Cahit UYANIK
Bir
kanunla kurulan ve bünyesine birçok kamu iktisadi teşebbüsünün kanun hükmünde
kararnamelerle dahil edildiği Türkiye Varlık Fonu’nu (TVF) nasıl
yorumlamalıyız? Lafı dolaştırmadan söyleyelim; ülkemizin 200 yıla yaklaşan modernleşme
geçmişini dikkate aldığımızda TVF’nin, 'ekonomide devletçiliğin yeniden ve
farklı bir şekilde canlandırılmaya çalışıldığı bir döneme girişin işareti' olduğunu
ifade edebiliriz.
Yeni
girilen dönem; “Devletin elindeki varlıkları ve hakları özelleştirme yoluyla
satmadan, kamu mülkiyeti devam edecek şekilde, kamu şirketlerinin gelirlerinin
satıldığı veya bu şirketlerin teminat gösterilerek borçlanıldığı bir anlayışa
geçilmesi olarak” tanımlanabilir.
Devlet, TVF üzerinden bu şekilde elde edeceği fonları da büyük alt yapı
yatırımlarının finansmanı ile reel sektörün desteklenmesinde kullanmayı
planlıyor. Belki de TVF ile; ülkede kamu finansmanı zor durumda iken haraç-mezat
satılan bazı stratejik kamu şirketlerinin hisselerinin yeniden devralınması da,
yani açık deyimle ‘devletleştirme’ de mümkün olabilecek. Bütün bunların
pratikte nasıl hayata geçeceğini birkaç yıl içinde görebileceğiz.
Bu
noktada durup yakın geçmişi anımsamakta fayda var. Türkiye, 1990’lı yılların
ikinci yarısını özelleştirmenin hukuki alt yapısını kurmakla geçirmişti.
Sonuçta Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlarla bazı şirketlerin tamamen kamu
mülkiyetinin devredilebileceği hükme bağlanırken, ekonominin alt yapısını
oluşturan kamu şirketlerinin satılamayacağı ancak belli sürelerle işletme
haklarının devrinin (bir tür kiraya verme) mümkün olacağına karar verilmişti.
Türk Telekom, elektrik dağıtım ve üretim tesisi özelleştirmeleri bunun en güzel
örnekleriydi. Söz gelimi Türk Telekom 2005 yılında 21 yıllığına işletme hakkının
devri yoluyla özelleştirilmişti. Bu durumda 2026 yılında yani 9 yıl sonra Türk
Telekom’un yüzde 55 hissesi kamuya (belki de TVF’ye) geri dönüş yapacak.
Konuyu
yakından bilmeyenlerin ileri sürdüğü gibi; TVF’nin özelleştirme, yani kamu
şirketlerinin hisselerinin satışını yapması -ilgili Özelleştirme Kanunu
gereğince- mümkün değil. TVF, bir tür “kamu holdingi” gibi, yani bünyesinde
birçok şirketi barındıran ve onları yöneten bir organizasyona benziyor. TVF’nin bünyesine, önümüzdeki yıllarda yeni
varlıkların veya kaynakların otomatikman katılması da mümkün olabilecek. Cep
telefonu işletmecileri ile imtiyaz sözleşmelerinin süreleri 2G için 2023 ve
2026; 3G ve 4,5G için de 2029’da bitiyor. Süre bitiminde mevcut şirketlerle
devam edilip edilmeyeceği; bir ihale yapılarak yeni şirketlerle yeni sözleşmeler
imzalanıp imzalanmayacağı henüz bilinmiyor. Yani yöntemin ne olacağı bilinmese
de, GSM şirketlerinin kamuya çok ciddi tutarlarda imtiyaz sözleşmesi bedelleri
ödeyeceği kesin. Bu imtiyaz sözleşmeleri ve sağlanacak kaynaklar TVF’nin portföyüne
dahil edilecek olabilir.
TVF
ile ilgili içeriden sızdırılan ve 200 milyar dolarlık bir varlık büyüklüğüne
sahip olacağı yönündeki bilgiler ilk bakışta “afaki” olarak değerlendirilmişti.
Ancak imtiyaz sözleşmeleri ve işletme hakkı devri sözleşmelerinden doğan
devletin gelir imkanları düşünüldüğünde, 200 milyar dolarlık büyüklüğün mümkün
olabileceği görülüyor. Şu anda Türkiye’de mobil hat abone sayısı 75 milyon
adet. Bu sayının 2023’e gelindiğinde 100 milyonu geçmesi sürpriz olmaz. Bu da
imtiyaz sözleşme bedellerinin önümüzdeki 6-7 yılda daha da kıymetleneceği
anlamına geliyor. Benzeri değerlendirmeler 26 yıllığına devredilen elektrik
dağıtım hatları için de 2030’lu yılların ortasında gündeme gelecek. Buna Milli Piyango, at yarışı, elektrik
üretim işletme hakkı devirleri vb. birçok yenilenecek veya belli süreliğine
devredilecek sözleşmeyi eklemek mümkün.
Sokaktaki
adamdan finans uzmanlarına kadar herkesin kafasını karıştıran TVF’nin aslında ne
olduğu ve nasıl çalışabileceği konusunda en ilginç açıklamayı ise kredi
derecelendirme kuruluşu S & P’nin Türkiye Analisti Frank Gill yaptı.
Reuters Ajansının sorularını cevaplandıran Gill, ulusal
varlık fonlarının genellikle cari fazla veren emtia ihracatçısı ülkeler
tarafından "zor durumlarda" kullanılmak üzere kurulduğunu, TVF'nin
ise bu tanıma uymadığını belirtti. Gill,
"Türkiye emtia ihracatçısı değil, dış açık veriyor. Bu nedenle TVF'nin
kuruluşu kamu/özel varlıklarını kaldıraca alarak, kaynak yaratma aracına; kamu
harcamalarını merkezi yönetim dışından finanse etmeye imkan verecek, ulusal
kalkınma bankasına benzeyen mali araç benzeri bir yapı olarak
değerlendiriyoruz" düşüncesini dile getirdi. TVF'nin nasıl finansman
sağlayacağına dair henüz kesin bir bilgi bulunmadığını belirten Gill, devlet
garantisinden faydalanan bir borçlanma senedi ihraç etmesi halinde TVF'nin
finansman gereksinimlerini yakından izleyeceklerini belirtti ve "Bu durum
merkezi yönetime kanuni bir fonlama yükümlülüğü yaratır. Burada garantiler
konusunda gereken prosedürlere Hazine'nin dahil olmasının, yani şeffaf
muhasebeleştirmenin temel bir rol oynaması gerektiğini düşünüyoruz" dedi.
Böylece Sayıştay denetimini içermediği için yetersiz bulunan TVF’nin öngörülen üçlü
denetimine, kredi derecelendirme kuruluşları da dördüncü unsur olarak sessiz
sedasız eklendi.
TVF Kanununun gerekçesinde, ekonomik
büyüme oranına gelecek 10 yılda yıllık yüzde 1,5’luk bir katkıda bulunulacağı
gibi iddialı bir hedef dile getiriliyor. Türkiye ekonomisinin son 3-4 yılda
kamu ve özel sektörün tüm çabalarına rağmen ortalama yüzde 3,5-4
büyüyebildiğini düşünürsek, TVF’nin ancak 200 milyar dolarlık büyüklüğe doğru
yaklaştığında ekonomiye ciddi bir kaynak transferi sağlayarak yüzde 1,5’luk bu
hedefini yakalayabileceğini söyleyebiliriz. Bu da S & P’nin “TVF, ulusal
kalkınma bankasına benziyor” değerlendirmesini haklı çıkarıyor.
TVF’nin kalkınmaya odaklanması sonucu, kendisinden beklenen
“finansal piyasalarda spekülatif atakları önleme” misyonunu yerine pek getiremeyeceğini
de söylemek mümkün.
Spekülatif atakları önlemeye
yönelik döviz satışları veya döviz alışları, TVF’yi kısa sürede önemli
zararlara sokabilir. Bu zararları kapatmak için devlet bütçesine başvurulması
ise TVF’nin kuruluş amacına uygun değil. TVF, bunu ancak Türkiye’nin dış kaynak
ihtiyacını azaltma yoluyla, yani dolaylı şekilde yapabilir. Dış kaynak ihtiyacı
azaldıkça, otomatikman spekülatif harekette bulunmak zorlaşacaktır. Zaten para
piyasalarında spekülatif atakları engellemek, ağırlıklı ve öncelikli olarak
Merkez Bankasının görevi olarak biliniyor.
Ziraat Bankası; 1863 yılında Türk
çiftçilerini tefecilerin yüzde 900’e varan faizinden kurtarmak için, Mithat
Paşa tarafından şu anda Sırbistan sınırlarında bulunan Niş kenti Pirot
(Şehirköylü) kasabasında “Memleket Sandığı” adı altında kurulmuştu. Memleket
Sandığının esin kaynağı, Türk köylerinde uygulanan imece geleneği idi. Memleket
sandıkları, adını ahşap kasalardan almıştı. Sandıkla ilgili işler, katılımcı
köylüler tarafından seçilen 2’si Müslüman, 2’si Hrıstiyan 4 kişilik sandık
emirlerince yapılmaktaydı. Defterler ve nakit paralar bu ahşap kasalarda
saklanıyordu. Daha sonra elbette ahşap kasalar yerini demir kasalara ve 15
Ağustos 1888’de Ziraat Bankasına bıraktı. Memleket Sandıklarının ilk çivilerinin
çakıldığı 154 yıldan sonra, artık Ziraat Bankasının hisseleri TVF’ye geçti.
TVF’nin finans profesyonellerinin neler yapacağını ise hep birlikte takip
edeceğiz.
(Bu yazı, Diplomatik Gözlem Dergisinin Mart 2017 sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder