6 Ağustos 2015 Perşembe

FARKINDA MISINIZ, TÜRKİYE 50 YIL ÖNCE AB'YE ÜYE OLMAK İÇİN BAŞVURMUŞTU



Cahit UYANIK

Farkında mısınız bilmiyorum ama 31 Temmuz 2009 günü Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) tam üye olmak için başvurusunun 50'inci yıl dönümüydü. 1959 yılında AB'nin adı Avrupa Ekonomik Topluluğu idi. Türkiye'de Başbakanlık görevini rahmetli Adnan Menderes, Cumhurbaşkanlığını ise Celal Bayar yürütüyordu. İsmet İnönü, ana muhalefet partisi CHP'nin başında, şimdiki Genel Başkan Deniz Baykal 21 yaşında ve üniversitede öğrenci idi. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kamuda üst düzey bürokrat; 1954 doğumlu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan henüz 5'inci yaşını sürüyordu. Halen Cumhurbaşkanı olan 1950 doğumlu Abdullah Gül ise 9 yaşındaydı. Bütün bunlar neyi gösteriyor? Dile kolay yarım yüzyıldır Avrupa'nın oluşturduğu resmi bir birlikte, resmi tam üye olmak için bekliyoruz. AB'ye tam üye olmak için ilk başvuran ülkelerden birisi Türkiye'ydi ama onlarca yıl sonra başvuranlar bile tam üye kabul edilirken biz hala bekleme odasındayız. 2009 yılında Cumhuriyetimizin 86'ıncı yılını kutladığımıza göre, yarıdan fazla bir süreyi AB ile görüşerek geçirmişiz demektir.
AB ile 2005 yılından bu yana masada, tam üyelik müzakeresi yapıyoruz. Aradan 5 yıl geçmiş. İyimserler 2014, ortada duranlar 2020 yılında tam üye olarak kabul edilebileceğimizi söylüyor. Hiç bir zaman tam üye yapılmayacağımızı söyleyenler de var. İşin dikkate değer yanı, son gruptakilerin sayısının tam üyelik müzakerelerinin başlamasından sonra giderek artıyor olması. Bu yazıda AB ile tam üyelik müzakerelerinin geldiği son noktayı değil, bulunduğumuz noktaya nasıl geldiğimizi yani 50 yılın nasıl gelip geçtiğini hatırlatmaya çalışacağım. Zira bu hafıza tazelemesine ihtiyacımız var gibi görünüyor.

AET'ye '31 Temmuz 1959'da tam üyelik başvurusu yaptık' demiştik. Dışişleri Bakanlığı'nın resmi açıklamalarına göre başvuruya verilen cevapta, Türkiye'nin kalkınma düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirildi ve tam üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanması önerildi. Söz konusu anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara'da imzalandı. Ankara Anlaşması'nın önsözünde Türk halkının yaşam standardının yükseltilmesi amacıyla AET'nin sağlayacağı desteğin ilerideki bir tarihte Türkiye'nin Topluluğa katılmasına yardımcı olacağı belirtiliyordu. Anlaşmanın 28'inci maddesinde ise "Anlaşmanın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye'nin Topluluğa katılması olanağını incelerler" deniyordu. Yani  buradan da görüleceği gibi Ankara Anlaşması uyarınca kurulan Türkiye-AB ortaklık ilişkisinin nihai hedefi Türkiye'nin Topluluğa tam üyeliği. Şimdilerde başını Fransa ve Almanya'nın çektiği AB içerisindeki bazı ülkelerin önerdiği 'imtiyazlı ortaklık' kapısı zaten 46 yıl önce kapanmıştı. Ankara Anlaşması, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak üç devre öngörüyordu. Geçiş döneminin sonunda ise gümrük birliğinin tamamlanması planlanmıştı. Anlaşmada öngörülen hazırlık döneminin sona ermesiyle birlikte 13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol'de geçiş döneminin hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükler belirlendi. 

Dışişleri Bakanlığı'na göre gerek Ankara Anlaşması gerek Katma Protokol öngörüldüğü şekilde uygulanamadı. Bunun sorumluluğunu Türkiye ile Topluluk arasında paylaştırmak gerekiyor. Türkiye 1970'li yıllarda içinde bulunduğu ekonomik krizler ve bazı siyasi tercihlerle Katma Protokol'den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçındı. O tarihlerde yaygın olan kanaat, AET ile ilişkinin bir çeşit sömürü düzeni kurmakta olduğu, pazarımızı Topluluk ürünlerine açmanın sanayileşmemizi ve kalkınmamızı baltalayacağı, dolayısıyla koruma duvarlarının muhafaza edilmesi gerektiği yolundaydı. Başka bir deyimle AB ile ortaklık ilişkisinin ve gümrük birliğinin temsil ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören bir model iken, 1970'li yılların tamamı boyunca bu modelin tam tersini sembolize eden içe dönük, ithalat ikamesine dayalı politikalar uygulandı. Türkiye kendi yükümlülüklerini yerine getirmemeye ve Toplulukla ilişkilere soğuk bakmaya başlayınca, Topluluk da kendi yükümlülüklerini aksatmaya ve ortaklık ilişkisinin geliştirilmesi istikametinde çaba harcamaktan kaçınmaya başladı. Başlangıçta sadece ekonomik olan sorunlar 12 Eylül döneminde ve Yunanistan'ın 1980'de Topluluğa tam üye olmasıyla siyasi boyutlar da kazanmaya başladı. Topluluk-Türkiye ilişkileri donduruldu ve mali işbirliğine son verildi. Katma Protokolün ise sadece ticari hükümleri işlemeye devam etti, diğer bütün hükümleri atıl kaldı.

1983 yılında Türkiye'de sivil idarenin yeniden kurulması ve 1984 yılından itibaren ithal ikamesi politikalarını hızla terk ederek dışa açılma sürecini başlatması ile ilişkiler yeniden canlandı. Türkiye 14 Nisan 1987'de AB'ye tam üyelik müracaatında bulundu ve ertelenmiş bulunan gümrük vergileri uyum ve indirim takvimini 1988 yılından itibaren hızlandırılmış bir şekilde yeniden yürürlüğe koydu. AB Komisyonu tam üyelik müracaatına 1989 yılında verdiği yanıtta, Türkiye'nin AB'ye üyelik konusundaki ehliyetini kabul etmekle birlikte, Topluluğun kendi içindeki derinleşme sürecini tamamlamasına ve gelecek genişlemesine kadar beklenmesini ve bu arada Türkiye ile gümrük birliği sürecinin tamamlanmasını önerdi. Bu öneri Türkiye tarafından da olumlu değerlendirildi ve gümrük birliğinin Katma Protokolde öngörüldüğü şekilde 1995 yılında tamamlanması için gerekli hazırlıklara başlandı. İki yıl süren müzakereler sonunda 5 Mart 1995 tarihinde yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında alınan karar uyarınca Türkiye ile AB arasındaki gümrük birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girdi.

Gümrük Birliğinin tamamlanmasıyla Türkiye AB ülkeleriyle entegrasyon istikametinde çok önemli bir merhale katetti. En azından Türk ekonomisi ve sanayisi gümrük birliğini tamamlayarak altından kalkılamayacak bir yük üstlenmediğini ispatladı, dolayısıyla tam üyeliğin gerektireceği yükümlülükleri de zaman içinde üstlenebileceğini gösterdi. Bir yerde Gümrük Birliği Türkiye için bir test olarak görülebilir. Türkiye, AB ile Gümrük Birliğine girebilmiş tek üçüncü ülke. Ticaret açığının önemli ölçüde büyümesine rağmen ekonomi, Gümrük Birliğinden kaynaklanan yükü rahatlıkla kaldırabileceğini gösterdi. Ancak, Gümrük Birliğinin sorunsuz yürüdüğü de söylenemiyor. AB Gümrük Birliği ile birlikte Türkiye'ye karşı üstlendiği bazı yükümlülükleri yerine getirmedi.

Aralık 1999'da Helsinki'de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde tam üyeliğe adaylığının tesciliyle birlikte Türkiye-AB'nin uzun bir geçmişi bulunan ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin diğer aday ülkeler ile eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edildi. Zirve Sonuç Bildirisi ayrıca, Türkiye'nin diğer aday ülkeler gibi katılım öncesi stratejisinden yararlanmasını ve Türkiye için de bir Katılım Ortaklığı Belgesinin hazırlanmasını öngördü. İlk Katılım Ortaklığı Belgesi Mart-2001'de AB Konseyi tarafından onaylandı. Türkiye de buna karşılık aynı ay içinde bu belgedeki yer alan öncelikleri hayata geçirilmek için ilk Ulusal Programını açıkladı. Türkiye Şubat 2002 ila Temmuz 2004 tarihleri arasında AB siyasi kriterlerini karşılama amacına yönelik 8 uyum paketi hayata geçirdi. Bu çerçevede 53 yasanın 218 maddesinde değişiklik yapıldı. 2004 Mayıs’ında yürürlüğe giren anayasa değişiklik paketi ile kadın-erkek eşitliği, basın özgürlüğü, uluslararası sözleşmelerin statüsü, yargının işlevselliği alanlarında yeni düzenlemeler yapıldı.

Bu hızlı temponun ardından Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de gerçekleştirilen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin reform sürecinde atmış olduğu kararlı adımların memnuniyetle karşılandığı belirtilerek, üyelik müzakerelerinin (Zirve Sonuç Metninin 23. maddesinde öngörülen çerçeve dahilinde) 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılması kararlaştırıldı. 2005 ekim ayında başlatılan tam üyelik görüşmeleri ise halen devam ediyor. Peki bundan sonra neler olacak veya olabilir? Türkiyenin AB macerasında çok önemli roller üstlenmiş İktisadi Kalkınma Vakfı'nın (İKV) şu anki başkanı Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu'nun yaptığı açıklamaya kulak vermekte fayda var:

"İçinde  bulunduğumuz müzakere sürecinin rayından çıkmamasına ve başka bir deyişle  ülkemize özgü 'sui generis' (kendine özgü) bir süreç haline dönüşmemesine  çalışmalıyız. Tam üyeliğin yakın zamanda gerçekleştirilmesi, gümrük birliğinin  sağlıklı bir şekilde devam etmesi için şarttır. Aksi takdirde Türkiye'nin karar  mekanizmasında yer almadığı bir birlik içinde olması olumsuz sonuçlar  doğurmaktadır. Ne yazık ki, müzakere süreci istenen hızda ve yoğunlukta  ilerlememektedir. AB  sürecinin bu şekilde ilerlemesi farklı nedenlerden kaynaklansa da sonuçta halkta  bir bıkkınlığa ve güvensizliğe neden olmaktadır. AB ile ilişkilerimizin siyasi yönden taşıdığı önem bir  yana, bu ilişkinin en önemli gerekçelerinden birinin ekonomik alanda olduğunu  biliyoruz. Son yıllarda bu gerekçeyi biraz ihmal eder olduk. Bu gerekçeleri  tekrar tekrar gözden geçirmeliyiz.”
(Bu yazı, Türk Standartları Enstitüsünün yayın organı Standard Dergisinin Eylül-2009 tarihli sayısında yayınlanmıştır.) 

AB VE TÜRKİYE, 20 YILLIK GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASINI DEĞİŞTİRİYOR

AB-TÜRKİYE GÜMRÜK BİRLİĞİ DEĞİŞİKLİK MÜZAKERELERİ, SIĞINMACI PAZARLIĞININ GÖLGESİNDE KALDI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder