecek primlerini maksimize etmek için en basit olumsuz siyasi gelişmeyi bile abartıp risk primine çevirebiliyorlar. Olumlu gelişmeleri de satışa geçip kar ederek kendi lehlerine çevirebiliyorlar. İMKB'den çıkıp birkaç gün içinde kendisine en fazla parayı kazandıracak Hazine ihalesi veya döviz borsasına girebiliyorlar. İşte piyasa denilen kavramın en önemli,  ancak gizli aktörleri böyle davranıyor.

Piyasa denilen kavramın uluslararası ikinci ayağını ise özel emeklilik şirketleri oluşturuyor. Bugün Batılı ülkelerde de sosyal sigorta sistemleri Türkiye'de olduğu gibi pek rahat değil. Nüfus giderek yaşlanırken aktif-pasif sigortalı dengesi bozuluyor. Çalışan kişiler, daha fazla sayıda emekliye bakmak zorunda kalıyor. İşte sigortacılıkla ilgili gelecek hesaplarına büyük önem veren Batılılar, tedricen azalan emeklilik maaşlarını dengelemek için özel emeklilik şirketleri kurmuşlar. Bugün Financial Times gazetesi veya Wall Street Journal gazetesini alıp piyasa sayfasını açtığınızda yüzlerce emeklilik fonunun katılım belgelerinin fiyatlarını görebilirsiniz. 

İşte bu emeklilik fonları bizim gibi gelişmekte olan ülke piyasalarında hayli etkin durumdalar. Çünkü finansal liberalizasyon sayesinde kolayca hareket edebiliyorlar. Türkiye gibi ülkeler serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte devlet gelirleri azaldığı için bir kamu finansman açığı krizi içinde. Hal böyle olunca hazine ihalelerindeki faizler hayli yüksek çıkıyor. İşte bu emeklilik fonları, riski neredeyse sıfıra yakın hazine kağıtlarına yatırım yapıyorlar. Bu şirketlerin portföy yapılarının yüzde 95'i çeşitli ülkelerin ve orijin ülkenin devlet iç borçlanma kağıtlarından oluşuyor. Yani bir anlamda Türkiye'ye veya benzer bir ülkede yapılan faiz ödemesi aracılığıyla ABD, İngiltere veya Almanya'daki kişinin rahat bir emeklilik dönemi geçirilmesi sağlanıyor. Bazıları bu duruma "yeni emperyalizm" de diyor.

Peki bunların bizimle ilgisi ne? Tabloya bakıldığında şu açıkça görülüyor: Eğer bir ülkedeki risk algılaması giderek yükselirse faiz oranları da yükselir. Böylece gelişmekte olan ülkeden, gelişmiş ülkeye borç faizi ödemesi yoluyla kaynak ve kar transferleri süreci hızlanır. O zaman piyasalar en küçük olumsuzluğu abartıp, kar hanesini artırmaya çalışması gereken bir politika izlenmelidir. Elbette haber televizyonları, ekonomi haberciliği yapan televizyonlar, ekonomi haber ajansları da buna göre yapılandırılmalıdır. İşte yazıya girerken belirttiğimiz, kendi işimizi yaparken başımızı kaldırıp baktığımız tv'deki piyasalar edebiyatının geri planı böyle...

Aslında bu gidişattan hiç kimse memnun değil. Bugün ABD ve Avrupa'da reel ekonomiden kopuk bir finans piyasaları yapılanması kurulmuş olması yoğun eleştiriler alıyor. Eskiden reel sektör ve yatırım projeciliğinin bir alt dalı şeklinde değerlendirilen finansçılık, şimdilerde en zengininden en fakirine kadar tüm dünyaya hükmediyor. Bu oluşumu engellemek ve normal akışına çevirmek için çeşitli yol ve yöntemler deneniyor. Ancak şimdiye kadar başarılı olunmuş değil. Yani dünyadaki finans akımlarının yıkıcı etkilerini asgariye indirmek için bir yol veya yöntem bulunmuş değil. Bu konuda samimi bir çaba gösterildiği de pek söylenemez.

Peki o zaman ne yapmalıyız? Bu konuda iki yöntem var. Birincisi dünyadaki üç büyük ekonomik bloktan birisine dahil olup doğrudan yabancı sermaye akımlarını ülkeye çekip dengeyi tesis etmek. İkincisi de yıkıcı finans akımlarının etkisinden korunmak için kendi iç mevzuatında değişiklik yaparak, sıcak para akımlarının ülkeye giriş-çıkışını engellemek. O zaman ülkeden yurt dışına kaynak transferi azalıyor ve ülkeye spekülatif amaçlı değil doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelebiliyor. Dünyada bu iki uygulamanın örnekleri mevcut. O zaman diyebiliriz ki, Türkiye'nin bir an önce bu iki yoldan birisini tercih etmesi gerekiyor. 

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Ağustos-2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder