Cahit UYANIK
Farkında mısınız bilmiyorum ama 31 Temmuz
2009 günü Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) tam üye olmak için başvurusunun
50'inci yıl dönümüydü. 1959 yılında AB'nin adı Avrupa Ekonomik Topluluğu idi.
Türkiye'de Başbakanlık görevini rahmetli Adnan Menderes, Cumhurbaşkanlığını ise
Celal Bayar yürütüyordu. İsmet İnönü, ana muhalefet partisi CHP'nin başında,
şimdiki Genel Başkan Deniz Baykal 21 yaşında ve üniversitede öğrenci idi. 9.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kamuda üst düzey bürokrat; 1954 doğumlu Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan henüz 5'inci yaşını sürüyordu. Halen Cumhurbaşkanı olan
1950 doğumlu Abdullah Gül ise 9 yaşındaydı. Bütün bunlar neyi gösteriyor? Dile
kolay yarım yüzyıldır Avrupa'nın oluşturduğu resmi bir birlikte, resmi tam üye
olmak için bekliyoruz. AB'ye tam üye olmak için ilk başvuran ülkelerden birisi
Türkiye'ydi ama onlarca yıl sonra başvuranlar bile tam üye kabul edilirken biz
hala bekleme odasındayız. 2009 yılında Cumhuriyetimizin 86'ıncı yılını
kutladığımıza göre, yarıdan fazla bir süreyi AB ile görüşerek geçirmişiz
demektir.
AB ile 2005 yılından bu yana masada, tam
üyelik müzakeresi yapıyoruz. Aradan 5 yıl geçmiş. İyimserler 2014, ortada
duranlar 2020 yılında tam üye olarak kabul edilebileceğimizi söylüyor. Hiç bir
zaman tam üye yapılmayacağımızı söyleyenler de var. İşin dikkate değer yanı,
son gruptakilerin sayısının tam üyelik müzakerelerinin başlamasından sonra
giderek artıyor olması. Bu yazıda AB ile tam üyelik müzakerelerinin geldiği son
noktayı değil, bulunduğumuz noktaya nasıl geldiğimizi yani 50 yılın nasıl gelip
geçtiğini hatırlatmaya çalışacağım. Zira bu hafıza tazelemesine ihtiyacımız var
gibi görünüyor.
AET'ye '31 Temmuz 1959'da tam üyelik
başvurusu yaptık' demiştik. Dışişleri Bakanlığı'nın resmi açıklamalarına göre
başvuruya verilen cevapta, Türkiye'nin kalkınma
düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirildi
ve tam üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık
anlaşması imzalanması önerildi. Söz konusu anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde
Ankara'da imzalandı. Ankara Anlaşması'nın önsözünde Türk halkının yaşam
standardının yükseltilmesi amacıyla AET'nin sağlayacağı desteğin ilerideki bir
tarihte Türkiye'nin Topluluğa katılmasına yardımcı olacağı belirtiliyordu.
Anlaşmanın 28'inci maddesinde ise "Anlaşmanın işleyişi, Topluluğu kuran
Antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından üstlenebileceğini
gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye'nin Topluluğa katılması olanağını
incelerler" deniyordu. Yani buradan
da görüleceği gibi Ankara Anlaşması uyarınca kurulan Türkiye-AB ortaklık
ilişkisinin nihai hedefi Türkiye'nin Topluluğa tam üyeliği. Şimdilerde başını
Fransa ve Almanya'nın çektiği AB içerisindeki bazı ülkelerin önerdiği
'imtiyazlı ortaklık' kapısı zaten 46 yıl önce kapanmıştı. Ankara Anlaşması,
hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak üç devre öngörüyordu. Geçiş
döneminin sonunda ise gümrük birliğinin tamamlanması planlanmıştı. Anlaşmada
öngörülen hazırlık döneminin sona ermesiyle birlikte 13 Kasım 1970 tarihinde
imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol'de geçiş döneminin
hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükler belirlendi.
Dışişleri Bakanlığı'na göre gerek Ankara
Anlaşması gerek Katma Protokol öngörüldüğü şekilde uygulanamadı. Bunun
sorumluluğunu Türkiye ile Topluluk arasında paylaştırmak gerekiyor. Türkiye
1970'li yıllarda içinde bulunduğu ekonomik krizler ve bazı siyasi tercihlerle
Katma Protokol'den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçındı. O
tarihlerde yaygın olan kanaat, AET ile ilişkinin bir çeşit sömürü düzeni
kurmakta olduğu, pazarımızı Topluluk ürünlerine açmanın sanayileşmemizi ve
kalkınmamızı baltalayacağı, dolayısıyla koruma duvarlarının muhafaza edilmesi
gerektiği yolundaydı. Başka bir deyimle AB ile ortaklık ilişkisinin ve gümrük
birliğinin temsil ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören
bir model iken, 1970'li yılların tamamı boyunca bu modelin tam tersini
sembolize eden içe dönük, ithalat ikamesine dayalı politikalar uygulandı.
Türkiye kendi yükümlülüklerini yerine getirmemeye ve Toplulukla ilişkilere
soğuk bakmaya başlayınca, Topluluk da kendi yükümlülüklerini aksatmaya ve
ortaklık ilişkisinin geliştirilmesi istikametinde çaba harcamaktan kaçınmaya
başladı. Başlangıçta sadece ekonomik olan sorunlar 12 Eylül döneminde ve
Yunanistan'ın 1980'de Topluluğa tam üye olmasıyla siyasi boyutlar da kazanmaya
başladı. Topluluk-Türkiye ilişkileri donduruldu ve mali işbirliğine son
verildi. Katma Protokolün ise sadece ticari hükümleri işlemeye devam etti,
diğer bütün hükümleri atıl kaldı.
1983 yılında Türkiye'de sivil idarenin
yeniden kurulması ve 1984 yılından itibaren ithal ikamesi politikalarını hızla
terk ederek dışa açılma sürecini başlatması ile ilişkiler yeniden canlandı.
Türkiye 14 Nisan 1987'de AB'ye tam üyelik müracaatında bulundu ve ertelenmiş
bulunan gümrük vergileri uyum ve indirim takvimini 1988 yılından itibaren
hızlandırılmış bir şekilde yeniden yürürlüğe koydu. AB Komisyonu tam üyelik
müracaatına 1989 yılında verdiği yanıtta, Türkiye'nin AB'ye üyelik konusundaki
ehliyetini kabul etmekle birlikte, Topluluğun kendi içindeki derinleşme
sürecini tamamlamasına ve gelecek genişlemesine kadar beklenmesini ve bu arada
Türkiye ile gümrük birliği sürecinin tamamlanmasını önerdi. Bu öneri Türkiye
tarafından da olumlu değerlendirildi ve gümrük birliğinin Katma Protokolde
öngörüldüğü şekilde 1995 yılında tamamlanması için gerekli hazırlıklara
başlandı. İki yıl süren müzakereler sonunda 5 Mart 1995 tarihinde yapılan
Ortaklık Konseyi toplantısında alınan karar uyarınca Türkiye ile AB arasındaki
gümrük birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girdi.
Gümrük Birliğinin tamamlanmasıyla Türkiye
AB ülkeleriyle entegrasyon istikametinde çok önemli bir merhale katetti. En
azından Türk ekonomisi ve sanayisi gümrük birliğini tamamlayarak altından
kalkılamayacak bir yük üstlenmediğini ispatladı, dolayısıyla tam üyeliğin
gerektireceği yükümlülükleri de zaman içinde üstlenebileceğini gösterdi. Bir
yerde Gümrük Birliği Türkiye için bir test olarak görülebilir. Türkiye, AB ile
Gümrük Birliğine girebilmiş tek üçüncü ülke. Ticaret açığının önemli ölçüde büyümesine
rağmen ekonomi, Gümrük Birliğinden kaynaklanan yükü rahatlıkla
kaldırabileceğini gösterdi. Ancak, Gümrük Birliğinin sorunsuz yürüdüğü de
söylenemiyor. AB Gümrük Birliği ile birlikte Türkiye'ye karşı üstlendiği bazı
yükümlülükleri yerine getirmedi.
Aralık 1999'da Helsinki'de yapılan AB
Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde tam üyeliğe adaylığının tesciliyle
birlikte Türkiye-AB'nin uzun bir geçmişi bulunan ilişkilerinde yeni bir dönem
başladı. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin diğer aday ülkeler ile eşit konumda
olacağı açık ve kesin bir dille ifade edildi. Zirve Sonuç Bildirisi ayrıca,
Türkiye'nin diğer aday ülkeler gibi katılım öncesi stratejisinden
yararlanmasını ve Türkiye için de bir Katılım Ortaklığı Belgesinin
hazırlanmasını öngördü. İlk Katılım Ortaklığı Belgesi Mart-2001'de AB Konseyi
tarafından onaylandı. Türkiye de buna karşılık aynı ay içinde bu belgedeki
yer alan öncelikleri hayata geçirilmek için ilk Ulusal Programını açıkladı.
Türkiye Şubat 2002 ila Temmuz 2004 tarihleri arasında AB siyasi kriterlerini
karşılama amacına yönelik 8 uyum paketi hayata geçirdi. Bu çerçevede 53 yasanın
218 maddesinde değişiklik yapıldı. 2004 Mayıs’ında yürürlüğe giren anayasa
değişiklik paketi ile kadın-erkek eşitliği, basın özgürlüğü, uluslararası
sözleşmelerin statüsü, yargının işlevselliği alanlarında yeni düzenlemeler
yapıldı.
Bu hızlı temponun ardından Aralık 2004
tarihinde Brüksel’de gerçekleştirilen AB Devlet ve Hükümet Başkanları
Zirvesi’nde Türkiye’nin reform sürecinde atmış olduğu kararlı adımların
memnuniyetle karşılandığı belirtilerek, üyelik müzakerelerinin (Zirve Sonuç
Metninin 23. maddesinde öngörülen çerçeve dahilinde) 3 Ekim 2005 tarihinde
başlatılması kararlaştırıldı. 2005 ekim ayında başlatılan tam üyelik
görüşmeleri ise halen devam ediyor. Peki bundan sonra neler olacak veya
olabilir? Türkiyenin AB macerasında çok önemli roller üstlenmiş İktisadi Kalkınma
Vakfı'nın (İKV) şu anki başkanı Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu'nun yaptığı
açıklamaya kulak vermekte fayda var:
"İçinde bulunduğumuz müzakere sürecinin rayından
çıkmamasına ve başka bir deyişle
ülkemize özgü 'sui generis' (kendine özgü) bir süreç haline
dönüşmemesine çalışmalıyız. Tam üyeliğin
yakın zamanda gerçekleştirilmesi, gümrük birliğinin sağlıklı bir şekilde devam etmesi için şarttır.
Aksi takdirde Türkiye'nin karar
mekanizmasında yer almadığı bir birlik içinde olması olumsuz
sonuçlar doğurmaktadır. Ne yazık ki,
müzakere süreci istenen hızda ve yoğunlukta
ilerlememektedir. AB sürecinin bu
şekilde ilerlemesi farklı nedenlerden kaynaklansa da sonuçta halkta bir bıkkınlığa ve güvensizliğe neden
olmaktadır. AB ile ilişkilerimizin siyasi yönden taşıdığı önem bir yana, bu ilişkinin en önemli gerekçelerinden
birinin ekonomik alanda olduğunu
biliyoruz. Son yıllarda bu gerekçeyi biraz ihmal eder olduk. Bu
gerekçeleri tekrar tekrar gözden
geçirmeliyiz.”
(Bu yazı, Türk Standartları Enstitüsünün yayın organı Standard Dergisinin Eylül-2009 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)
AB VE TÜRKİYE, 20 YILLIK GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASINI DEĞİŞTİRİYOR
AB-TÜRKİYE GÜMRÜK BİRLİĞİ DEĞİŞİKLİK MÜZAKERELERİ, SIĞINMACI PAZARLIĞININ GÖLGESİNDE KALDI
AB VE TÜRKİYE, 20 YILLIK GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASINI DEĞİŞTİRİYOR
AB-TÜRKİYE GÜMRÜK BİRLİĞİ DEĞİŞİKLİK MÜZAKERELERİ, SIĞINMACI PAZARLIĞININ GÖLGESİNDE KALDI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder