22 Aralık 2023 Cuma

ÖZELLEŞTİRME PSİKOZU AŞILABİLECEK Mİ?

Cahit UYANIK 

Dünyada ve Türkiye'de özelleştirmenin tarihi çok eski değil. Avrupa ülkelerinde klasik sol politikaların aşınmaya başlamasıyla ortaya atılan özelleştirme, devletin yeniden tanımlanması sürecinin en etkili aracı olma özelliğini taşıdı. 

Türkiye hep Avrupa'daki gelişmeleri 10-15 yıllık gecikmelerle takip ederken 1980'in başında bu kez aynı hatayı yapmadı. 24 Ocak 1980 Kararları ile girilen ekonomideki liberalleşme eğilimi, 1983'te ortaya atılan özelleştirme kavramı ile yeni bir boyut kazandı. İngiltere'de 1979'da başlayan özelleştirme uygulamaları 3 yıllık bir gecikme ile Türkiye'de yankılandı. 1982 yılı sonunda yapılan milletvekili seçimleri öncesinde televizyonda yayımlanan bir tartışmada -şimdi ikisi de hayatta olmayan- Turgut Özal ve Necdet Calp'in "Boğaz Köprüsünü satarım-sattırmam" tartışması hala zihinlerdeki tazeliğini koruyor. Biri liberal ekonomiyi savunan diğeri geleneksel ithal ikameci ekonomiye taraftar iki politikacının seçim performanslarını belirleyen Boğaz Köprüsü örneğinin aslında özelleştirme ile uzaktan yakından ilgili olmadığı daha sonra anlaşıldı.

Özal Boğaz Köprüsü gelirlerini, gelir ortaklığı senetleri (GOS) ihraç ederek önceden tahsil etmişti. Bu kaynağı da devletin enerji ve ulaştırma gibi önemli alt yapı yatırımlarına tahsis etmişti. Çünkü Özal biliyordu ki, serbest piyasa ekonomisini oturabilmek için bu iki alt yapı yatırımı alanı kritik önem taşıyordu. Özal vergileri artırarak bu yatırımları finanse edemezdi. Ekonomideki genel üretim düzeyi azlığı bunu imkansız kılıyordu. İşletmeler, sağladıkları karları sermayelerine ekleyerek yabancı rakiplerine karşı güç kazanmak zorundaydılar. Bu durumda GOS'lar bir nevi iç borçlanma modeli olarak imdada yetişmişti. Dönemin ana muhalefet lideri Calp ise Özal'ın bu politikasının özelleştirmeyle uzaktan yakından ilgili olmadığını topluma anlatamamıştı. Calp, özelleştirmeyi anlayıp özümseyebilen, üstüne üstlük eleştirecek kadrolara sahip değildi. Hal böyle olunca Özal'ın nevi şahsına münhasır iç borçlanma modeli, yıllarca özelleştirme zannedilerek tartışıldı.

1980'li yılları Türkiye'nin özelleştirme kavramını tanıdığı, 1990'lı yılları ise özelleştirme kavramının içini doldurmaya çalıştığı bir süreç olarak kabul edebiliriz. Nitekim 1984-1999 arasındaki özelleştirme hacmi 6,2 milyar dolar civarında. Buna karşılık özelleştirme dolayısıyla yapılan harcamalar ise 5,8 milyar dolar düzeyinde. Bu tablo, Türkiye'nin kendi kendini besleyip büyüten bir özelleştirme süreci yaşadığının açık göstergesi. Görünen o ki 2000'li yıllar 16 yıllık hazırlık sürecinin son bulduğu bir zaman dilimi olacak. 

Türkiye'nin Batılı kurumlarca 'oldukça ihtiraslı' diye nitelenen bir özelleştirme programı var. Bu yıl için 7,6 milyar dolarlık bir özelleştirme hedefi öngörüldü. Bu rakam 2000-2002 dönemi için tam tamına 18,5 milyar dolar olarak hedeflenmiş. Yapılan hesaplamalar ve tahminler, Türkiye'nin özelleştirilebilir varlıklarının toplam tutarının 100 milyar dolar düzeyinde bulunduğunu gösteriyor. Bu rakamlara göre önümüzdeki 3 yılda bu stokun yüzde 20'si elden çıkarılacak.

Türkiye'de özelleştirme halen 3 koldan yürütülüyor: 1) Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), 2) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 3) Ulaştırma Bakanlığı. Türkiye bu modeli 1994'ten sonra benimsedi. Türkiye'nin özelleştirme yetkisini çeşitli kurumlar arasında dağıtma kararının geri planında, ne yazık ki ekonominin kabuk değiştirmesine yönelik gerekçeler değil, kamu finansmanını çarçabuk rahatlatmaya yönelik düşünceler vardı. ÖİB'in üzerindeki yük alınıp kurumlar arasında paylaştırılarak hem özelleştirme karşıtı olanların ilgileri dağıtıldı hem de kurumların kendi kendilerini özelleştirme yolları açılmış oldu. Amaç en çabuk yoldan kamu finansmanının rahatlatılmasıydı. Türkiye bu modeli oturtmak için tamı tamına 5 yıl harcadı. 

Türkiye'nin özelleştirmede zorlu dönemece ulaştığı süreç, çok sıkı bir enflasyonla mücadele programı ile aynı yıla rastgeldi. Özelleştirme, geçmişte yaşananlar dikkate alındığında Enflasyonla Mücadele Programının en riskli gelir kalemini oluşturuyor. 2000 yılı, ekonomi için yıllardır yaşadığı 'özelleştirme psikozu'nun aşıldığı veya sorunun daha ağırlaştığı bir dönem olabilir. Psikozun aşılması için Türkiye'nin büyük çaplı birkaç özelleştirmeyi yapması gerekiyor. Bugüne kadar 'oyalanma' türünde yapılan özelleştirmeler, artık ne iç ve ne dış çevreleri rahatlatabilir. 

Türkiye'nin büyük çaplı özelleştirmeler için belirlediği listenin ortak özelliği şu: Müşteri kitlesi hazır, büyük modernizasyon yatırımları gerektirmeyen, nakit girişi çok hızlı olan işletmeler. Petrol Ofisi, TÜPRAŞ, elektrik dağıtım şebekeleri, yap-işlet-devret modelli enerji santralleri hep aynı nitelikleri taşıyor. Açıkçası devlet parlak, kırmızı elmaları alıcıların önüne sürmüş durumda. Bunun tek istisnası cep telefonu lisans satışı. Devlete ödenecek 750-800 trilyon bir yana, yapılacak yatırımların 2-3 milyar dolar düzeyini bulması bekleniyor. Üstüne üstlük mevcut pazarda güçlü 2 rakip faaliyetlerini sürdürüyor. Ama cep telefonunun vaat ettiği gelecek, bu ihaleye ilginin çok fazla olmasını sağlıyor. 

Açıkçası özelleştirmenin Türkiye'deki 16 yıllık macerası, devletin kamu finansman ihtiyacı ile yakından ilgili. Türkiye, 18,5 milyar dolarlık allanmış-pullanmış bir özelleştirme programını öne sürerek ekonomisinin geleceğini kurtarmaya çalışıyor. 2000-2002 dönemini kapsayan enflasyonla mücadele programı başarıya ulaşabilirse,  devletin elinde kalan 80 milyar dolarlık özelleştirilebilir varlık stoku, ekonominin yeniden yapılanmasına yardım edecek şekilde yani akılcı biçimde elden çıkarılabilir.

Peki Türkiye'de önümüzdeki 3 yılda 18,5 milyar dolarlık özelleştirme yükünü kaldırabilecek bir kaynak birikimi var mı? Bu soruyu "evet" diye yanıtlamakta bir sakınca yok. Öncelikle 3 yıllık sürece yayılan özelleştirme programının devlet kasasına nakit girişi olarak dönmesi 2005'e kadarki bir zaman dilimini kapsayacak. Dolayısıyla özel sektörden devlete yıllık ortalama para transferi 3-4 milyar doları geçmeyecek. Bu rakam, Türk özel sektörünün tek başına veya yabancı ortaklıklara giderek ödeyebileceği bir rakam.

Özel sektörün bu birikiminin geri planında 90'lı yıllar boyunca oldukça canlı seyreden iç piyasa ve devlet iç borçlanma ihaleleri var. Devletin 1985-1999 arasında bin'i (1000) aşkın iç borç ihalesi düzenlediğini söylersek olayın boyutlarını kolayca anlayabilirsiniz. Devletin halen iç borç stoku 35-36 milyar dolar düzeyinde. Bu stokun her yıl çevrilmek zorunda olduğu düşünülürse, geride kalan 10 yılda bankalar aracılığıyla özel sektöre 200-250 milyar dolar faiz ödemesi yapıldığını söyleyebiliriz. Faiz ödemelerinin yüzde 10'u bile belli  ellerde toplanmış olsa devletin 18,5 milyar dolarlık özelleştirme programının kaynağı hemen ortaya çıkıyor. 

Bu yazı boyunca kaleme aldığımız düşünceleri dikkatle analiz edenler şu mantığı kolayca çıkarabilirler: Özelleştirme önce politikacılar için bir araçtı. Daha sonra 'kamu finansman aracı' olarak düşünüldü ve iktidarlar değişse bile değişmeyen bir devlet finansman politikası haline geldi. Çünkü iktidarlar hiç bir zaman ciddi şekilde vergi toplamayı başaramadılar. Devlet, içine düştüğü finans krizini kapatmak için iç borçlanmaya yoğun biçimde başvurdu. İç borçlar arttıkça sermaye birikiminin yapısı değişti. Yapı değişip para sahipleri ortaya çıkınca özelleştirme taliplileri de birer-ikişer boy göstermeye başladı. Geri kalan 16 yılın kaba çizgilerle özeti böyle. Bakalım önümüzdeki 15 sene içinde özelleştirme nasıl bir çizgi izleyecek?

(Bu yazı TSE'nin yayın organı Standard dergisinin Mart-2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder