Cahit UYANIK
İleriki 10 yıllarda dünya ekonomi tarihi yazıldığında 2017, “Değişik
etkilerin çarpıştığı, karmakarışık bir yıl” olarak değerlendirilecek gibi
görünüyor. İşin ilginç tarafı, aynı şeyler Türkiye için de geçerli… Düşünün;
dünyanın en büyük ekonomisi gümrük vergileri desteğinde ekonomik korumacılık
arayışlarını uygulama alanına taşımaya çalışıyor. Türk ihracatçıları ise 2017
yılında, hemen hemen her ülkeyle ekonomik ilişkisini ithalat büyüklüğüne göre
değerlendirmeye başlayan Amerika Birleşik Devletlerini (ABD), daha çok mal
satmak için “hedef pazar” seçiyor! Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM)
Başkanı Mehmet Büyükekşi, 2017 yılı ilk çeyrek beklentilerinde üyelerinin yüzde
17’sinin hedef pazar listesinin başına ABD’yi, ikinci sıraya Rusya’yı (yüzde
16) yazdığını bildirdi. Büyükekşi “Meksika ve Çin, Trump’ın ticaret
duvarlarından korkarken ihracatçılarımız rotayı ABD’ye çevirmiş görünüyor”
değerlendirmesinde bulundu.
Tüm dünyaya liberal ticaret ilkelerini yaymak için uğraşan 160 üyeli Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ) ise şubat ayında ‘Ticaretin Kolaylaştırılması
Antlaşması’nı devreye aldı. Öyle ki bu antlaşma, DTÖ’nün 22 yıl önceki
kuruluşundan bu yana kabul edilen ilk çok taraflı antlaşma. Yapılan
hesaplamalara göre antlaşmanın uygulanmasıyla ticaret maliyetlerinin yüzde 9,6
ile yüzde 23,1 arasında düşmesi; ortalama ihracat süresinin 2 gün, ortalama
ithalat süresinin de 1,5 gün azalması bekleniyor. Aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin toplam ihracatının yıllık olarak 170 ila
730 milyar dolar, küresel ölçekte ihracatın da 750 milyar dolar ile 1 trilyon
dolar arasında artacağı hesaplanıyor.
İhracatçıların dış pazarlara daha kolay erişmesi açısından önemli olan bu
antlaşmanın yürürlüğe girdiği aynı günlerde Türkiye, en önemli dış ticaret ve
yabancı sermaye partnerlerinden olan, 4 milyonu aşkın Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşının da yaşadığı Almanya ve Hollanda ile sert bir siyasi kavgaya
tutuştu. Başladığı andan itibaren Türkiye’nin aleyhine işleyecek bu iki ülkeye
ekonomik ambargo uygulanabileceği söylemi, hükümet sözcüsü düzeyinde dile
getirilebildi.
Üstelik bu garip tartışmaya Avrupa Birliği (AB) boyutu da eklendi. İçişleri
Bakanı Süleyman Soylu, Avrupa’ya her ay 15 bin, yılda 180 bin mülteciyi
göndermekten bahsetti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da AB ile imzalanan
Mülteci Anlaşmasının uygulanmayacağını söyledi. Ancak bu açıklamadan 1 hafta
sonra AB Göç ve Vatandaşlık İşleri Komiseri Dimitris
Avramopoulos, Türkiye ile benzer anlaşmanın Libya ile de yapılmasını
istediklerini belirtti ve ekledi: “AB ile Türkiye arasındaki bu anlaşma
işliyor, sonuçlar olumlu. Ege’de geçen yıl 10-12 bin insan denizi geçerken, bu
sayının şimdilerde günde 40-50 civarında olduğunu düşünmek bile yeterli. Bunu
canlı tutmak için her türlü çabayı göstermemiz gerekir."
Ancak Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları ve Neo-Osmanlıcılık söylemleri
eşliğinde; en büyük dış ticaret partneri Avrupa’ya saldırmak önü alınamaz bir
salgına dönüştü. Bu bağırış çağırış içinde turizm sektörünün 2017 yılını da
“kayıp yıl” ilan etmesi bir yana, Türkiye limanlarının kruvaziyer turlarından
2020 yılına kadar çıkarıldığına ilişkin haberler tartışılmadı bile… Toplam
ihracatımız içinde AB ülkelerinin payı yüzde 45 iken, geniş kitlelere AB’nin
alternatifi olarak gösterilen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi ülkelerin
ihracatımızdaki
payının sadece yüzde 7 olduğunu söyleyenlere ise kimse kulak kabartmadı.
Yani dünya ekonomisi ve Türkiye ekonomisinin hali; gönüllü sürgüne gittiği
Fransa’da vefat eden ve oraya gömülen protest besteci, söz yazarı ve şarkıcı
Ahmet Kaya’nın söylediği gibi: “Nerden baksan tutarsızlık...” görünümünde.
Oysa belirsizliğin çok arttığı bu zaman
diliminde Türkiye’nin alması gereken pozisyon çok açık ve net: Korumacılığı
reddedip tutarlı ve barışçı dış politika izleyerek, serbest ticaretin
nimetleriyle ekonomisini büyütmeye devam etmek. Üstelik bunu yapmak için elinde
imkanları da mevcut. AB ile Gümrük Birliğinin genişletilmesi akla ilk gelen
şey. AB Komisyonu, Türkiye ile Gümrük Birliği anlaşmasının
genişletilmesine yönelik müzakerelere başlanmasına yeşil ışık yakmış ve geçen
yıl Aralık ayında AB Konseyi’nden yetki talep etmişti. Türkiye, AB'nin
ticaret alanındaki en büyük 5'inci ortağı konumunda. AB ile Türkiye arasındaki
ikili mal ticareti Gümrük Birliğinin başladığı 1996 yılından bu yana dörde
katlandı ve halihazırdaki ticaret hacmi yıllık yaklaşık 150 milyar dolara
karşılık geliyor. Gümrük Birliğinin genişletilmesiyle bu rakamın 300 milyar
dolara çıkması bekleniyor. Sırf bu artış rakamı bile Türkiye’nin ekonomik
korumacılığa karşı çıkması için başlı başına bir sebep olabilir. Ayrıca
Türkiye’nin aldığı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dörtte üçü AB
kökenli. Doğrudan yabancı yatırımlar hem ülke içindeki üretimi artırıyor, hem
de ödemeler dengesinin sağlıklı biçimde finanse edilmesini sağlıyor.
Ancak Türkiye, AB içerisindeki Türkiye
karşıtlarının ekmeğine yağ sürer bir tavır içinde. İşsizliği yüzde 13’e doğru
ilerleyen Türkiye’de dış pazarlarını oldukça büyütecek olan Gümrük Birliğinin
genişletilmesi konuşulmuyor bile… Türkiye’nin mülteci anlaşmasından vazgeçmesi
ve ayda 15 bin mülteciyi otobüslere doldurup Avrupa’ya göndermesi durumunda,
bırakın Avrupa pazarlarına daha fazla mal satmayı ve daha fazla sayıda Avrupalı
turist ağırlamayı, elindekilerden de olma ihtimali kesinlikle mevcut. Türkiye,
izlediği bu politikalarla ekonomik korumacılık isteyenlerin de eline koz vermiş
oluyor. “Bir yandan mallarını satın alıyoruz, bir yandan da bizimle kavga
halindeler” söylemini haklı çıkartıyoruz.
16 Nisan 2017’deki başkanlık sistemi
referandumundan ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye’nin acilen siyaset değil ekonominin
tartışıldığı ve aksiyoner tavırların görüldüğü bir gündeme dönmesi gerekiyor.
Türkiye gibi dışa açık ve cari işlemler dengesinde turizm gelirlerinin payının
yüksek olduğu bir ülkede “şahin” politikalar sürekli kendisine
kaybettiriyor. Türkiye’nin acilen ekonomisini toparlayarak, yüzde 5
bandında büyüme, yüzde 5 enflasyon ve yüzde 10’un altına indirilmiş bir
işsizliği sağlaması zorunlu. Bu da daha yumuşak bir iklimde yaşayabilen
“güvercin” politikalarla mümkün gibi görünüyor. Türkiye, artık iyice belirginleşmiş
bir tehlike olan ve önümüzdeki günlerde bolca tartışılacak ekonomik korumacılık
eğilimlerinde konumunu serbest ticaretten yana belirlemeli. Aksi taktirde
ihracata dönük üretim yapmak üzere kurulmuş birçok tesisin veya tarımsal üretim
sahalarının kapatılacağı bir görünüm söz konusu olabilir. Türkiye’nin belki de
bu konuda bir izleme komitesi kurması, ekonomik korumacılık önlemleri alan
ülkelere karşı uluslararası hukuksal ve siyasal pozisyonunu iyi tespit etmesi
gerekiyor.
Türkiye, dışa açık ekonomik büyüme modeli
konusundaki kararını 1980’li yıllarda vermişti. Çok değişik hükümetler
tarafından yönetildiği son 37 yılda bu açılımından taviz vermedi. Aksine
dünyadaki değişimlere ayak uydurarak, turizm sektörünün de desteğiyle dışa
açılmasını hızlandırdı. Türkiye aslında bu kararı verip gereklerini yerine
getirirken, ister istemez dış politikasında da ciddi bir değişikliğe gitmişti.
Dışa açık büyüme modelini seçen ülkeler ekonomik korumacılığa karşı çıkan, dış
politikada barışçı ve uluslararası hukukun üstünlüğünü kabul etmiş bir görünüm
sergiliyorlar. Bugün AB’den Brexit’le ayrılan İngiltere bile, dış ticaretinin
etkilenmemesi için ülke ülke dolaşıp serbest ticaret anlaşmaları yapmayı
öneriyor. Türkiye’nin özellikle kendi iç siyasi gelişmeleri sebebiyle dış
dünyada yaptığı girişimler, dönüp dolaşıp ekonomisini vuruyor.
Türkiye’nin, son 10 yılda ‘stratejik derinlik’ adı altında tanımlanan ancak
stratejik sorunlara yol açan dış politikasından, ekonomik yapısını gözeten
“yumuşak güç” yönelimli politikalara doğru geçiş yapması gerekiyor. Türkiye
bunu yapamazsa ekonomik korumacılık eğilimlerinin giderek yükseldiği bir
dünyada hayli güç zamanlar yaşayabilir.
(Bu yazı Diplomatik Gözlem Dergisinin
Nisan-2017 sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder