1 Mayıs 2015 Cuma

“ÇÖZÜM SÜRECİ”NİN EKONOMİK BOYUTU NASIL GELİŞEBİLİR?

Cahit UYANIK

2010 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ortaya atılan “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”, ikinci aşamasına 2 yıl önce geçti ve genel olarak “Çözüm Süreci” adını aldı. Başlangıçta muğlak, ilke ve ayrıntıları belirsiz olmakla eleştirilen Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, 2013 yılı Nevruz Bayramında verilen mesajlarla geniş kitleler tarafından kabullenilme yolunda ilk adımını attı. “Silahların susması” ile yani eylemsizlikle desteklenen süreç, bugünlerde ikinci aşamasını da tamamlayarak “silahların gömülmesi”ni öngören üçüncü aşamaya doğru yürüyor. Çözüm Sürecinin daha ileriki siyasi aşamalarında af ve dağdan inme, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi gelişmelerin yaşanması bekleniyor.

Çözüm Sürecinin geri planındaki en önemli baskı unsurlarından biri ekonomi… Şu anda Başbakan Yardımcısı olan Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un Ak Parti yönetiminde iken yaptığı en yeni araştırmaya göre; bölgede yaşanan yaygın terör ve asayiş olaylarının ekonomiye 28 yıllık maliyeti (1984-2012 yılları) doğrudan ve dolaylı etkileriyle birlikte 1 trilyon 200 milyar dolara ulaşmış durumda. Demek ki terörün ülke ekonomisine verdiği zarar, yılda ortalama 40 milyar dolar olarak hesaplanmış. Türkiye’nin 2013 yılındaki gayri safi milli hasılasının 850 milyar dolar olduğu da hatırlanırsa, katlanılan maliyetin büyüklüğü kolayca anlaşılabiliyor. Peki halen içinde bulunulan Çözüm Sürecinin ekonomik boyutu nedir? Mevcut önlemler, barışa yaklaştıkça iyice açığa çıkacak ekonomiye yönelik beklentileri ve talepleri karşılamaya yetecek mi? Çözüm Süreci, bölgeye yönelik yeni ekonomik teşviklerle desteklenmeli mi? Yazımızda bu ve buna benzer soruların cevaplarını arayacağız.

İlk olarak tarihsel ve coğrafik bir analiz yapmak gerekiyor. Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılına kadar giden sanayileşme ve modern bir ekonomiye dönüşme macerasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu hep ikinci planda kaldı. Bunun en önemli sebebi; ülkedeki genel girişimci ve sermaye azlığı idi. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu, zorlu coğrafik ve doğa koşullarının yaşandığı bölgelerdi. Buralara bırakın yatırım yapmayı, ulaşım imkanı bile yoktu. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülke o kadar bakımsız ve biçare haldeydi ki; doğru dürüst yol olmadığı için Orta Anadolu’dan İstanbul’a buğday getirmek, yurt dışından ithal etmekten daha pahalıya mal oluyordu. Girişimciler ve devlet, Doğu ve Güneydoğu bir yana Kocaeli’nin ötesine gidemiyorlardı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un bir liman kenti olması, bu kenti ve hinterlandındaki Marmara Bölgesini çok şanslı kıldı. Buraya üretim için getirilen hammaddeler ve üretilen malların pazarlara gönderilmesi daha kolaydı. Otomatik olarak sermaye ve yatırımlar İstanbul ve Marmara Bölgesinde toplandı. Bu eğilimin, aradan geçen 150-160 yılda değişmediğini kolaylıkla söyleyebiliriz.

Cumhuriyetin ilanından sonra başkent Ankara oldu ve devlet desteği ile açılan kamu fabrikaları, ülkenin acil beslenme (şeker fabrikaları) ve giyinme (iplik ve kumaş fabrikaları) ihtiyaçlarına yönelikti. Bu dönemde açılan kamu fabrikaları; Ege, Orta Anadolu, Trakya, Akdeniz ve Karadeniz’de yoğunlaşmak zorunda kaldı. Çünkü bu fabrikalara deniz yolu, yeni kurulan demiryolları ve az da olsa karayolu ile ulaşım sağlanabilmişti. O yıllarda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu parasallaşmaya başlayan ülke ekonomisinden uzakta; hayvancılık ve biraz da tarım yoluyla ayakta durmaya çalışıyordu. Türkiye’nin 1800’lü yılların ortasında başlayan ve 100 yılı aşan süreçte yaşadığı bu gelişmeler, bölgeler arasında ekonomik gelişmişlik açısından ciddi bir fark oluşmasına neden oldu. Devlet, bu farkı kapatmak için ilk adımlarını 1960’lı yıllarda atmaya başladı. Türkiye’de sayıları artan girişimcileri Doğu ve Güneydoğu’ya yönlendirmek için teşvikler vermeye başladı. Ancak bu teşvikler pek fazla işe yaramadı. Sadece şu başarılabildi: Tarihi İpek Yolu üzerindeki Gaziantep ve Kahramanmaraş gibi kentlerde var olan güçlü ticaret kültürü, üretim kültürüne dönüşebildi.

Devletin bölgeyi kalkındırma yönündeki ikinci büyük atağı ise ilk etütleri Atatürk dönemine kadar uzanan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) oldu. 1980’lerin ilk yıllarında başlatılan GAP Projesi, başta Şanlıurfa olmak üzere bölgedeki verimli ancak sulanamadığı için çoraklaşmış toprakları sulama projeleri yoluyla canlandırmaya ve güçlü bir tarımsal sanayi kurmaya yönelikti. Böylece büyük kentlere göç önlenecek ve Güneydoğu Bölgesi bir üretim ve istihdam üssüne dönüşecekti. Türkiye’nin bu bilinçli girişimi başlangıçta birçok “gözle görülür” engellemeyle karşılaştı. Projeye dış kredi bulmak için yapılan tüm çalışmalarda kreditörler “kredi geri dönüşünün çok uzun olduğu”, “proje ihtiyaçlarının iyi etüt edilmediği”, “bu tip büyük bölgesel projelerin kredilendirilmediği” gibi gerekçeleri ileri sürerek GAP’a destek vermekten kaçındılar. Türkiye’nin GAP Projesini kendi mali imkanlarıyla başlattığı tarih ile bölgedeki terör olaylarının ortaya çıkması neredeyse aynı döneme rastlamaktadır. Terör olaylarının gelişimi; siyasi, sosyal, etnik ve idari sebepleri bu yazının konusu değil. Ancak bölge ekonomisini kökten etkileyecek ve Türkiye’nin genel ekonomik gücünün artmasına büyük katkı sağlayacak GAP entegre kalkınma projesinin engellenmesine yönelik gizli çabaların ortaya çıkardığı sonuçlardan en önemlisinin terör olduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada yeniden Çözüm Sürecinin ekonomik boyutuna dönmekte fayda var. Bütün bu anlatılanlardan çıkan sonuç şu: Bölgede uygun siyasi iklim oluştuğunda, yatırımlar için gerekli huzur ve güven ortamı sağlandığında bölge ekonomisi daha kolay toparlanabilir. Çünkü Türkiye 1980’li yılların Türkiyesi değil. Devletin elinde bölge ekonomisine yönelik ciddi bir bilgi birikimi ve tecrübe envanteri bulunuyor. Kamunun kasasında, faiz ödemelerinin azalmasıyla birlikte ciddi bir kaynak imkanı birikmiş halde. Üstüne üstlük ülkedeki girişimcilerin sermaye birikimleri ve dış pazar tecrübeleri daha yüksek. Yapılması gereken şey, hammaddelerin fabrikalara ve üretilen malların dış pazarlara gönderilebileceği ulaşım imkanlarını yaratabilmek. Türkiye tam bir turizm ülkesine dönüşmüş durumda ki, ülkenin Doğu ve Güneydoğusunun muhteşem doğasına yönelik yatırımlar kolayca çekip çevrilebilir. Türkiye’nin 80 milyona dayanan nüfusu bile iç pazara yapılacak tarımsal üretim ve tarıma dayalı sanayi yatırımlarını kolayca kâra geçirebilir. Ülkenin genel olarak hayvancılık ve hayvansal ürünler konusundaki ihtiyacını ise konuşmaya bile gerek yok. Bu bölgenin en iyi bildiği sektör ise hayvancılık…

Türkiye’de devlet, 1990’ların başından itibaren ekonomide sadece alt yapı yatırımlarına yöneldi. Üretim cephesini tamamen özel yerli ve yabancı girişimcilere bıraktı. Belki de yapılması gereken şey, GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığını yeniden yapılandırarak, görev alanını Doğu Anadolu kentlerini de kapsayacak şekilde genişletmek olmalı. Böylece Türkiye’nin en başarılı entegre kalkınma projesi durumundaki GAP’ın bilgi ve tecrübe birikiminden yararlanılarak, girişimciler için cazip bir ortam oluşturulabilir. Başbakanlığa bağlı olarak çalışan Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı da yoğun çaba göstererek dünyadaki yatırımcıları bölgeye davet edebilir.

Yenilenen teşvik sisteminin yanı sıra Çözüm Sürecinin 2 yıldır uygulanması ve silahların susmasıyla, özellikle altyapısı hazır organize sanayi bölgelerinde bir girişimci yoğunluğu yaşanmaya başlandığı gözleniyor. Sürecin iyice güçlenmesi ile birlikte, verilecek yatırım teşviklerinin de desteğiyle Türkiye’nin diğer bölgelerinden ve yurt dışından Doğu ve Güneydoğu’ya daha fazla yatırım talepleri gelme ihtimali yüksektir. Yapılacak şey, yatırımcıların uluslararası bazda rekabet edebileceği bir maliyet ortamını yaratabilmekten geçmektedir. Bölgesel asgari ücretin belli bir süre uygulanmasına izin verilmesi, ek istihdam ve vergi teşvikleri bu ortamı kolayca yaratabilir. Yazının başında 28 yıllık güvensizlik ortamının yıllık ortalama maliyetinin 40 milyar dolar olduğunu söylemiştik. Acaba Türkiye terör sorunun 28 değil de, 3 yıl daha fazla yani 31 yıl sürdüğü varsayımını yapıp; 120 milyar dolarlık bir yatırım ve teşviği 10-15 yıllık sürece yayarak Doğu ve Güneydoğu’da kullanmayı göze alırsa, kimse silah alıp dağa çıkmak ister mi dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder