1 Ocak 2024 Pazartesi

DEVLETİN BANKACILIKTAKİ ROLÜ DEĞİŞİYOR

Cahit UYANIK 

Türkiye'de bankacılık sektörünün kökenleri çok eski zamanlara kadar uzanıyor. Bankacılıktaki ilk adımlar, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğunda Sanayi Devrimini yakalamak için başlatılan ekonomide modernleşme çabaları nedeniyle atıldı. Amaç, neredeyse tamamı mala dayalı biçimde dönen ekonomiye bir finans penceresi açmaktı. Ekonomi, ķatıksız biçimde bir 'tarım ekonomisi' olunca, bu kesimin finansmanı ön plana çıktı. Ziraat Bankası, bu ihtiyaçtan yola çıkılarak devlet tarafından kurulup geliştirildi. Bu banka hala yaşamını sürdürüyor.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra bankacılık sektöründe devletin öncülüğü devam etti. Sümerbank, tarıma dayalı ekonominin sanayileşmesini sağlama misyonunu üstlendi. Ziraat Bankası doğrudan doğruya tarım sektörünü fonlarken, Sümerbank ise kurduğu fabrikalarla pamuğun işlenerek ipliğe ve konfeksiyona dönüştürülmesini sağlıyordu. Devlet, Osmanlı İmparatorluğu döneminde tarlalarda toplanıp yurt dışına satılan pamuğun, yabancı ülkelerde işlenerek onlarca kat fiyatla ithal edilmesini engellemek istiyordu. Ayrıca Türk ekonomisinin uluslararası ticarette karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu tarım sektörünü, sanayi ile ilişkilendirme yolundaki adımlar bu iki banka sayesinde atıldı. 

Devlet daha sonra giderek güç kazanmaya başlayan esnaf-sanatkarlar ile küçük işletmeleri desteklemek için Halk Bankasını kurdu. Emlak Bankası, köyden kente göçün giderek hızlanmasıyla artan konut talebine çözümler üretme arayışının sonucuydu. Maden zenginliğinin üretimi, finansmanı ve pazarlanmasını Etibank üstlendi. Ülkenin turizm potansiyelinin kavranmaya başlanması ve yurt dışındaki işçilerin birikimlerinin ekonomiye kazandırılması düşüncesi Türkiye Kalkınma Bankasının (TKB), 1980 sonrasındaki dışa açılmanın getirdiği ihracatın finanse edilmesi gereği Türk Eximbank'ı ortaya çıkardı. Bu tablodan çıkarabildiğimiz sonuca göre devlet, 150 yıldır bankacılık sektöründe hep öncülük yapıyor. 

Ama sektörün bugünkü gündeminde ise önem sırasına göre 5 ana başlık dikkat çekiyor:

1) Kamu bankacılığının düzenlenmesi, 2) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) sektörü regüle etmesi, 3) Grup kredilerinin disipline edilmesi, 4) Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF) devrolunan 8 bankanın satışı, 5) Sektörün özvarlık yapısının güçlendirilip dış rekabete dayanıklı hale getirilmesi.

Dikkat edilirse bu başlıklardan ilk 4'ü kamu ile doğrudan ilgili. Ya doğrudan doğruya sektör içindeki kamu bankalarının yeniden yapılandırılması ya da devletin sektördeki düzenleyici rolünün ne olacağını içeriyor.

Günümüzde kamusal sermayeli ticaret bankalarının boğuştuğu en önemli problem görev zararları. Hükümetler zaman zaman bu bankalardan borç alarak çeşitli toplumsal kesimlere (çiftçiler, esnaf-sanatkarlar, emekliler vb.) destek sağladı. Ancak borç zamanında ödenmeyince,  işlemiş ve gecikme faizleriyle altından kalkılamaz hale geldi. 1999 sonu itibarıyla bu rakamın 11 katrilyon lirayı aştığı hesaplanıyor. IMF ile imzalanan stand-by anlaşmasında görev zararlarının tasfiye edilmesi için çok önemli taahhütler altına girildi.

Ancak bankacılık sektörünün yüzde 40'ını kontrol eden kamu bankalarının sorunu görev zararlarının ödenmesiyle bitmiyor. Sürekli zarar üreten ve siyasetin olumsuz etkisine maruz kalan bu bankaların mülkiyet yapılarının yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu çerçevede Dünya Bankası ile kredi desteğini de içeren bir program başlatılmak üzere. Ortaya konulan çözümün ana ekseni, kamu bankalarını özerkleştirerek siyasetin etkisinden arındırmak.

Özerkleştirme, bu bankaların destekledikleri kesimlerin temsilcilerini yönetime getirerek sağlanmaya çalışılacak. Dünya Bankası, Ziraat ve Halk Bankasının gelecekte ticari faaliyetlerden çekilerek tamamen ihtisas bankası haline dönüşmesini istiyor. Ancak buradaki temel sorun, bu bankaların destekledikleri kesimlerde yapısal dönüşüme başlanmamış veya tamamlanmamış olmasında düğümleniyor. Kendini uluslararası koşullara göre uyarlamamış bir tarım sektöründen Ziraat Bankası desteğinin aniden çekilmesi, Türkiye'yi büyük bir gıda bunalımına sürükleyebilir.

Finansman, teknoloji ve nitelikli işgücü gibi sorunlarla boğuşan KOBİ'lerin Halk Bankası olmadan güçlü yan sanayi yapılanmalarına geçmesi zor görünüyor. Bütün bunların ötesinde birikim sahiplerini girişimcilikten, işletme sahiplerini yeni yatırımlar yapmaktan alıkoyan enflasyon probleminin çözülmesinin aslında 'temel çıkış noktası' olacağı değerlendirmesi yapılıyor. 

BDDK, dünyada ve Türkiye'de giderek yaygınlaşan 'özerk kurullar' modelinin son örneği. Bankacılık sektörünü uluslararası kriterler içerisinde faaliyet gösterir hale getirmesi hedeflenen BDDK'nın sektördeki birçok konuya el atması gerekiyor. Bu sorunlardan belki de en önemlisi mevduata yüzde 100 devlet güvencesinin kaldırılmasına ilişkin alt yapıyı kurmak. Yüzde 100 güvence, sektördeki sağlam ve çürük bankaların aynı başlık altında incelenmesi ve değerlendirilmesine yol açıyor. Güvence kalktıktan sonra sektörün zaafiyete uğramaması için çürüklerin tedavi edilmesi, dolgu yapılması veya son çözüm olarak çürük dişlerin çekilmesi yani o bankaya el konulması gerekiyor. Sağlıklı ortam ancak, mevduat güvencesi ile karınları şişerek koflaşan bankaları, reel ekonominin finansmanına yönlendirecek tedbirlerin BDDK tarafından alınmasıyla oluşacaktır.

Sektörde çözülmesi gereken bir başka problem ise özel bankaların disipline edilmesi. Özellikle banka kaynaklarının ana holdingin finansmanında kullanılmasını tanımlayan 'grup kredileri' kavramının çok yakından izlenmesi gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde mevduata devlet güvencesinin sınırlanmasının manası kalmayacak. Devlet, ekonomik kriz ortamlarında bankasının içini boşaltan banka patronlarıyla boğuşmaya devam edecek. 

BDDK'yı bekleyen sorunlardan belki de en çapraşıķ olanı TMSF bünyesindeki 8 bankanın elden çıkarılması. Bu bankaların bir kısmı orta, bir kısmı da küçük ölçekli bankalar. 1995 yılından bu yana devletin bu bankalara aktardığı taze kaynağın miktarı 2,5 milyar doları geçmiş durumda. Öyleyse bu bankaların hepsinin satışından 2,5 milyar doların üzerinde bir gelir sağlanmalı ki bir anlamı olsun. 8 bankaya çeşitli yerli ve yabancı gruplar talip olduklarını veya olacaklarını açıklıyorlar. Ancak banka ismi telaffuz etmekten kaçınıyorlar. 100'ün üzerinde şubesi bulunan orta ölçekli bankaların mı yoksa 10-15 şubeli küçük bankaların mı tercih edileceği belli değil. Orta ölçekli bankalara umulandan fazla bir talep olması durumunda devlet, küçük bankaları birleştirme formülünü gündeme getirebilir. Ancak talipliler tercihlerini küçük bankalardan yana kullanırlarsa, orta ölçekli bankaların kaderinin ne olacağı konusunda kimsenin fikri yok.

BDDK ve sektörün elele vererek çözmesi gereken en köklü problem ise sektörün özvarlık yapısının güçlendirilmesi. Burada BDDK sermaye hacmi şartı ve sermaye rasyolarını değiştirerek bankaları daha güçlü özvarlıklar edinmeye zorlayabilir. Ancak bunun genel ekonomik dengelerle yakından ilişkisi bulunuyor. Güçlü banka sermayeleri ancak güçlü ekonomilerde oluşabiliyor. Bankaların makro ekonomik ortam iyileştikçe, banka evliliklerini de içine alan geniş bir perspektifte özvarlık problemini çözmeleri gerekiyor. Bu çerçevede belki de Türkiye'de her güçlü sanayi grubunun bir bankası olması teamülünden vazgeçilip 'güçlü banka grupları'nın oluşması gerekebilir.

Türkiye'de bankacılık sektörünün 150 yıllık macerasını devletten bağımsız düşünmek mümkün değil. Ancak devlet bankacılık sektöründe 'oyuncu' olmaktan çok 'yönetmen' olmaya doğru ilerliyor. Bankacılık sektörü 2000'li yıllarda devletin çizeceği çerçevenin sağlamlığına güvenerek global rekabete hazırlanacak. Devlet, Mithat Paşanın kurduğu çiftçi sandıklarıyla, Türk insanının kurduğu bankaları uluslar üstü ölçeğe taşımanın yollarını arayacak.

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Nisan-2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder