3 Nisan 2018 Salı

ÜLKÜ TAMER'İN KALEMİNDEN... "HIZLANDIRILMAMIŞ TREN YILLARI"

Ülkü Tamer, Gaziantep'te çocukluğunun
geçtiği evin kapısının önünde (2009)
Hızlandırılmış tren, mavi tren, motorlu tren, elektrikli tren... Nereden bilelim bunları... 1940'larda, 50'lerde iki tür tren vardı bizim için: posta treniyle ekspres. İkisi de çuf-çuf. Kara tren.
Eksprese herkes binemezdi öyle. Pahalıydı. Her yere de gitmezdi, belirli hatlarda çalışırdı. O yüzden, varsa yoksa posta treni. Karayollarıyla yolculuk yok gibiydi. Bir yerden bir yere gideceksen... posta treni.
İstanbul-Antep arasını yılda en az altı kere giderdim posta treniyle. İki gün iki gece... O sıralarda benim için azapların en büyüğüydü. Eh, şimdi eziyetler unutuldu, 'nostalji' de girdi işin içine, özlemlerin en büyüklerinden biri oldu çıktı.
* * *
Antep'te tren istasyonu yoktu. En yakın istasyon Narlı'ydı. Elli kilometre ötede. Narlı'ya ekspres uğramazdı zaten. Haydarpaşa-Kurtalan posta treni uğrardı. Toros Ekspresi'ne binecekseniz taa Fevzipaşa'ya gitmek zorundaydınız.
Her akşam Fındıklı Garajı'ndan otobüs kalkardı Narlı'ya. Burunlu Austin. Garajda tanıdığınız varsa, torpilliyseniz, 'şoför mahalli'nde yer bulurdunuz. Bavullarınız, sepetleriniz otobüsün üstüne yüklenir, sallanan mendiller arasında yola koyulurdunuz.
Kentten çıkarken, Başkarakol'da, şoför, 'Hayırlı yolculuklar!' diye seslenirdi.
Yolculuk o zaman başlardı işte. Elveda Antep...
Elli kilometreyi hırıltılı Austin'le iki saatte alırdınız.
Narlı'da lüks lambalarının ışığında sivrisinekler karşılardı sizi.
İlk yapacağınız iş, gişeye gidip sormak olurdu: "Tehir kaç saat?"
"Tehir var mı?" değil. Tehir mutlaka olurdu. İki saatse, harika! Bazen dört saat, beş saat, on saat bile beklerdiniz. Yoğun sigara dumanları arasında, bulabilirseniz, bir tahta iskemleye ilişip, bir bardak sıcak çayın özlemini çekerek uyuklamaya çalışırdınız. Ama ne mümkün! Parmak büyüklüğünde kemikli sivrisinekler neredeyse Drakula Bela Lugosi'yi aratırdı size.
Sonunda bir ses ilişirdi kulağınıza: "Geliyor!"
Herkes rayların kenarına hücum ederdi. Gece karanlığında artık hangi vagona rast gelirse... İşkencenin kaçıncı perdesi... Yerler numarasız. Kompartmanlar dolu. Koridorlar dolu. Bavullarının üstünde oturanlar, yerlerde yatanlar...
Adana'ya kadar ayakta giderdiniz bazen.
* * *
Sonunda bir kompartmana kapağı atmayı başarırdınız.
"Selamünaleyküm - aleykümselam" faslından sonra ilk soru: "Yolculuk nereye?"
Amaç, karşındakinin nereye gittiğini değil, kompartmanın nerede biraz daha tenhalaşabileceğini öğrenmek. Bir umut işte.
İstanbul'a gidiyorsa felaket. Afyon'da inecekse, çekilir. Ulukışla'lıysa... aslan yol arkadaşım!
"Buyrun, beraber yiyelim."
Yolculuk için özel hazırlanmış soğuk lahmacun, zeytinyağlı dolma, soğan, mevsimine göre meyve, testiyle su.
Trenin uzun süre kaldığı istasyonlar kollanır, aşağı inip çeşmeden su doldurulurdu.
Ulukışla'da kelle, Ereğli'de dondurma yiyerek, Konya ovasında inanılmaz ölçüde sıkılarak, iki günde Eskişehir'e varırdınız.
Eskişehir istasyonunda salep, simit. Sapanca'da ipe dizili elmalar.
* * *
Bu yolculuğu kimbilir kaç kere yaptım İstanbul'daki yatılı okul dönemimde. İlkokuldayken de yaptım. Yazları ninemle Eskişehir'e, Halil dayımlara giderdik. Üç hafta orada kaldıktan sonra İstanbul'a 'uğrardık'. Ali Dayı'lara. Daha trenden iner inmez, bizi Haydarpaşa'dan Karaköy'e geçirecek vapura binmeden, ninemin beti benzi atardı. Hele bir de lodos varsa! Tesbihini çıkarıp dua eder, vapur sallandıkça da duasını kesip "Aman aman!" diye bağırırdı. Gülersem, ters ters bakardı bana. "Denizle oyun olmaz!"
* * *
Antep'e dönüş ise keyifliydi. İstasyonları sayardım trende. Çiftehan'a gelince içimden bir kıpırtıdır başlardı. Fevzipaşa'ya yaklaşırken coşkuya dönüşürdü bu kıpırdı. On dakika süren Ayran Tüneli, mutluluğa uzanan bir geçitti.
Fevzipaşa'da ninem elimi yüzümü yıkar, temiz gömleğimi, pantalonumu giydirirdi. Ondan sonra pencereden bakıp kurum içinde kalmak yasaktı. Yine sayardım istasyonları: Keçiler, Kömürler, Eloğlu, Köprüağzı, Narlı!

Beyaz elbiseli babamı hemen görürdüm. O anda kuşlar havalanırdı içimde. Otobüsün 'şoför mahalli'nde ayrılan yerimize kurulurdum. Karabıyık'ta uçurumun yanından geçerken korkar gibi olurdum. "Korkma. Antepliler korkmaz," derdim kendi kendime. Uçurumu geçip de çifte kayalara varınca rahatlardım: Yolun yarısı!

Başpınar'da, kentin biraz ötesinde mola verilirdi. On dakika daha gitsek Antep'te olacaktık. Ama hayır. Mutlaka kebap molası verilirdi. Kır kahvesinde kebap yenir, çay içilirdi.
Yeniden yola çıkıp da tepe aşılınca dünyanın en güzel resmi belirirdi karşımızda: Antep.
* * *
Sonradan Antep'e geldi tren. İstasyon açılınca, yüz kere trene binmiş olanlar bile tren görmeye gittiler oraya. Pazar günleri Kavaklık unutuldu, sahne yeri istasyon oldu. Vagonlardan vagonlara salıncaklar kuruldu, lokomotiflerin önünde, rayların üstünde çiğköfteler yoğruldu.
Ama kısa sürdü bu. 
Antepliler eski gözağrılarına, Alleben kıyısına, Kavaklık'a döndüler yine.
Hızlandırılmamış tren yıllarının saf güzelliği içinde.

***

Yaşamının diriliğini çizgilerine yansıtmıştı
Öleceğini aklıma bile getirmediğim kişilerden biriydi. Oğuz Aral. Yaşamının diriliğini çizgilerine yansıtmıştı- şimdi o çizgilerdeki dirilik yaşamını da simgeliyordu sanki. Bir şenlik içinde yaşayıp gidecekti hep. Ben de o duyguyu uyandırıyordu. Oğuz denilince Avanak Avni'yi, Utanmaz Adam'ı, Hayk Mammer'i, Gırgır'ı hatırlar herkes. Benim aklıma ise önce Virgül gelir. Virgüllü şiirlerimi kitaplaştıracağım zaman, "Ben resimleyeyim" demişti. Virgül, onun çizgileriyle can buldu, şiirlerin ayrılmaz bir parçası oldu.
Müşfik Kenter'in oynadığı tek kişilik oyunu, Van Gogh çevirimi de o sahneye koydu. "Provalara gelsene" demişti. "Gelip ne yapacağım?" diye sormuştum. "Sen yönetiyorsun, Müşfik oynuyor..."
Bu kadar yıl içinde "Huysuz İhtiyar"ın bir huysuzluğuna tanık olmadım. "Huysuz"luk, işine saygısının yarattığı titizlikle karıştırılıyordu belki.
"İhtiyar" mı? O hep genç kaldı.
* * *
Oğuz'un karikatüre, topluma kazandırdıklarını, savaşımını anlatanlar elbet çıkacaktır. Önemli bir sanatçıydı. Önemi de vurgulanacaktır.
Ben onun bir karikatüründen söz etmek istiyorum.
Sevdiğim ilk karikatüründen.
Yüzyıllar önce sanki... Çizmeye yeni başladığı zamanlar... Bir delikanlıyla
bir kız. Bir ağacın önünde dans ediyorlar. Ağaçta bir kuş. Delikanlı kuşa sesleniyor: "Bir de mambo rica etsek."
Doğru, karikatür anlatılmaz elbet... Ama 'espri'si o kadar önemli değildi zaten. Çizgilerinde öyle yalın bir sıcaklık, öyle çocuksu bir içtenlik vardı ki, kesip saklamıştım o karikatürü. Yıllar sonra Oğuz'a sözünü ettiğimde, neredeyse hatırlamadı bile.
* * *
Oğuz, o kuşun şarkısını hiç bırakmadı. Ustalaştığında yarattığı senfonileri de hep o kuş sesleriyle ördü.
(01 Nisan 2018 tarihinde yaşama gözlerini yuman Ülkü Tamer'in bu yazısı 31 Temmuz 2004 tarihli Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder