2 Mayıs 2017 Salı

TÜRKİYE, DÜNYADA GİDEREK YÜKSELEN EKONOMİK KORUMACILIK EĞİLİMLERİNE MUTLAKA KARŞI ÇIKMALI


Cahit UYANIK

İleriki 10 yıllarda dünya ekonomi tarihi yazıldığında 2017, “Değişik etkilerin çarpıştığı, karmakarışık bir yıl” olarak değerlendirilecek gibi görünüyor. İşin ilginç tarafı, aynı şeyler Türkiye için de geçerli… Düşünün; dünyanın en büyük ekonomisi gümrük vergileri desteğinde ekonomik korumacılık arayışlarını uygulama alanına taşımaya çalışıyor. Türk ihracatçıları ise 2017 yılında, hemen hemen her ülkeyle ekonomik ilişkisini ithalat büyüklüğüne göre değerlendirmeye başlayan Amerika Birleşik Devletlerini (ABD), daha çok mal satmak için  “hedef pazar” seçiyor! Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, 2017 yılı ilk çeyrek beklentilerinde üyelerinin yüzde 17’sinin hedef pazar listesinin başına ABD’yi, ikinci sıraya Rusya’yı (yüzde 16) yazdığını bildirdi. Büyükekşi “Meksika ve Çin, Trump’ın ticaret duvarlarından korkarken ihracatçılarımız rotayı ABD’ye çevirmiş görünüyor” değerlendirmesinde bulundu.

Tüm dünyaya liberal ticaret ilkelerini yaymak için uğraşan 160 üyeli Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ise şubat ayında ‘Ticaretin Kolaylaştırılması Antlaşması’nı devreye aldı. Öyle ki bu antlaşma, DTÖ’nün 22 yıl önceki kuruluşundan bu yana kabul edilen ilk çok taraflı antlaşma. Yapılan hesaplamalara göre antlaşmanın uygulanmasıyla ticaret maliyetlerinin yüzde 9,6 ile yüzde 23,1 arasında düşmesi; ortalama ihracat süresinin 2 gün, ortalama ithalat süresinin de 1,5 gün azalması bekleniyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin toplam ihracatının yıllık olarak 170 ila 730 milyar dolar, küresel ölçekte ihracatın da 750 milyar dolar ile 1 trilyon dolar arasında artacağı hesaplanıyor. 

İhracatçıların dış pazarlara daha kolay erişmesi açısından önemli olan bu antlaşmanın yürürlüğe girdiği aynı günlerde Türkiye, en önemli dış ticaret ve yabancı sermaye partnerlerinden olan, 4 milyonu aşkın  Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının da yaşadığı Almanya ve Hollanda ile sert bir siyasi kavgaya tutuştu. Başladığı andan itibaren Türkiye’nin aleyhine işleyecek bu iki ülkeye ekonomik ambargo uygulanabileceği söylemi, hükümet sözcüsü düzeyinde dile getirilebildi.

Üstelik bu garip tartışmaya Avrupa Birliği (AB) boyutu da eklendi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Avrupa’ya her ay 15 bin, yılda 180 bin mülteciyi göndermekten bahsetti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da AB ile imzalanan Mülteci Anlaşmasının uygulanmayacağını söyledi. Ancak bu açıklamadan 1 hafta sonra AB Göç ve Vatandaşlık İşleri Komiseri Dimitris Avramopoulos, Türkiye ile benzer anlaşmanın Libya ile de yapılmasını istediklerini belirtti ve ekledi: “AB ile Türkiye arasındaki bu anlaşma işliyor, sonuçlar olumlu. Ege’de geçen yıl 10-12 bin insan denizi geçerken, bu sayının şimdilerde günde 40-50 civarında olduğunu düşünmek bile yeterli. Bunu canlı tutmak için her türlü çabayı göstermemiz gerekir." 

Ancak Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları ve Neo-Osmanlıcılık söylemleri eşliğinde; en büyük dış ticaret partneri Avrupa’ya saldırmak önü alınamaz bir salgına dönüştü. Bu bağırış çağırış içinde turizm sektörünün 2017 yılını da “kayıp yıl” ilan etmesi bir yana, Türkiye limanlarının kruvaziyer turlarından 2020 yılına kadar çıkarıldığına ilişkin haberler tartışılmadı bile… Toplam ihracatımız içinde AB ülkelerinin payı yüzde 45 iken, geniş kitlelere AB’nin alternatifi olarak gösterilen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi ülkelerin ihracatımızdaki 
payının sadece yüzde 7 olduğunu söyleyenlere ise kimse kulak kabartmadı.   

Yani dünya ekonomisi ve Türkiye ekonomisinin hali; gönüllü sürgüne gittiği Fransa’da vefat eden ve oraya gömülen protest besteci, söz yazarı ve şarkıcı Ahmet Kaya’nın söylediği gibi: “Nerden baksan tutarsızlık...” görünümünde.

Oysa belirsizliğin çok arttığı bu zaman diliminde Türkiye’nin alması gereken pozisyon çok açık ve net: Korumacılığı reddedip tutarlı ve barışçı dış politika izleyerek, serbest ticaretin nimetleriyle ekonomisini büyütmeye devam etmek. Üstelik bunu yapmak için elinde imkanları da mevcut. AB ile Gümrük Birliğinin genişletilmesi akla ilk gelen şey.   AB Komisyonu, Türkiye ile Gümrük Birliği anlaşmasının genişletilmesine yönelik müzakerelere başlanmasına yeşil ışık yakmış ve geçen yıl Aralık ayında AB Konseyi’nden yetki talep etmişti. Türkiye, AB'nin ticaret alanındaki en büyük 5'inci ortağı konumunda. AB ile Türkiye arasındaki ikili mal ticareti Gümrük Birliğinin başladığı 1996 yılından bu yana dörde katlandı ve halihazırdaki ticaret hacmi yıllık yaklaşık 150 milyar dolara karşılık geliyor. Gümrük Birliğinin genişletilmesiyle bu rakamın 300 milyar dolara çıkması bekleniyor. Sırf bu artış rakamı bile Türkiye’nin ekonomik korumacılığa karşı çıkması için başlı başına bir sebep olabilir. Ayrıca Türkiye’nin aldığı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dörtte üçü AB kökenli. Doğrudan yabancı yatırımlar hem ülke içindeki üretimi artırıyor, hem de ödemeler dengesinin sağlıklı biçimde finanse edilmesini sağlıyor.

Ancak Türkiye, AB içerisindeki Türkiye karşıtlarının ekmeğine yağ sürer bir tavır içinde. İşsizliği yüzde 13’e doğru ilerleyen Türkiye’de dış pazarlarını oldukça büyütecek olan Gümrük Birliğinin genişletilmesi konuşulmuyor bile… Türkiye’nin mülteci anlaşmasından vazgeçmesi ve ayda 15 bin mülteciyi otobüslere doldurup Avrupa’ya göndermesi durumunda, bırakın Avrupa pazarlarına daha fazla mal satmayı ve daha fazla sayıda Avrupalı turist ağırlamayı, elindekilerden de olma ihtimali kesinlikle mevcut. Türkiye, izlediği bu politikalarla ekonomik korumacılık isteyenlerin de eline koz vermiş oluyor. “Bir yandan mallarını satın alıyoruz, bir yandan da bizimle kavga halindeler” söylemini haklı çıkartıyoruz.  
16 Nisan 2017’deki başkanlık sistemi referandumundan ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye’nin acilen siyaset değil ekonominin tartışıldığı ve aksiyoner tavırların görüldüğü bir gündeme dönmesi gerekiyor. Türkiye gibi dışa açık ve cari işlemler dengesinde turizm gelirlerinin  payının yüksek olduğu bir ülkede “şahin” politikalar sürekli kendisine kaybettiriyor.  Türkiye’nin acilen ekonomisini toparlayarak, yüzde 5 bandında büyüme, yüzde 5 enflasyon ve yüzde 10’un altına indirilmiş bir işsizliği sağlaması zorunlu. Bu da daha yumuşak bir iklimde yaşayabilen “güvercin” politikalarla mümkün gibi görünüyor. Türkiye, artık iyice belirginleşmiş bir tehlike olan ve önümüzdeki günlerde bolca tartışılacak ekonomik korumacılık eğilimlerinde konumunu serbest ticaretten yana belirlemeli. Aksi taktirde ihracata dönük üretim yapmak üzere kurulmuş birçok tesisin veya tarımsal üretim sahalarının kapatılacağı bir görünüm söz konusu olabilir. Türkiye’nin belki de bu konuda bir izleme komitesi kurması, ekonomik korumacılık önlemleri alan ülkelere karşı uluslararası hukuksal ve siyasal pozisyonunu iyi tespit etmesi gerekiyor.

Türkiye, dışa açık ekonomik büyüme modeli konusundaki kararını 1980’li yıllarda vermişti. Çok değişik hükümetler tarafından yönetildiği son 37 yılda bu açılımından taviz vermedi. Aksine dünyadaki değişimlere ayak uydurarak, turizm sektörünün de desteğiyle dışa açılmasını hızlandırdı. Türkiye aslında bu kararı verip gereklerini yerine getirirken, ister istemez dış politikasında da ciddi bir değişikliğe gitmişti. Dışa açık büyüme modelini seçen ülkeler ekonomik korumacılığa karşı çıkan, dış politikada barışçı ve uluslararası hukukun üstünlüğünü kabul etmiş bir görünüm sergiliyorlar. Bugün AB’den Brexit’le ayrılan İngiltere bile, dış ticaretinin etkilenmemesi için ülke ülke dolaşıp serbest ticaret anlaşmaları yapmayı öneriyor. Türkiye’nin özellikle kendi iç siyasi gelişmeleri sebebiyle dış dünyada yaptığı girişimler, dönüp dolaşıp ekonomisini vuruyor.  Türkiye’nin, son 10 yılda ‘stratejik derinlik’ adı altında tanımlanan ancak stratejik sorunlara yol açan dış politikasından, ekonomik yapısını gözeten “yumuşak güç” yönelimli politikalara doğru geçiş yapması gerekiyor. Türkiye bunu yapamazsa ekonomik korumacılık eğilimlerinin giderek yükseldiği bir dünyada hayli güç zamanlar yaşayabilir.    
(Bu yazı Diplomatik Gözlem Dergisinin Nisan-2017 sayısında yayınlanmıştır.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder