8 Ocak 2024 Pazartesi

ÖZERK MERKEZ BANKASI NE OLA Kİ?

Cahit UYANIK 

Merkez Bankası (MB), Türkiye'nin tartışma gündeminden günlerdir düşmüyor. Kısa vadeli faiz oranları, MB özerkliği, döviz kurlarındaki gerileme, ihracatçıların ve bazı işadamlarının yakınmaları, ihracatın ithalatı karşılama oranı, cari işlemler dengesinin revizyonu gibi oldukça teknik konular evimizdeki oturma odalarına kadar girebildi. Peki bütün bunlar ne demek oluyor? Türkiye yine bir devalüasyon baskısı altına mı giriyor? Yıllardır büyük emek ve özveri ile gerilettiğimiz enflasyon oranları yeniden yükselişe mi geçecek? Türkiye yine 2001 yılında yaşadığı acı ve sıkıntı dolu günlere dönüş mü yapacak?

Bütün bunlara Türkiye'nin 2001 yılındaki krizin hemen ardından MB'nin yapısında gerçekleştirilen köklü reformun oturma ve toplum tarafından kabullenilme süreci olarak bakabiliriz. 2001'den önce MB, destekleme alımlarına kaynak bulmaktan tutun da KİT'lerin finansmanını sağlamaya kadar çok geniş yelpazede görevlere sahipti. Ancak krizden sonra kuruluş kanununda yapılan değişiklikle MB, Batılı benzerleri gibi sadece fiyat istikrarını sağlamakla görevlendirildi. Yani MB, bizzat hepimizin cebinde dolaştırdığı TL'nin gerçek değerini bulmasını sağlamak ve korumakla yükümlü kılındı. Buna bağlı olarak MB'nin bünyesinde Para Politikası Kurulu oluşturuldu. Bu Kurul, MB'nin izlediği ve izlemesi gereken politikaları somut verilere dayanarak belirliyor. Bu kararların gündelik uygulamasını yapmakla MB Başkanı yükümlü. Daha fazla teknik konulara girmeyelim ama bu yapılanmanın MB özerkliğinin temelini oluşturduğunu söylemeliyiz. 

MB özerkliği sadece Türkiye'nin sorunu değil. Batı'da çok uzun yıllar önce bir sorun olmaktan çıkmış enflasyon olgusunun geri planında güçlü ekonomik yapılar kadar, bağımsız merkez bankalarının izlediği politikalar bulunuyor. Batı'da bugün merkez bankaları, ekonomik denge ve paranın değerinin korunmasının en önemli güvencelerinden birisi. ABD'deki mevcut Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, yaklaşık 20 yıldır görevde ve 4 Başkan'la çalıştı. Yine euroya geçiş sonrasında oluşturulan Avrupa Merkez Bankası başkanı da çok ciddi bir merkez bankacılığı geçmişine sahip ve görev süresi 8 yıl. Bu zaman süreci Avrupa'daki her ülkede 2 veya 3 seçim yapılması anlamına geliyor. Yine dünyanın güçlü ekonomilerinin Japonya’da da merkez bankası bağımsız ve özerk. Başkanı siyasetler ve hükümetler üstü yetkilere sahip. 

Merkez bankası özerkliği o kadar önemli ki Avrupa Birliğine (AB) tam üyeliğin ekonomik vechesini oluşturan Maastricht Kriterleri içerisinde de başlı başına bir madde... Yani AB, bir ülke ile tam üyelik pazarlığı için masaya oturmadan önce merkez bankasının özerkliğini dikkatle inceliyor ve bu özerkliğin uygulamada da tescil edilmesini istiyor. Bu anlamda Türkiye'nin Maastricht Kriterleri içinde tutturabildiği tek kriterin henüz bu olduğunu unutmamakta yarar var. Ancak bu özerkliğin de henüz iki yaşına girmediğini, uygulamasının ileride üye olacağımız Avrupa Merkez Bankası tarafından dikkatle inceleneceğini bilmeliyiz. Bu noktada küçük bir anekdot eklemekte yarar var: En ünlü Batılı iktisatçılardan Paul Samuelson'a tarihteki en önemli üç buluş sorulduğunda cevabı aynen şöyle olmuş: Ateş, tekerlek ve merkez bankacılığı. Gerçekten de zar-zor kazandığımız paranın değerinin yerli yerinde kalması hepimizin isteği. İnsanlık ne kadar ileri giderse gitsin, insanın bu temel kaygısından vazgeçmeyeceği kesin. 

Yine bu noktada ilginç bir başka örnek verelim: Merkez bankası özerkliğinin had safhada önemsendiği ABD'de şimdiye kadar hiç devalüasyon olmamış. 1929 ve 1987'deki çok büyük ekonomik bunalımları atlatan, iki dünya savaşı geçiren bu ülkede doların değeri her zaman korunabilmiş. Bu bilgiyi duyunca merkez bankası özerkliğinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Yine bağımsız ve özerk merkez bankasının önemi şurada ki; bünyesinde şu anda 15, gelecek yıl sonunda 25, 2008'de 27 ve inşallah Türkiye'nin katılmasıyla 2011'de 28 ülkeyi barındıracak AB'de çok çeşitli ülkelerin uyum içinde çalışmasını sağlıyor. 

Euroya şu anda AB içindeki 12 ülke geçti. Ama olsun, diğer 3 ülke euro veya Avrupa Merkez Bankası kriterlerini karşılamadığı için değil, kendi istemediği için eski para birimini kullanıyor. Yani AB bölgesinde yıllık enflasyon yüzde 2'yi geçemiyor. Geçtiği taktirde o ülkenin merkez bankası bazı önlemler alması için uyarılıyor. Çünkü bunun üzerindeki enflasyon, artık ekonomileri iç içe geçmiş ülkelerin birbirlerine karşı rekabet güçlerini olumsuz yönde etkiliyor. Yani enflasyonu yükselen ülke, diğer ülkelere haksız şekilde ihracatını artırıyor. İşte merkez bankacılığı AB ile birlikte 'ülkelerüstü' bir ekonomik bekçilik rolü yürütüyor. Benzeri bir yapılanma, eyaletlerden oluşan ABD'de de var. Bu ülkede aslında 12 ayrı merkez bankası mevcut. Ancak bunları tek çatı altında birleştiren kurum FED denilen Amerikan Merkez Bankası. Ülkedeki genel faiz oranları ve izlenecek para politikası FED tarafından bölgesel merkez bankalarından ulaşan bilgiler doğrultusunda tespit ediliyor.

Yine buraya kadar yazılanlardan çıkartılacağı gibi; merkez bankaları, sırf parayla pulla uğraşan bir kuruluş gibi görünse de aslında reel ekonomiyi çok yakından izliyorlar. Buradan gelecek sinyallere göre finans piyasaları ile reel ekonomi arasındaki bağı kuruyorlar. Söz gelimi bu yazı yazıldığı sırada merkez bankasının ABD'deki kısa vadeli faiz oranı yüzde 1,75 düzeyinde idi. Bankanın ekonominin canlanmasını sağlamak için bu faiz oranlarını çeyrek puan veya yarım puan düşürmesi tartışılıyordu. Benzeri tartışmalar aynı şekilde Avrupa'da yapılıyor. Japonya'da da yıllardır süren finans krizinin etkisiyle merkez bankasının faiz oranı yüzde 0 (sıfır) düzeyinde bulunuyor.

Türkiye'de dalgalı kura geçilmesiyle MB'nin piyasaları etkilemekteki tek aracı kısa vadeli faiz oranı.  Banka, bu yazı kaleme alınırken oranı yüzde 41'den 38'e düşürmüştü. Kısa vadeli faiz oranının basit tanımı ise şu: Bankalar ellerinde oluşan likiditeyi değerlendirmek için MB'ye gidiyorlar. MB de TL'yi piyasaya süren tek ve en önemli alıcı olarak bu oranı belirliyor. MB bu oranla oynayarak paranın kendisine getirilmesi ile başka tasarruf araçları veya reel ekonomiye plase edilmesi arasında bir tercih yaratmak istiyor. Faiz düştükçe bankaların elinde oluşan fazla likidite, kredi olarak ekonomiye dönebiliyor. 

Banka bu faiz oranını paranın tüketime veya tasarrufa yönelmesi yönündeki tercihi etkilemekte de kullanıyor. Yani Banka faiz oranını düşürdüğü taktirde, bankaların tasarrufçulara vereceği faiz oranı da düşeceği için tüketim canlanabiliyor. Tüketim eğer ekonomideki büyümeden daha hızlı ve çabuk canlanırsa, enflasyon ortaya çıkıyor. İşte bu noktada döviz, faiz, tüketim, tasarruf, bankalar, kısa vadeli faiz oranları ihracat-ithalat dengeleri, cari işlemler açığı gibi değişkenlerin dikkatle belirlenmesi ve hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediğinin ortaya konulması gerekiyor.

Söz gelimi son kısa vadeli faiz oranı indirim tartışmalarını ele alalım. Döviz kurlarının düşük profilli bir seyir izlemesi ve TL'nin değer kazanması ihracatçıları endişelendirdi. Çünkü kurun aşağıya gitmesi ithalatı gereksiz yere canlandırıp ülkenin döviz dengelerini boş yere bozabilirdi. Bu denge bozulduğunda döviz devalüe edilip ithal girdileri çok pahalılaşıp sorunlar yaratabilirdi. Üstelik dolarla mal satan ihracatçılar da her bir dolara karşılık daha fazla birim mal satmak durumunda kalabilirlerdi.  Bu nedenle TL'yi daha az cazip kılıp dövize talep canlandırılmalı ve kurlar yukarı doğru çıkartılmalıydı. 

Bu noktada hükümetin ilan ettiği dövizle ilgili hedefler dikkate alınıyordu. Yani ihracat, ithalat ve turizm gibi üç büyük döviz girdisi ve çıktısı konusunda yılbaşı hedefleri hesaba esas oluyordu. Merkez Bankası da hükümetin yılın ilk 4 ayındaki elde edilen verilere dayanılarak bu hedefleri gözden geçirip revize etmesini istiyordu. Yani Türkiye'nin bu yıl daha az döviz kazanıp daha çok döviz harcayacağı şeklinde tahmin edilen projeksiyonların resmiyete dökülmesini istiyordu. 

Sonunda bu yapıldı ve Türkiye'nin döviz gelirleri ile giderlerinin bakiyesini veren cari işlemler açığı hedefi 3,7 milyar dolardan 6,1 milyar dolara yükseltildi. Bu, dövizle ilgili işlem yapan, mal alan, tasarrufunu döviz cinsinden tutan, döviz cinsinden borçlanarak veya borç verenlere gönderilen bir sinyaldi. Bu noktada MB, temel amacının fiyat istikrarını -ki Türkiye'de bu fiyat düzeyinin düşmesi anlamına geliyor- sağlamak olduğunu unutmadan davrandı. Çünkü fiyat istikrarının sağlanması, bizatihi döviz dengesiyle de ilgiliydi. Mayıs ayı fiyat artışları açıklandığında eksi enflasyonla karşılaşıldı. 

MB cari açık revize edildiği ve enflasyondaki düşüş eğilimi hız kazandığı için kısa vadeli faiz oranını düşürdü. Böylece toptan eşya fiyatlarında görülen eksi enflasyona rağmen, tüketici fiyatlarındaki yüzde 1,6'lık düzeyin ekonominin önümüzdeki günlerde sağlıklı bir canlanma sürecine gireceği şeklinde yorumlandı. Faiz oranlarının düşürülmesi bankaları ve tasarrufçuları, artık kaynaklarını reel ekonomiye yönlendirmeleri konusunda bir sinyaldi. Eğer enflasyondaki benzeri düşüş eğilimi sürerse faiz oranlarında 3 puanlık daha düşüş sürpriz sayılmamalı.

Oldukça karmaşık ve teknik bir konuyu basite indirgeyerek anlatmaya çalıştım. Ama özerk merkez bankasına önünde sonunda alışmak zorundayız. Önümüzdeki iki yılda yani AB ile müzakere masasına oturana kadar bu konuda mesafe katedersek, ekonomimizi 27 üyeli bir ekonomik entegrasyona dahil etmek daha kolay olur. Türkiye'de bir an önce eski dönemin 'kurlarla oynayıp rekabet gücü yaratmak' olarak açıklanan kabul edilmesi zor alışkanlıklardan vazgeçilmesi gerekiyor. 

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Haziran-2003 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder