19 Haziran 2023 Pazartesi

KAPAK HABERİ / TÜRK BANKACILIĞI NEREYE GİDİYOR?

Cahit UYANIK

Sanayi Devrimini ıskalayan Osmanlı İmparatorluğu, Batı'daki bir çok modern kurumu bünyesine ancak 200-300 yıllık gecikmelerle kabul etmişti. 'Banka' kavramı da bunlardan birisiydi. Batı'da şimdiki bankaların atası sayılabilecek ilk kurumlar 1.500'lü yıllarda ortaya çıkmışken, Türkiye'de ilk banka benzeri kurumun oluşturulma tarihi 1863'tü. Elbette her gecikme gibi bu alandaki rötarın da bedeli ağır oldu. Yaklaşık 140 yıldır Türk bankacılık sektörü maceradan maceraya sürüklendi. 

1910'lu yıllarda İttihat ve Terakki'nin 'Milli İktisat' söyleminin desteklenmesi için kurulan bazı yerel bankalar, geçirdikleri evrim sonucunda 2000'li yılların ilk günlerinde tasfiye edildiler. Yine Cumhuriyet'in ilk yıllarında tarım sektörünün sanayiye dönüştürülmesi için kurulan Sümerbank, dünya bankacılık literatürüne bir bankanın sahibi tarafından nasıl soyulabileceğine ilişkin ayrıntılı teknikler armağan etti. Benzeri kaderi yer altı zenginliklerini ülke insanının refahına sunmak isteyen ve bu amaçla finansman yaratmaya çabalayan kamu orijinli bir başka banka da yaşamak zorunda kaldı. Türkiye eski muharip gazilerin Muhabank'ını da gördü, Romenler'in insanın aklına hoş çağrışımlar getirmeyen Banka Marmaroş Blank ve Şürekası'nı da... Bir zamanlar her kentte kurulan ve sonuna 'spor' ibaresi eklenen futbol takımları gibi bankalar da kurulmadı değil. 

Sonuçta Türkiye, kurallarını iyi belirlemediği, siyasetin finansmanına alet ettiği, popülizmin kaba araçları haline dönüştürdüğü sektörün faturasını 2001 yılında tüm toplumca ödemeye başladı. Bu kapak hazırlanırken görüş toplamaya çalıştığımız hiç bir banka sorularımızı yanıtlamadı. Yanıtlayan tek bankaya ise el konuldu. Bu bile, sektörün geleceği konusunda hemen hiç kimsenin kafasının net olmadığını ve kimsenin elini göstermek istemediğinin işaretiydi, "Kapak yazısı bitene kadar ülkede banka kalmayabilir, elimizi çabuk tutalım" esprileri arasında kaleme alınan bu yazı için Orsoy Girgiç'in yayınlanmayan bir haberinden ve AA'nın geniş şekilde yayımladığı sektör analizlerinden de yararlandık. Bu arkadaşlarımıza teşekkür ederken, kapak yazımızın sektörün geleceğinin netleşmesine katkıda bulunmasını diliyoruz:

Anneler kızlarını 1980'li yıllarda ihracatçı damatlara vermek istemişti. Çünkü o günlerde ihracat işinden çok para kazanılıyordu. 1990'ların başında yavaş yavaş tercihler değişmeye başladı. Anneler, kızlarına bankacı damat aramaya başladılar. Ama bu tatlı rüyanın da sonuna gelindi ve 2000'lerin başında yeni yeni meslek kategorileri araştırılmaya başlandı. Çünkü bankacılık da tıpkı ihracat gibi para kazanmanın kolay olmadığı ve işsizlik riskinin çok yükseldiği bir meslek olmaya başlamıştı. Anneler kızları için 2000-2010 dönemi için yeni ve karlı sektörlerin hangisi olduğunu araştıradursun, bankacılık sektörü nihayet kaderi ile yüzleşti. Yıllardır uzmanların ve sektörün ileri gelenlerinin söyleyip durduğu, tozlu gazete arşivleri arasında kalmaya mahkum gibi görünen korkulu ve kötü senaryolar bir bir yaşanmaya başladı.

Sektörde şu satırların yazıldığı Temmuz itibarıyla son 20 aydakilerle birlikte el konulan banka sayısı 18'e çıktı. Binlerce bankacı işsiz kaldı, önümüzdeki günlerde hapse atılabilecek banka sahibi sayısının 10'a kadar yükseleceğine ilişkin tahminler yapılıyor. Sektördeki banka sayısının bu hızla giderse 5 yıl sonra 5-6'ya düşeceğine ilişkin ayrıntılı analizler dile getiriliyor. Bu, sektördeki el koyma, (izin verilirse) iflas, birleşme, satın alma ve hatta lisansın iade edilmesi olaylarının yaşanabileceğinin en somut delili. 

Peki bu hale nasıl geldik? Bu basit sorunun basit bir yanıtı var: Aslında bu hale gelmemek için çırpındık ama başarılı olamadık. Bankacılık sektörünü gelecekte büyük sorunların beklediği 1990'ların ikinci yarısından itibaren konuşulmaya başlandı. Hatta 1995 yılında Bankalar Kanunu KHK şeklinde çıkarıldı ama dayandığı yetki kanunu iptal edilince sektör adeta boşluğa düştü. Bu boşluk aynı zamanda ülkenin siyasi zafiyet geçirdiği yıllara denk gelince sektördeki sorunlar büyüdükçe büyümeye başladı. Sektörün sorunları 1999'lara gelindiğinde o kadar artmıştı ki, Türkiye'ye destek veren yabancı kuruluşlar bu konuda bir yasa çıkarmanın kaçınılmaz olduğunu dile getirip verecekleri desteği buna endekslemeye başladılar.

2 yılda 8 yasa çıktı

Sonuçta aynı yılın Haziran ayında bir Bankalar Yasası çıkarıldı. Ancak yasa yabancı kuruluşlar tarafından beğenilmeyince, Aralık ayında daha sert bir yasa haline dönüştürüldü. Türkiye'nin finans sektörü konusundaki kaderi değişmemişti. Önce soygun ve talan geliyor, ardından ise bir 'tepki yasası' çıkarılarak toplum vicdanı rahatlatılmaya çalışılıyordu. Sektördeki düzenlemeler zinciri geçen aya kadar sürdü. Kamu bankalarının özelleştirilmesine ilişkin bir yasa, Emlak Bankasının Ziraat Bankası ile birleşmesine imkan veren bir başka yasa, banka birleşme ve devirlerine teşvik sağlayan birisi beğenilmemiş diğerinin kaderi meçhul 2 yasa ve sektördeki batık alacakların tahsiline açıklık getirmek amacıyla başka bir yasa daha çıkarıldı. 'Bankaların bankası' olması nedeniyle Merkez Bankasının yeni kanununu da bu kervana eklemek gerekiyor. Bu 8 yeni yasanın hemen hepsi 'tepki' içerikli olmalı ki, BDDK Başkanı Akçakoca bir demecinde "Aslında Bankalar Kanununu baştan sona değiştirmek lazım" deyiverdi. 

Bu noktada durup şu soruların cevabını aramakta fayda var: Türkiye'de iyi-kötü sektörün geleceğini belirleyecek bir mevzuat dizisi oluşturuldu ama bu kanunlar ve yönetmelikler tam olarak uygulanıyor mu? Yasaların uygulamasında hatalar var mı? Bu hatalar nereden kaynaklanıyor? Benzer sorunlar başka ülkelerde nasıl çözülmüş? Söz gelimi: BDDK'nın son 5 el koyma operasyonuyla Fon bankalarının ülkeye maliyeti 23-24 milyar doları buldu. Ancak bu maliyetin ne kadarının eski sahiplerinin kötü yönetimi ve suistimalleri, ne kadarının Fon'un yaptığı yanlışlıklardan kaynaklandığı bilinmiyor. Bilinmesine de imkan yok. Çünkü el konulduktan sonra uygulanan  'banka hastanesine yatırma' yani Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) bağlama formülü, at izini at izine karıştırmış. Öyleyse el konulur konulmaz kapatılsa bir çok maliyete katlanmak zorunda olunmayacağı biline biline, bu bankalar niye yaşatılmaya çalışıldı? Son krizle birlikte ülkede resmi işsizlik rakamları 600 bini, gayri resmi rakamlar ise 1 milyonu gösterirken, 20-25 bin bankacının işsiz kalması mı siyasetçileri korkuttu? Yoksa "Biz bu bankaları adam eder satarız, zararımızı da karşılarız" düşüncesi mi baskın çıktı? Öyle görünüyor ki her iki düşünce de bu hatalı davranışta rol oynadı. Sektörün geleceği konusunda kimsenin kafası net olmadığı için sektörü yeniden yapılandırmak da mümkün olmadı.

Batıklar nasıl tahsil edilecek?

Fon bankalarıyla ilgili bir başka sorun da batık kredilerin ne olacağı... Mevcut yasada bu alacakların 'kamu alacağı' sayılacağı Amme Alacakları Tahsili Usulü Hakkında Kanun'a göre değerlendirileceği karara bağlandı. Ancak vergi ve SSK primi gibi alacaklarını da aynı usule göre toplamaya çalışan devletin bu noktada ne kadar başarılı olacağı tartışmalı. BDDK'nın şimdiki başkanı Engin Akçakoca, sektörde oyuncu iken verdiği bir söyleşide bu alacakların toplanması için özel tahsilat bürolarının kurulmasını önermişti. Oysa görevi üstlendiği BDDK, bu konuda kendi bünyesinde bir Varlık Yönetim Birimi kurmuş durumda. Birimin fiilen Ağustos ayı içinde faaliyete geçmesi bekleniyor. Varlık Yönetim Biriminin göstereceği başarıyı bekleyip göreceğiz. BDDK'nın açıkladığı Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programına göre 31 Temmuz'a kadar bu birime 75 milyar liranın üzerindeki 2 bin 600 kötü kredi dosyası devredilecek. Bunların toplam değeri 7,5 katrilyon lira. Kurul Başkanı Akçakoca, düşünce doğrultusundaki tutarlılığı bu noktada da koruyor ve bir toplantıda "Bunların ne kadarının geri döneceğini tahmin edemiyorum. BDDK ile Fon aynı çatı altında. Bankacılık suçlarıyla ilgili konular Kurul'un enerjisini tüketiyor. Belki bunlar ayrı ayrı olsaydı BDDK'nın enerjisi, sektörün düzenlenmesi ve denetlenmesine yoğunlaştırılabilirdi" diyordu. Yani Akçakoca, BDDK'nın kuruluş ve işleyiş yapısındaki bir tersliğe de işaret ediyordu. 

Batığa dönüşmeden kurtar: Malezya Modeli

Oysa batık hale gelmeden, takipteki kredilerin nasıl rehabilite edileceğinin en ilginç örneklerinden birisi Malezya'da yaşandı. Türkiye'ye benzer sorunlar yaşayan Malezya'da iç ve dış talep düşüşü reel sektörü vurdu. Kredilerde hızlı yavaşlama ve takipteki kredilerde artış yaşandı. Bunun üzerine hükümetten bağımsız bir 'Kurumsal Borç Yeniden Yapılandırma Komitesi' oluşturuldu. Dokuz kişilik komitede bankacılar, şirket yönetimleri ve Maliye Bakanlığı temsil edildi. Komitenin sekretaryasını da Merkez Bankası üstlendi. Komite, batık olmayan ancak şirketlerin zora düşmesi nedeniyle takibe alınan kredilere yönelik başvuruları inceleyerek taraflar arasında uzlaşma platformu yarattı. Tarihte ilk örneği İngiltere'de görülen bu model, Malezya'nın dışında Tayland gibi bazı bölge ülkelerinde de benimsendi. Bu modelde, taraflar arasında mahkemeye gitmeden yapılan görüşmeler sonucunda, geçen yıl sonu itibarıyla toplam 22 milyar dolarlık alacağı kapsayan 75 özel sektör başvurusunu değerlendirdi. Bunlar arasında 11 milyar dolar tutarındaki 33 başvuru, oluşturulan ortak bir komite tarafından kabul edilerek bu krediler yeni koşullara ve yeni vadelere bağlandı.

Malezya'da krizle birlikte finansal sistemin aktif kalitesini hızla bozan takipteki alacakların bilanço dışına çıkarılarak ayıklanması amacıyla Maliye Bakanlığına bağlı 'Aktif  Yönetim Şirketi (Danaharta)' kuruldu. Düşük sermayeli bankaların yeniden sermayelendirilmeleri için de Merkez Bankasına bağlı 'Yeniden Sermayelendirme Şirketi ( Danamodal)' oluşturuldu. Danaharta, takipteki kredileri ayıklayarak banka bilançolarını rahatlattı. Devralınan sorunlu aktifleri de maksimum değerden tahsil etti. Danaharta, Haziran-2000'de 12,3 milyar dolarlık kötü aktifi sistemden ayırdı. Danamodal ise Haziran-1999'da yeniden sermayelendirme ihtiyacındaki 10 bankaya 1,6 milyar dolar sermaye aktardı. Böylece Ağustos-1998'de yüzde 9,8 olan risk ağırlıklı ortalama sermaye rasyosu Mayıs-1999'da yüzde 13,9'a yükseldi.

Malezya Modeli bize uyar mı? 

Ayrıca finansal sistemde birleşme ve devralmalar devlet tarafından teşvik edildi. Bu operasyonların mali yükünün hafifletilmesi için vergi avantajları ve teminatlar getirildi. 39 finansman şirketinin yüzde 70'i 6 ana şirkette, 54 bankadan da 50'si 10 grup içinde birleştirildi. 10 bankada yerli bankaların aktif büyüklüğünün yüzde 94'üne karşılık gelen bir hacim oluştu. Finans sektörü ve reel sektöre ilişkin yapısal düzenlemelerin ardından Malezya ekonomisi 1998'deki yüzde 7,4'lük daralmadan 1999'da yüzde 5,8, 2000'de ise yüzde 6,5 büyümeye geçti. 

Malezya'daki model BDDK Başkanı Akçakoca'nın düşüncesine yakın görünüyor ama tam olarak karşılamıyor. Akçakoca ve ona destek veren bazı akademisyenler ve bankacılara göre bu alacaklar, faktoring şirketlerine veya bu amaçla kurulacak şirketlere iskonto edilerek devredilebilir. Yani devlet 100 liralık alacağını, söz gelimi 50 liraya bu şirketlere devredebilir. Tahsilatı yapacak şirket ise bu oranı ne kadar yükseltirse karı o kadar artar. Ancak bu konuda yapılmış ayrıntılı bir araştırma mevcut değil. Türkiye'deki Borçlar, İcra-İflas vb. yasaların böyle bir sisteme ne kadar uygun olduğu net bir şekilde ortaya konulmamış durumda.

Banka sayısı tartışması

Sektördeki bir başka tartışma konusu da banka sayısı. Türkiye'deki banka sayısı fazla mı? Türkiye'de banka sayısı 1950 sonrasında büyük artışlar göstermiş. Uzun zaman 50-60 arasında seyreden banka sayısı 1990'lı yıllarda 70 sınırını geçmiş. 1999 yılında 81'e kadar çıkarak zirveye ulaşan banka sayısı önümüzdeki günlerde 60'ların altına kadar düşebilecek. Yani sektörden şu veya bu şekilde çıkış yapan banka sayısı son 2 yılda 12'ye ulaşmış. Bu sayının yakın gelecekte 20'yi geçmesi bekleniyor. Banka sayısının bu kadar çok olmasının geri planında bir çok sebep var. Kendi şirketlerini finanse etmek, devlete kaynak satmanın son 10 yılda artan cazibesi, yatırım bankacılığının geleceğine olan inanç gibi... Durum böyleyken gelecekte neler olabilir? Sektöre yön verecek en önemli isim olan BDDK Başkanı Akçakoca, bu sayının 5-6 büyük bankaya kadar düşeceğini söylüyor. Akçakoca, bunun dışındaki bankaların ise özsermayeleri güçlü ancak özellik arz eden işlerle uğraşacağını tahmin ediyor.

Sonuçta herkesin üzerinde birleştiği bir konu var ki bu kadar banka Türkiye'ye lüks. Türkiye'de 5-6 büyük mevduat, 15-20 tane de yerel veya yatırım bankacılığına yönelmiş olmak üzere 25-30 tane bankanın yeteceğine ilişkin bir kanı yaygın. Bankacılık sektörünün aktif büyüklüğü son krizle birlikte 115 milyar dolar düzeyine kadar düştü. Öyleyse banka başına ortalama aktif büyüklüğü 1,5-2 milyar dolar düzeyinde. Avrupa'da ise 1,5 milyar dolar şube büyüklüğü ortalamasına karşılık geliyor. Söz gelimi Batı Avrupa'daki en büyük 25 bankanın ortalama aktif büyüklüğü 1999 sonu itibarıyla 393 milyar dolar. Aynı dönemde Türkiye'deki en büyük bankanın aktif büyüklüğü 22,3 milyar dolar. Öyleyse AB'deki bankaların sermayelerinin Türkiye'nin en az 15 katı olduğunu söylemek mümkün. Türk bankalarının AB ile rekabet edebilmek için kendi aralarında birleşmeleri veya yabancı ortak bulmaları zorunlu.

Yabancılar 4 kat büyüyebilir

Peki verimsiz çalışan Türk bankalarının geleceği ne olacak? Bir yabancı banka egemenliği tehlikesi var mı? Bu konuda sektörü yakından izleyen uzmanlar, her şey yolunda giderse 5 yıl sonra sektörün aktif büyüklüğünün 500-600 milyar dolara ulaşabileceğini belirtiyorlar. Bu büyüklük içinde yabancıların yüzde 20 düzeyinde pay alabileceği tahmin ediliyor. Halen sektörde yabancıların payı yüzde 5-6 düzeyinde. Öyleyse sektörde yabancıların 4 kat büyüyeceğini söyleyebiliriz. Ancak bankacılık konusunda hala müşteri bağlılığı ve milli duygular önemli bir faktör. AB ülkelerinin herhangi birisinde kuruluş izni alan bir bankanın tüm AB ülkelerinde faaliyet göstermesine izin verilmiş olmasına rağmen, sektördeki bu müşteri psikolojisi aşılamamış. Yani Türkiye'de yakın gelecekte büyük bir yabancılaşma tehlikesi görünmüyor. Aksine yabancı bankaların, Türk bankalarını daha etkin rekabete zorlayacakları kabulü yapılıyor.

Kamu bankaları tartışması

Bankacılık sektörünü ele alıp da kamu bankaları sorununu tartışmamak olmaz. Türkiye'de 150 yıllık geçmişe sahip kamu bankaları var. Çıkarılan yasa ile kamu mevduat bankası sayısı üçe düştü: Ziraat, Halk  ve Vakıflar Bankası. Ama bu bankaların geleceğine ilişkin planlar burada bitmiyor. Amaç bu bankaları 2003 sonuna kadar özelleştirmek. Özelleştirelim demek kolay ama yapmak çok zor. Çünkü bu bankaların üçü sektörün neredeyse yarısını oluşturuyor. Yani 50-60 milyar dolarlık bir büyüklüğü söz konusu ediyoruz. Türkiye'nin son 15 yıldaki özelleştirmeleri toplamı 8-9 milyar doları geçemedi. Öyleyse bu bankaları çok dikkatli şekilde özelleştirmeye hazırlamak zorunlu. 

BDDK Başkanı Akçakoca "Kamunun bankacılık yapmaması gerektiğini düşünüyorum" diyor ama kamu bankalarının Türkiye gibi büyük ve nüfusu kalabalık bir ülkede üstlendiği sosyal sorumluluklar da var. Emekli maaşı ödemekten Merkez Bankası vekilliğine kadar geniş bir yelpazedeki görevlerin yeni bir tanıma ve sisteme oturtulması zorunlu. Üstelik kamu bankalarının kredi kullandırdığı çiftçiler ve KOBİ'lerin şu anda ve yakın gelecekte özel bankalar için cazip iş alanları olması pek beklenmiyor. Çünkü tarım sektörü ve KOBİ'ler henüz yapısal dönüşümünü tamamlamamış. O zaman bu bankaların içinden bir 'Tarım İhtisas Bankası' ve 'KOBİ Destek Bankası' çıkarılmasının oturulup uzun uzun tartışılması gerekiyor. Bu yapılmazsa ne olur? Sektörde ihtisas kredisi verme alışkanlığı giderek körelebilir ve bu reel ekonomide ciddi sorunlara yol açabilir. En yeni verilere göre 2001'in ilk çeyreğinde özel sektör bankalarının toplam ihtisas kredileri sadece 60 trilyon lira düzeyinde kaldı. Bunun 17,4 trilyon lirası tarımsal kredi, 26,4 trilyon lirası da gayrimenkul kredisini içerdi. Aynı dönemde kamu bankaları ise 4 katrilyon 760 trilyon liralık ihtisas kredisi açtı. Bunun 3 katrilyon 281 trilyon lirası tarımsal krediler, 571 trilyon lirası gayrimenkul kredisini kapsadı. Bu rakamlar tabloyu yeterince netleştiriyor.

Mevduatımız garantide mi?

Sektörün sokaktaki vatandaşı ilgilendiren en önemli sorunu ise mevduat garantisi. Bu konuda son durum nedir, kimse pek bilmiyor. Mevduatlarımızın garanti altında olup olmadığının karmaşık bir cevabı var. Türkiye'de halen mevduatların 50 milyar liralık bölümü garanti altında. Ancak çelişki, kötü yönetilen veya yağmalanan bir bankanın TMSF'ye alınmasıyla başlıyor. Çünkü bu durumda mevduatın tamamı garanti altına giriyor. Ancak Fon bankaları dışındaki yerlerde hesabı bulunan vatandaşların mevduatının 50 milyar liralık garantisi bulunuyor. BDDK yetkilileri, garanti konusunda bir karmaşa yaşandığını kabul ediyorlar ve "50 milyar liralık garanti banka iflas veya tasfiye prosedürüne dahil edildiğinde geçerli olur. Ama sektörde şu anda böyle bir politika izlenmiyor. Zor duruma düşen bankaya el konuluyor. Dolayısıyla 50 milyarlık garanti var mı, yok mu diye tartışmak anlamsız" diye konuşuyorlar. Peki bu karmaşa ve çelişki böyle sürüp gidecek mi? Banka iflas ve tasfiye prosedürlerine ilişkin alt yapı oluşturulduktan sonra garantinin AB normlarına getirilmesi gerekiyor. AB'de garanti şu anda 20 bin euro (Yaklaşık 20 milyar TL)  düzeyinde uygulanıyor.

Günümüzde modern bir ülke bankacılık sektörü olmadan düşünülemez. Bankalar, tasarruf sahiplerinden aldığı kaynakları reel ekonomiye aktaran kurumlardır. Bankalar öyle bir noktadadır ki, ne tasarruf sahibinin parasını tehlikeye atar ne de kredi talep edenlerin iş dünyasındaki geleceğini... Türkiye'nin bu hassas ve nazik sektörü, yeniden canlandırıp ülke ekonomisine adapte etmesi gerekiyor.

--------------

BDDK Başkanı Engin AKÇAKOCA:

"Sektörde 5-6 Büyük Banka Kalacak"

Deneyimli bankacı Engin Akçakoca uzun yıllardır İstanbul'da çalıştıktan sonra BDDK Başkanı oldu ve masanın karşı tarafına geçerek Ankara'ya geldi. Akçakoca, yaptığımız röportajda sorularımızı büyük bir açık yüreklilikle yanıtladı. Sektörün geleceğine yön verecek en önemli kurumun başkanı Akçakoca'nın sözleri önümüzdeki yıllarda sektörün taşınmak istediği nokta hakkında ilk ipuçlarını verdi: 

Ekonom: Bankacılık sektörünün 2001 yılı itibarıyla en önemli 5 sorunu nedir? Bunlara önerdiğiniz çözümler nelerdir?

Akçakoca: Bankacılık sektörünün en önemli sorunu kendisini çevreleyen makro ekonomik ortamdaki istikrarsızlıktır. Makro ekonomik istikrarsızlık belirsizliği artırarak, geleceğe yönelik bekleyişleri olumsuz etkilemekte ve sektörde kısa vadeli bir bakış açısını hakim kılmaktadır. Uygulanan programın başarıya ulaşması ile bankacılık sektöründeki bekleyişlerin de olumlu etkilenerek belirsizliğin azalması ve bankaların temel fonksiyonları olan aracılık hizmetlerini artan etkinlikte yerine getirmeleri mümkün olacaktır. 

Bankacılık sektörünün yapısal sorunlarından bir diğeri özkaynak yetersizliğidir. Şubat ayında yaşanan devalüasyon bu sorunun daha da derinleşmesine neden olmuştur. Bankacılık sektöründeki özkaynak yetersizliğini genel sermaye birikiminde yaşanan aksamalardan soyutlamak mümkün değildir. Özkaynak problemini bugünden yarına çözüme kavuşturmak da olası görünmemektedir. Sorunun çözülmesi için ya hakim ortağın taze para koyması, ya yerli/yabancı yeni ortak bulunması ya da birleşilmesi gerekmektedir. Bunu kolaylaştırmak amacıyla banka ve iştiraklerinin devir, bölünme ve birleşmeleri ile gayrimenkul ve iştirak hisselerinin satılarak sermayeye ilave edilmesini kolaylaştırıcı yasal alt yapı çalışmaları tamamlanmıştır.

Bankacılık sektörünün içinde yaşadığı sorunlardan bir diğeri risk algılama ve yönetim sistemlerinin yeterince gelişmemiş olmasıdır. Bankaların karşılaştıkları risklerin izlenmesini ve kontrolünü sağlamak üzere kuracakları iç denetim sistemleri ile risk yönetim sistemlerine ilişkin esas ve usullerin belirlendiği yönetmelik, 1 Ocak 2022 tarihinden itibaren bu eksikliği büyük ölçüde gidecektir. 

Bankacılık sektörünün yeterince etkin çalışamamasındaki etmenlerden bir diğeri kamu ve fon bankalarının sistem üzerinde bugüne kadar yarattığı bozucu etkilerdir. Kamu kontrolündeki bankalarda yaşanan yeniden yapılandırma sürecinin sonuçlanması ile sektördeki etkinlik ve rekabet ortamı olumlu etkilenecektir.

Sektörde grup bankacılığının yaygın olması nedeniyle yaşanan kredi riski yoğunlaşması, donuk kredi ve karşılıklar arasındaki uyumsuzluk, duran varlıkların bilanço içerisindeki payının yüksekliği ve aktif-pasif vade uyumsuzluğu gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan zayıf aktif kalitesi bankacılık sektörünün üzerinde çözüm üretilmesi gereken diğer sorunudur. Kredi tanımının genişletilmesi, bankaların gerçek ya da tüzel kişilere açacağı doğrudan veya dolaylı kredilerin sınırlandırılması, bankaların mali olmayan iştiraklerine üst limit getirilmesi, piyasa risklerinin konsolide bazda dikkate alınması, özel kredi karşılıklarının tamamının gider sayılması konusuna açıklık kazandırılması, repo işlemlerinin bilanço içerisine alınması bu alandaki zayıflığı gidermeye yönelik düzenlemelerimizdir. Ayrıca sektörde yaşanan vade uyumsuzluğunun giderilmesine yardımcı olmak üzere mali yükümlülüklerin vadeye göre belirlenmesi çalışmaları sürdürülmektedir.

Ekonom: 2002 yılı başında uygulamaya girecek olan Bankaların İç Denetim ve Risk Sistemleri Hakkında Yönetmelik'le ilgili sektörün hazırlıklarını nasıl takip ediyorsunuz? Bu konudaki tebliğde bir değişiklik veya erteleme söz konusu olabilir mi?

Akçakoca: 8 Şubat 2021 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 'Bankaların İç Denetim ve Risk Yönetim Sistemleri Hakkında  Yönetmelik' ile bankaların, bünyelerinde faaliyetlerinin kapsamı ve yapısıyla uyumlu, değişen koşullara cevap verebilecek nitelik, yeterlilik ve etkinlikte uygun bir iç denetim ve risk yönetim sistemi kurmaları, idame ettirmeleri ve geliştirmeleri zorunlu kılınmış olup, söz konusu yönetmelikte bir değişiklik ya da erteleme söz konusu değildir.

Yönetmelik'in bildirim yükümlülüğüne ilişkin olarak 45/b maddesinde yer alan hükümde "Bankalar 1.7.2001 tarihinden başlamak ve konsolide bazda olmak üzere, iç denetim ve risk yönetim teşkilatlarının durumunu ve söz konusu teşkilattaki organizasyon değişikliklerini üçer aylık dönem sonlarında Kurum'a bildirirler" ifadesi yer almaktadır. Buna göre bankaların iç denetim ve risk yönetim sistemleri tesis etme faaliyetlerinde hangi aşamada oldukları ve nasıl bir kurumsal yapılanma içine girdikleri dönemler itibarıyla takip edilecektir. Bunların dışında BDDK yetkilileri yönetmelik yayınlanmadan önce bir kez İstanbul'da, yayınlandıktan sonra bir kez de Ankara'da olmak üzere sektör temsilcileri ile bir araya gelmiş ve yönetmelikle ilgili hususlarda görüş alışverişinde bulunmuşlardır. Ayrıca söz konusu yönetmelikle ilgili olarak internet üzerinden e-mail soru ve danışma hattı oluşturulmuştur. Diğer taraftan Bankalar Birliği nezdinde bu konuda faaliyet göstermek üzere sürekli bir çalışma grubu da oluşturulmuştur.

Ekonom: 2005-2006 yıllarında bankacılık sektörünün genel görünümü nasıl olabilir? Sektörün geneliyle ilgili rakamsal hedeflerde (aktif büyüklüğü, krediler, mevduat gibi) öngörünüz var mı?

Akçakoca: 2005-2006 yıllarında sektörde çok büyük 5-6 bankanın yer almasını ve sektörün toplam aktif büyüklüğünün 500-600 milyar dolar civarında oluşmasını bekliyorum. Bunun dışında kalan bankaların küçük veya orta büyüklükte olsun fark etmez, özvarlıklarının çok güçlü olacağını ve bunların çoğunluğunun da özellik arz eden işlerde yoğunlaşacağını tahmin etmekteyim.

Ekonom: Tam üyeliğe hazırlandığımız AB'deki bankacılık sektörünün Türk bankacılık sektörü ile kıyaslamasını yapar mısınız? Sektörün AB ile rekabet edebilmesi için ne düzeye gelmesi gerekir?

Akçakoca: Türk bankacılık mevzuatı büyük ölçüde AB ile uyumludur. Yapısal özellikler açısından karşılaştırıldığında ise bankalarımızın göreli olarak küçük ölçekli oldukları görülmektedir. Batı Avrupa'daki en büyük 25 bankanın ortalama aktif büyüklüğü 1999 yılı sonu itibarıyla 393 milyar dolar iken, aynı dönemde en büyük Türk bankasının aktif büyüklüğü 22,3 milyar dolardır. Bu açıdan AB ile uygun bir rekabet ortamının sağlanabilmesi, ölçek ekonomisi açısından aktif büyüklüğü 100 milyar doları bulan bankaların da yer aldığı bir bankacılık sektörüne sahip olmakla mümkün olacaktır. AB ile rekabet edebilmek için Türk bankacılık sektörünün özkaynak yetersizliği sorununun da aşılması gerekmektedir. Batı Avrupa'daki en büyük 25 bankanın ortalama ana sermaye büyüklüğü 1999 yıl sonu itibarıyla 14,5 milyar dolar iken aynı dönemde en büyük Türk bankasının ana sermaye büyüklüğü 464 milyon dolar seviyesindedir. 

Diğer önemli bir nokta, Türk bankacılık sektöründe kamunun ağırlığıdır. 2000 yılı sonu itibarıyla Türk bankacılık sektörünün aktif büyüklüğü açısından yüzde 46'sı kamu tarafından kontrol edilmektedir. Söz konusu oran AB'ye üyeliği hedefleyen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin sahip olduğu yüzde 27'lik ortalama ile karşılaştırıldığında hayli yüksektir. Bankacılık sektörünün mali ve operasyonel açıdan iyileştirilerek karlılığının artırılması AB ile rekabet açısından önemli konulardan bir diğeridir. Bu amaçla yakın dönemde yaşanan krizler ile artmış bulunan tahsili gecikmiş alacaklar oranının yüzde 5-6 gibi makul seviyelere indirilmesi ve faiz marjlarında artan rekabete bağlı olarak ortaya çıkacak daralmanın hizmet çeşitliliğindeki genişleme ve faiz dışı gelirlerdeki artış ile telafi edilmesi gerekmektedir. AB genelinde bankaların faiz dışı gelirlerinin toplam gelirleri içerisindeki payı yüzde 40'ın üzerinde iken Türkiye'de alınan ücret ve komisyonların toplam gelir içerisindeki payı yüzde 6 seviyesindedir. Dolayısıyla Türk bankalarının finansal aracılık dışında kalan bankacılık hizmetlerine yönelmeleri gerekmektedir. 

Ekonom: Bankacılık sektörünün geleceğinde yabancıların ne kadar rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

Akçakoca: Yabancıların bankacılık sektöründe çok önemli ve büyük rol oynayacağını düşünüyorum. Ve de şu andaki durumda sektöre sermaye girişinin önemli kapılarından birinin yabancılar olduğu bir gerçek. Bu nedenle 5-6 bankanın 2 veya 3'ünde büyük yabancı banka ortaklığının bulunmasına şaşmamak gerekir. Hatta ve hatta teşvik edilmeli diye düşünüyorum. Yabancı banka faaliyetlerinin daha ziyade Türk bankaları ile ortaklık şeklinde ortaya çıkacağını düşünmekteyim.

Ekonom: Bankacılık sektöründe geçmişten bu yana devam eden özkaynak problemi nasıl çözülebilir? 

Akçakoca: Sektörün özkaynak problemi çözümü için hakim ortakların taze sermaye koymaları veya bankaların yabancı ortak bulması veya bankaların yeni çıkartılan vergi teşviklerinden de yararlanarak birbirlerini devralmaları veya birleşmeleri şart olarak önümüzde durmaktadır. Özellikle birleşme hususunda bankalarımıza ve hakim ortaklarına hiç bir büyüklük kompleksine kapılmadan böyle bir sonuca ulaşmak amacı ile bir an önce bir araya gelmelerini önerir ve birleşme sonucunda oluşacak bankaya yurt dışından talebin daha fazla olacağına dikkat çekmek isterim.

Ekonom: BIS'in üzerinde çalıştığı "Yeni Sermaye Uyumu" kurallarının 2004 yılından itibaren uygulanmaya başlaması planlanıyor. Bu kurallar Türk bankacılık sektörünü genel ve bankalar özelinde ne yönde etkileyebilir?

Akçakoca: Yeni sermaye yeterliliği mutabakatı beraberinde oldukça teknik ve detaylı uygulamaları ve yaptırımları getirmektedir. Bu sistemin getireceği süreçte bankalar için etkin, güçlü ve bağımsız risk yönetimi ve iç kontrol sistemi anlayışının oluşturulması yönünde mesafe alan denetim otoriteleri ve bankacılık sistemleri daha kısa sürede ve daha yüksek bir etkinlikte yeni uygulamalara geçebileceklerdir. Bu bakımdan yeni mutabakat sadece bir düzenleme değil, aynı zamanda bir çok risk yönetimi tekniğini sıralayan ve izah eden güçlü bir uygulama kılavuzu niteliğindedir. Diğer önemli olan husus, güçlü ve iyi bir organizasyonel yönetişim uygulaması bulunan bankalar böyle bir sistem için daha iyi bir alt yapıya sahip olacaklardır.

Konuya ülkemiz bankaları açısından bakıldığında, durum net olmamakla birlikte bazı ilave yükümlülükleri de beraberinde getirecektir. Öncelikle dış kredilendirme ve dış derecelendirme kuruluşlarının vermiş oldukları mevcut notlar nedeniyle ilave sermaye gereksinimi oldukça yükselecektir. Bunlarla beraber dış kaynak temini daha da pahalılaşacaktır. Bu kredi derecelendirme kuruluşlarının olumsuz etkisinden kısmen korunmak için ülke içinde yerel, dış kredi değerlendirme/derecelendirme kuruluşlarının bir an önce tesisi ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde bir dış derecelendirme mekanizması oluşturulması çalışmalarına 2-3 yıllık bir proje çalışması şeklinde hızla geçilmelidir. Burada önemli olan husus, ulusal denetim otoritesinin bu kuruluşları tanıma kriteri kriterlerini oluşturma ve kullanma imkanıdır. Diğer önemli konu ise bu dış derecelendirme kuruluşlarının ulusal denetim otoritelerince sürekli izlenmesi ve saptanan kriterlere uyumlarının kontrol edilmesidir.

Diğer yandan ülkemizin en önemli avantajı bu uygulamadan daha önce iç kontrol ve risk yönetimi oluşturulmasına yönelik düzenlemelerin yürürlüğe konulmuş olmasıdır. Bu bakımdan bir çok yükselen ve gelişen ülkenin önünde olduğumuz açıktır. Kanımızca bu durum bankalarımızın yeni sisteme daha hızlı ve etkin olarak intibaklarını sağlayabilecektir. Ancak uygulama genel haliyle bir çok ülke bankası ve denetim otoritesi için ilave kaynak kullanılmasını ve eğitimi gerektirmektedir. Gelişmiş düzeydeki bu uygulama pahalı bir sistemi beraberinde getirecektir. Bankaların ve denetim otoritelerinin daha gelişmiş bilgi teknolojileri kullanmaları gerekmektir.

Ekonom: BDDK'nın yapısı ve çalışma sistemi ile sektörle diyaloğunu yeterli buluyor musunuz?

Akçakoca: BDDK'nın son derece yetenekli ve deneyimli elemanlardan oluşan ve sektörle yakın ilişki içinde bulunan bir organigramı var. Amacımız tüm bankalarımızın rapor, vaziyet ve bilgilerinin on-line, real-time ortamında BDDK sistemine bağlı olması ve denetimin gerektiğinde telefon ile yapılabilmesini sağlayacak bir düzene ulaşmaktır. Başta Bankalar Yeminli Murakıpları olmak üzere BDDK içindeki muhtelif birimlerin katılımları ile her banka için ayrı bir çalışma grubu oluşturarak gözetim fonksiyonuna bir renk katmak istiyoruz.

Ekonom: Kamu bankalarının sektördeki misyonu bitmiş midir? Bitmemişse nereye kadar sürmelidir?

Akçakoca: Kamunun bankacılık yapmaması gerektiğini düşünüyorum.

‐--------------‐------------

Prof. Dr. Nahit TÖRE: 

"Bankacılık Sektörü Ciddi Hasta"

Türk bankacılık sektörü, son 10 yılı sırtını devlete yaslayarak geçirince dünyadaki büyük dönüşüm çabalarını es geçti. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi bünyesindeki Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürlüğünü yapan Prof. Dr. Nahit Töre ile dünya ve Avrupa bankacılığının geçirdiği dönüşümleri ve Türkiye'nin buna nasıl ayak uydurabileceğini konuştuk:

Ekonom: Küreselleşme dünya bankacılığını nasıl etkiledi?

Töre: Dünya bankacılığı küreselleşmenin etkisi altında ve küreselleşmenin çeşitli yararlarını ve sakıncalarını birlikte yaşıyor. Küreselleşme, dünya ticaretinin serbestleşmesi anlamına geliyor ama mal ve hizmet ticareti yanında günümüzde sermaye de büyük ölçüde ülkeler arasında serbest dolaşmaya başladı. Dolayısıyla liberalizasyon, dünya bankacılığının önüne yeni fırsatlar çıkardı ama beraberinde bazı sorunlar da getirdi. Diğer sektörlerde olduğu gibi bankacılık sektöründe de küresel ölçüde rekabet arttı. Küreselleşmenin getirdiği ve adına 'deregülasyon' dediğimiz kuralların kaldırılması veya gevşetilmesi olgusu bankacılık alanında da kendini hissettirdi.

Ekonom: Nasıl?

Töre: Bankalar eskiden kendi başlarına top oynarken, şimdi yeni rakipler karşılarına çıkmakta. Yani saha giderek kalabalıklaşmakta. Bankaların yeni rakipleri arasında sigorta şirketleri, yatırım fonları, emekli sandıkları gibi halktan para toplayan, para toplamasa da çeşitli kesimlere kredi açabilen kuruluşlar yer aldığı gibi örneğin İngiltere gibi bir ülkede bile inşaat şirketleri görülebiliyor. Bu ülkede inşaat şirketleri, bir ölçüde bankacılık yapmakta. Bütün bu gelişmeler sonucu artan rekabet, bankaları çeşitli sorunlarla karşı karşıya getirdi. Bunların en başında bankaların karlarının giderek azalması olgusu var. Karın azalması bir yerde işlem hacminin düşmesine değil, fakat bankaların geleneksel gelir kaynağı olan faiz oranlarının gerilemesine bağlanabilecek bir gelişme. Özellikle gelişmiş ülkelerden başlayan bir trendle günümüzde faiz oranları büyük ölçüde düşüyor. Burada hem nominal hem de reel faizlerden söz etmek mümkün. Bu düşüş bankaları geleneksel gelirlerinden giderek mahrum ediyor. Bankalar faiz gelirlerinin yerine koyacak alternatif gelir kaynakları, ücret çeşitleri aramaya başladılar. Yine bu çabalar çerçevesinde hizmetlerini çeşitlendirdiklerini görmekteyiz. Bankalar artık sadece mevduat toplayan ve kredi açan kuruluşlar görünümünde değildir. Müşterilerine çok çeşitli hizmetler sunabilmenin ve gelir kaynaklarını çeşitlendirerek artırabilmenin çabası içine girmişlerdir.

Ekonom: Küresel rekabetle beraber birleşme eğilimleri de arttı değil mi?

Töre: Bankalar küresel rekabetin getirdiği olanaklardan yararlanarak kurulu bulundukları ülkeler dışına taşarak oralarda da oyun oynama ve para kazanma çabası içine giriyorlar. Özellikle toptan bankacılık alanında küresel rekabetin giderek arttığını görmekteyiz. Küresel rekabetle baş etmek kolay bir iş değil. Bunun için bankaların bünyelerinin güçlendirilmesi gerekir. Bankalar bu işi özkaynaklarını artırarak yaptıkları gibi, birbirleriyle birleşerek devralarak yapmaya başlamışlardır. Özellikle ABD'den başlayan ve AB'ye yayılan bu süreçte, çok sayıda banka birleşme veya devralmalarının yaşandığını görüyoruz. Bu, Türkiye'de yeni yeni adından söz edilmeye başlanan ve ilk örneklerine rastlanan bir gelişme. Dünyada aşağı-yukarı 10-15 yıldır devam eden bir süreç. Süreç sonunda gerek ABD'de gerekse AB ülkelerinde son yıllarda banka sayısının belirgin ölçüde azaldığını görüyoruz. Banka sayısı azalırken belki personel sayısında buna paralel düşüşler olmuyor. Sayıdaki azalma bankaların kapanmasının değil de, birleşmelerinden veya bir bankanın diğerlerini devralmasından kaynaklanıyor.

Ekonom: AB bankacılığı bizi daha yakından ilgilendiriyor. AB bankacılığında neler oluyor?

Töre: AB malların, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin dolaşımını gerçekleştirmek amacıyla bundan 50 yıl önce başlatılmış bir entegrasyon hareketi. Bugüne kadar pek çok alanda gerçekleştirdiği başarılar var. Özellikle 1985 yılında başlatılan ve büyük ölçüde 1992'de sona eren Tek Pazar çalışmaları çerçevesinde hizmetlerin ve onun içinde alt bölüm olan mali hizmetlerin serbest dolaşımı konusunda bir çok direktif ve tüzük çıkarıldığını görmekteyiz. AB ülkeleri arasında bankacılık alanında 'tek bankacılık pasaportu'nun artık oluştuğunu söylemek mümkün. Bunun anlamı şu: AB ülkelerinin birisinde kurulmuş olan bir kredi kuruluşu ki -Avrupalılar banka yerine kredi kuruluşu deyimini tercih ediyorlar- başkaca bir izne gerek olmaksızın AB üyesi ülkelerin bütününde bankacılık hizmetlerini, ister şube açarak ister şube açmadan, oradaki mevcut bankaların teşkilatlarından yararlanarak serbestçe verebilir.

Tek pasaport kapsamında bir bankanın Avrupa'nın tümünde bankacılık hizmeti sunabilmesi için herhangi bir üye devletten kuruluş izni almış olması yeterli. Bu bankanın AB vatandaşlarına veya yabancılara ait olması o kadar önemli değil. Üçüncü ülke vatandaşları da AB topraklarında böyle bir banka kurduklarında, örneğin Fransa'da izin aldıklarında bu banka AB bankası sayılmakta. Bunun bizim açımızdan da örnekleri var. Örneğin Ziraat Bankasının Almanya'daki yavru kuruluşu bir AB bankası olduğu için tüm AB üyesi ülkelerde serbestçe şube açabilir, şube açmadan hizmet sunabilir.

Ekonom: Tek pasaport AB bankacılık sektörünü nasıl etkiledi?

Töre: Tek pasaport kolaylığının getirilmiş olmasına karşın, AB bankalarının uygulamada bunu kullandıklarını söylemek zor. Bunun çok çeşitli sebepleri var: Piyasa yapıları, oligopolcü yapılar, müşteri bağlılığı gibi... Fakat hem küresel hem de birlik içi rekabetin AB bankacılığını da yakından etkilediğini söyleyebiliriz. Şöyle ki: Bugün AB üyesi ülkelerde bankalar arası birleşme ve devralma faaliyetleri hayli yoğunlaştı. Bu küresel trendi AB'de de fazlasıyla görmek mümkün. Fakat bugüne kadar görülen bir başka şey de bu birleşme ve devralmaların daha çok aynı üye devlet sınırları içindeki bankalar arasında cereyan etmesi. Ama giderek toptan piyasalardan başlayan rekabetin Birlik düzeyine yayıldığını ve yayılacağını da söylemek mümkün. Perakende bankacılık piyasası ise büyük ölçüde ulusal. Ama bu süratle değişecek ve AB bankaları bu tek pasaportun kendilerine verdiği olanaklardan fazlasıyla yararlanacaklar. Anlaşarak, birleşerek, başka bankaları devralarak, bankacılık ve sigortacılık hizmetlerinin beraber verilmesi yönlerini geliştirerek bu küresel ve bölgesel rekabet ortamında ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Ekonom: AB, gelecek yılbaşında Euro'ya fiziki dolaşım anlamında da geçecek. Bu, sektörü nasıl etkileyebilir? 

Töre: Euro'nun AB bankacılığı üstündeki etkileri çeşitli açılardan incelenebilir. Bunların bazıları olumlu, bazıları olumsuz görülebilir. Örneğin halen 12 üye devlette Euro tek resmi para birimidir. Önümüzdeki yılbaşından itibaren bu birim, banknot ve ufaklık para olarak da fiilen tedavül etmeye başlayacak. Aşağı yukarı Ocak veya Şubat aylarında eski ve ulusal paralar tümüyle tedavülden çekilmiş olacak. Bir defa bankacılık üzerindeki ilk etkilerinden birisi şu: Bankalar bu paraları birbirine çevirerek sağladığı bir takım komisyon ve kazançlardan mahrum olacaklardır. Bu, bankalar açısından önemli bir takım karlara varabilen bir kazanç kaybı oluyor. Bunu diğer açılardan telafi edebilirler mi sorusu gündeme gelebilir. Diğer bir alan da bu bankaların Euro'ya geçiş için hazırlanmak ve alt yapı kurmak için yapmak zorunda oldukları giderlerle ilgili. Bunun bir kısmını ilk kez Euro'ya geçildiği 1999 başında sağladılar. Personel eğitimi, bilgisayar programlarının değiştirilmesi gibi...

Ekonom: Euro'ya geçiş sektörün genel yapısını etkileyebilir mi?

Töre: Euro'nun getireceği avantajlar bundan böyle AB bankalarını yakından ilgilendirecek gibi geliyor bana. Bu avantajlar, özellikle Euro ile birlikte daha bütünleşmiş ve gelişmiş ve derinliği artmış hale gelmesi beklenen Avrupa sermaye piyasalarında bankaların karşısına çıkacak gibi görünüyor. Avrupa'da Euro ile birlikte şirket kültürlerinde değişiklik olması bekleniyor. Bunu şöyle açıklamak mümkün: ABD'de bir şirket ek finansman kaynaklarına ihtiyaç duyduğunda o şirketin ilk gideceği yer banka değildir, sermaye piyasasıdır. Hisse senedi, tahvil veya diğer borçlanma yollarını seçer ve halktan daha ucuz kaynak sağlar. AB'de ise geleneksel olarak bunun tersi bir durum söz konusu. Avrupa'da bir şirket borçlanmak istediğinde bankasının kapısını çalar. Şimdi sermaye piyasalarındaki gelişmeye bağlı olarak, Avrupa'da da şirketlerin daha çok birinci yola girecekleri yani Amerikan şirketlerinin yolunu izleyecekleri bekleniyor. Burada bankalar hisse senedi ve tahvil ihraçlarına aracılık ederek, şirketlere birleşme ve devralma konularında danışmanlık hizmetleri vererek yeni bir takım kazanç olanaklarına kavuşacaklar gibi görünüyor. Bu tabii yatırım bankacılığı alanına giren bir faaliyettir. AB içinde bulunan bankalar da bundan böyle yatırım bankacılığına yönelebildikleri ölçüde Euro'nun getireceği bu yararlardan istifade edebilirler.

Ekonom: Türkiye'yi yakından ilgilendiren dünya ve Avrupa bankacılığında iç içe geçiş süreçleri söz konusu. Türk bankacılık sektörü, geleceği için ne yapabilir?

Töre: Galiba asıl sorun burada. Türk bankacılığının kendi iç sorunları olmasaydı bu küresel rekabetle nasıl baş edebileceğini oturup tartışabilirdik. Ama bankacılığın çok ciddi sorunları var. Bunların bir kısmı yapısal, bir kısmı yasal, bir kısmı konjonktürel sayılabilir. Türkiye'de 70'in üzerinde banka var. Amerikan veya Japon bankaları, bazı büyük AB bankaları ile karşılaştırdığınızda bile sektör içinde faaliyet gösteren bankaların ne kadar cılız olduğunu görürsünüz. Söz gelişi Avrupa'nın en büyük bankası konumunda bulunan Deutsche Bank'ın aktifleri toplamı yaklaşık 850 milyar dolar civarında. Bankalar Birliğinin 'Bankalarımız 2000' yayınına baktığımızda ise bizde faaliyet gösteren 79 bankanın aktifleri toplamı 104 katrilyondur. Bugünkü kurdan dolara çevirirseniz 80 milyar dolar eder. 79 bankanın aktifleri toplamı, tek başına Deutsche Bank'ın aktifleri toplamının onda birinden daha az. Çok küçük ölçeklerle bankalarımızın Avrupa ve dünya bankaları ile rekabet etmesi çok zor görünüyor bugün itibarıyla. Rekabet sadece ölçekle de bitmiyor. Eğitimli personel, teknolojik donatım vb. gibi bir çok alanda bankalarımızın geri olduğunu kabul etmek gerekir. 

Bankalarımız bu yapısal sorunların ötesinde ciddi bir takım konjonktürel sorunlarla baş başa. Dileyelim ki bunları çözmeye çalışırken bankalarımız aynı zamanda küresel rekabete de hazırlansınlar. Bunun yollarından biri, bu cılız yapıları sürdürme yerine bankaları birleşmeye veya devralmaya özendirerek bünyelerini kuvvetlendirmeleri, bunun yanında özkaynaklarını takviye etmeleri gerekir. Bu sektörde küresel rekabet karşısında karşımıza çıkan sorunlar, diğer sektörler örneğin otomotiv veya tekstil sektöründeki sorunlardan çok daha ağır, büyük boyutlu ve çözülmesi daha güç. Ama bankasız ekonomi de olmayacağına göre, bankalarımızı bir an önce sağlıklarına kavuşturmak zorundayız. Bunu yapmazsak ne olur? Yabancılar Türkiye'de bankacılık yaparlar. Bunun bazı yararları da olabilir ama sakıncaları üzerinde çok ciddi düşünmek gerekir. Bir ulusal bankacılık sektörüne mutlaka sahip olmamız gerek. Bu tabi dışa kapalı bir sistem anlamına gelmiyor. Aksine rekabete açık, dünya bankalarının üretebildiği ürünleri ve hizmetleri, dünya fiyatlarından üretebilen, müşterilerine sunabilen, reel sektöre hizmet edebilen bir bankacılık sistemine ihtiyacımız var.

Ekonom: İşe nereden başlamak gerekir?

Töre: TMSF'deki bankalardan bir an önce kurtulmak lazım. İlk önce yapılması gereken şey bu. Ondan sonra mevcut daha sağlıklı bankalarımızı hem birbirleriyle birleşmeye hem de mümkünse yabancı ortak bulmaya teşvik etmek gerekiyor. Zaten büyük ölçüde açık ama sektörü yabancıların rekabetine daha fazla açmak gerekir. Varsa diğer engelleri ortadan kaldırmak gerekir. Personel eğitimine, modern teknolojiyi kullanmaya önem vermek gerekir. Yapacak çok iş var ve bunlara hemen de başlamak gerekir. Bankacılık sektörü ciddi şekilde hasta. Bu hasta sektörle Türk ekonomisini, özellikle reel sektörü bir yerden bir yere götürmek benim anladığım kadarıyla mümkün değil. İşe bankalarımızdan başlamak mecburiyetindeyiz. Sorunlar halledilebilir mi? Örneğin İtalya'da da bundan 10 yıl önce çok sayıda küçük ölçekli banka vardı. O zamandan bu zamana çok yoğun bir birleşme, devralma faaliyeti yaşandı. İtalyan bankalarının giderek sağlığına kavuştuğunu, giderek daha bir küresel rekabete hazır hale geldiğini görüyoruz.

Ekonom: Sizce bu dönüşüm aşamasında devlet bankacılıktan çekilmeli mi?

Töre: Böyle bir dönüşüme aracılık ettikten sonra çekilmesi daha makul gibi görünüyor. Örneğin Ziraat Bankası bugün kapatılabilir mi? Tartışmalar yoğun olarak sürüyor. Ziraat Bankası çeşitli işlevleri olan, Türkiye'nin en büyük bankası. Yalnız ticari bankacılık yapmıyor, tarım sektörünü kredilendiriyor ve Merkez Bankasının görevini bile üstlenebiliyor. Ziraat, piyasadan bütünüyle çekildiği taktirde bu işlemleri yaptırmak kolay değil. Onun için bunları belki bir geçiş sürecine yaymak gerekir. Uzun vadede sektörü tamamen özel sektöre bırakmak konuşuluyor. Ama ben bu arada bazı sağlıklı kamu bankaları kalabilir diye düşünüyorum. Ziraat Bankası mesela bir yapısal dönüşümden geçirilse, şube ve personel sayısında belli azaltmalar yapsa diyorum. Böyle bir bankanın özelleştirilmesi de kolay değil çünkü. Kim, nasıl satın alacak?

‐---------------------

Doç. Dr. Ömer Faruk ÇOLAK:

"Patlayacak Bir Kaç Dinamit Daha Var"

Türkiye, Batı'daki bir çok modern kurum gibi bankacılıkta da yüzlerce yıl sonra tanıştı. 1800'lü yılların ikinci yarısında kurulan Memleket Sandıkları ile atıldığımız bankacılık macerası sürüp gidiyor. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ömer Faruk Çolak ile geçmişten günümüze Türk bankacılığını konuştuk:

Ekonom: Türk bankacılık sektörünün bazı sorunları çok eski zamanlardan kaynaklanıyor olabilir mi?

Çolak: Türkiye'de bankacılığın gelişmesi cumhuriyetle beraberdir. 1924'te İş Bankası kuruldu. Bunun kararı 1923 yılındaki İzmir İktisat Kongresinde alınmıştır. Sektör günümüze kadar bir kaç aşamadan geçti. İlki Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönem ki tümüyle kamu bankası ağırlıklıdır. İkinci Dünya Savaşından sonra ise 1948'de İstanbul İktisat Kongresi toplanmış. Orada bizim müteşebbisimizin devletçiliğe karşı bir başkaldırışı var. Yeterince sermaye birikimi sağlandığını ve bu nedenle devletin artık ekonomiden çekilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunun hemen arkasından Akbank ve Yapı Kredi Bankası gibi bankaların kurulması geliyor. 1950 ve 1980 arasındaki dönemde ise sektörde düşük negatif faiz dönemini görüyoruz. Bu dönemde de kamunun ciddi desteği var sektöre...

Ekonom: 2000 yılına kadar kamu bankaları hep vardı da, bu zamandan sonra neden sorun gibi görülmeye başladılar?

Çolak: Sorun, her şeyden önce bankacılık sektörünün taşıması gereken kuralların uygulanmamasıdır. Kuralların denetlenmesinden sorumlu olan kuruluşlar bankalara karşı nasıl bir tavır takınıyorlar? 1980 ile 2000 arasında kamu bankaları sayı olarak azaldı. Anadolu Bankası, TÖBANK gibi bankalar diğer bankalar tarafından devralındı. Ama devralan banka bundan olumlu değil olumsuz yönde etkilendi. Bu noktada acaba tasfiye kavramı neden gündeme gelmedi sorusu akla düşüyor. Bunları neden daha iyi durumda olan bir başkasının üstüne yüklüyoruz da yok etmiyoruz. Bu sorun hala devam ediyor. İkincisi giriş-çıkış koşulları piyasayı belirleyen önemli faktörlerden birisidir. Piyasaya giriş serbestse o piyasa daha rekabetçidir, eğer değilse tekel vardır. Bankacılık sektöründe 1990 başında sektöre giriş sanki zorlaştırılıyormuş gibi yapılmış ama 1994'ten sonra ilginç bir şey olmuş: Sektöre giriş dolaylı olarak serbest ama çıkış yasak. Adam batıyor ve sektörden çekilmek istiyor, sen diyorsun ki 'Yok, sen çekilemezsin. Biz seni TMSF'ye alacağız, orada faaliyetlerini yürüteceksin'... Yani iktisat teorisinde girişin serbest, çıkışın yasak olduğu piyasa türünü biz yarattık. Üçüncü sorun ise sektörde bilgi akışkanlığı ve şeffaflığın olmaması.

Ekonom: Şeffaflık ve bilgi akışı konusunu biraz açar mısınız?

Çolak: BDDK'nın kurulduğu 1999'a kadar bankalar kötü çalışırken Hazine bunların hepsinden haberdardı. Bir bankanın kötü çalıştığını bile bile bunu göz ardı ediyorsam, suç ortaklarından birisi benim. Eğer bunlar yapılmasaydı fondaki bankalara 22 milyar dolar aktarmazdık. Bunu yaptık ve elimizde şimdi patlamış bir dinamit var. Ben sanıyorum ki daha patlayacak birkaç dinamit var. Burada birkaç banka daha batacak demiyorum, sektör daha birkaç defa dalgalanacak. Kamu bankalarına milyar dolara yakın bir kağıt verildi. Neden? Çünkü bunların aktiflerinde 'sınıflandırılamayan aktif' denilen bir kalem var. Bunun da yüzde 90-95'i görev zararı. Bunlara karşılık kağıt verilince piyasadaki kağıt stoku birden bire arttı. Esasında bu borç hep vardı ve Hazinenindi. Öyleyse ortada mülkiyet yapısından değil, bu bankaların nasıl kullanıldığından kaynaklanan bir sorun var.

Ekonom: Siz zaman zaman 'batık maliyet' kavramından bahsediyorsunuz. Bu kavramı açar mısınız?

Çolak: Maliyet derken hep TMSF'deki bankalara verilen kağıtları göz önünde tuttuk. Oysa başka maliyetler de var. Bir banka olarak sizi işe aldım, eğittim. Bunun bana 4 bin dolar maliyeti oldu. Eğitim bitti, ertesi gün bana istifa dilekçenizi getirdiniz. Bu benim için batık maliyettir. Bu sektörün 2000 yılında 135 milyar dolarlık bir büyüklüğü vardı. Bugün bu büyüklük 113 milyar dolar düzeyine inmiş. Arada önemli bir fark var. Bir şubeyi açmanın maliyeti yaklaşık 300-400 bin dolardır. Kapatılan 200 şubeyi çarpın 300 bin dolarla, yaklaşık 60 milyon dolar yapar. Bir bankacının eğitimi kişi başına 10-12 bin dolardır. Bankayı kapattınız, ATM'yi ne yapacaksınız? Yüzlerce ATM gitti. Sektörde birleşme yaparken maliyetlerin genel ekonomiye etkisini düşünmek zorundayım. Bu göz ardı ediliyor. Bu şekliyle hesaplandığında sektörde yaşanan maliyetin daha büyük olduğunu görebiliriz.

Ekonom: Sık sık sözü edilen mali sektör-reel sektör çekişmesi neden kaynaklanıyor? Sorun nasıl çözülebilir sizce?

Çolak: Bankalarımız 2000 Raporuna baktığımızda bankaların uzun vadeli kredi vermediği görülüyor. Uzun vadeli kredi ihtisas kredisidir. İhtisas kredileri kalemine baktığımızda bunun yüzde 95'ini kamu bankaları veriyor. O zaman şöyle bir durum var. Bankalar kısa vadeli kredi veriyor ama kredi kullanıcısı bununla amaç dışı olarak uzun vadeli yatırımını finanse ediyor. Uzun vadeli yatırımı kısa vadeli kredi ile finanse ediyorsanız, geri dönmeyen kredi sorunu ile karşı karşıya kalacağınız kesindir. Bu, dünyanın her yerinde böyle oldu Japonya'da da, Güneydoğu Asya'da da... Yani mesele sırf ekonomik kriz meselesi değil, vade uyumsuzluğu ile ilgili bir şey. Mesela imalat sanayisinde gösterilen tekstil sektöründe de öyle. Tekstildeki firmaları finans yapılarının yüzde 80'i borç. Bunun da yüzde 70'i kısa vadeli banka borcu. Bunları teknoloji yatırımlarında kullanmışlar. Amaç dışı kredi kullanımının faturasını da bankacılık da, krediyi kullanan da ödüyor. Öyleyse yaşanacak bir dalgalanmanın sektörü zora sokacağı kesin. 1998'deki tekstil sektöründe yaşanan krizin sebebi buydu. O zaman sorunu reel ve mali sektörü birlikte ele alarak çözebiliriz.

Ekonom: Bugünlerde kamu bankaları büyük bir hararetle özelleştirmeye hazırlanıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çolak: Tarım sektörü toplam üretimin yüzde 13-15'ini yaratıyor. Demek ki bu sektörde problem var. Buna karşılık istihdamın yüzde 40'ı tarım sektöründe. Demek ki burası gizli-açık işsizlik deposu. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında pratik olarak şunu görüyorum: Türkiye, bu işsizlik deposunu tasfiye etmelidir. Bugüne kadar tasfiye edilmedi ama ben bunu zorla tasfiye ederim. Bu sektöre verilen sübvansiyonları azaltarak bunları alıp kente getiririm. Ama bu yöntem çok vahşidir ve yüksek maliyetlidir. Bunları kente getirdiğimde ne olacak? Gecekondulaşma artacak, işsizlik olacak, vasıfsız işçilere verilen ücretler daha düşecek, çocuk işçilik kullanımı artacak. Çok önemli bir eğitim problemi çıkacak. Geçenlerde Hakkari'ye gittim. 4 banka var: Halk, Ziraat, Vakıf ve İş Bankası. Özelleştirirsen 3'ü çekilir oradan. O zaman sorun çıkar. KOBİ'lere geldiğimizde... Bunların finanse edilmesinde bankaların rolü ne kadardır bilmiyorum. Ama büyük bir kısmının Halk Bankası kredileri ile finanse edildiği kesin. Özel bankaların bu kesime kredi verdiği pek görülmemiş. Çünkü bunların sermaye yeterliliği düşük, yeterli teminat veremiyor, projeler konusunda güvenilirlik yok. Halk Bankasını kaldırırsanız bunların boğazını sıkmaya başlarsınız.

Ekonom: Peki ne yapmalı?

Çolak: Halk ve Ziraat bankalarını bölelim. Nasıl? Halk ve Ziraat'in ticari birimlerini bölüp ayrı birer banka yaratalım. Bunları özelleştirelim. Ama tarım bankacılığı yapan Ziraat ile KOBİ bankacılığı yapan Halkbank'ı muhafaza edelim. Yine bunlar birer ihtisas bankası olsun. Hatta bugünden daha ciddi ihtisas bankacılığı yapsınlar. Bunları kötü yönetimden  nasıl koruyacağız? Buradaki modelimiz ise İş Bankası Modeli. Yani bunların sermayelerinin önemli bir kısmını çalışanlarına verelim. Halk Bankasına esnaf ve sanatkar kooperatiflerini ortak edebiliriz. Bir kısmını halka açalım. Hatta yurt dışından ortak bile bulabiliriz. Bilgi birikimini ve teknolojisini getirsin. Bir başka yöntem ise bu bankaları bölgelere ayırıp satabiliriz. Örneğin Güneydoğu Ziraat Bankası olabilir. Sadece bu bölgeye tarımsal kredi veren bir banka. Yurt dışında bölgesel bankacılık çok yaygın. Bölgesel banka deyimi bizim için yeni değil. Mesela Elazığ İktisat ve Ticaret Bankası vardı, Odibank yaptık, batırdık. 

Ekonom: Herkes bankalar birleşsin, güç kazansın diyor ama...

Çolak: Bizde büyüklük kompleksi var. Büyük bankalar yaratalım ve rekabet edelim. Espri olsun diye söylüyorum: Bütün bankaları birleştirelim, adına da Milli Türk Bankası diyelim. Aktif büyüklüğü 115 milyar dolar olur. Bunu Avrupa'ya satalım. Orada o kadar 115 milyar dolarlık banka var ki... Rekabet yapmak demek büyük olmak demek değildir, hata burada. Yani birleştirerek sistemde etkinliği sağlayamazsınız. Önemli olan kuralları koyup uygulatmak. Dünyanın her yerinde kurallara uymayan bankaların üstüne inanılmaz sert gidilir. Bunun örneği ABD'dir. Bankaların sayısı son 20 yılda 12 binden 8 bine indi. Ama ABD'de 5 şubeli 200 yıllık banka var. Dolayısıyla bizim hedefimiz büyük bankalar değil, etkin çalışan bankalar yaratmak olmalı. Bankacılık sektörümüzün en zayıf yanı bu aslında. Etki-tepki ile hareket ediyor. Şu anda kamu bankaları kötüdür, birleştirelim deniliyor. Ben size şu anda çok iyi çalışan 10 tane küçük banka sayabilirim.

Ekonom: Böyle giderse sektörü yabancılar ele geçirebilir mi?

Çolak: Yabancıların sektöre şu anda egemen olmaları mümkün değil. Bankacılık sektörü sonuçta insanla muhataptır. Bir bankanın müşterisini bir başka bankaya götürmek zordur. Sektörün yüzde 50-60'ını yabancılar ele geçirecek korkusu hatadır. Şu anki payları yüzde 5. Girmeleri yıllardır serbest miydi? Evet. Gelmeleri iyi olur mu? İyi olur bence. Piyasa etkinliği ve çalışma disiplini konusunda bize öğretecek şeyleri var. Bizim bankacılarımız bunları görüp daha iyi bankacılık yapabilirler. Türkiye'de daha denenmemiş bankacılık türleri var. Bireysel bankacılık konusunda biz çok az şey yaptık. Sadece kredi kartı dağıtarak bu iş olmaz. Yabancıların egemen olduğu bir bankacılık sektörü dünyada var mı? Var. İtalya mesela. Alman bankaları ele geçirmiş. Ama orası Avrupa Birliği ve bu İtalyanların umurunda değil. Dolayısıyla bizim sektörde daha iyi çalışan bankalarla karşı karşıya gelmemiz lazım.

‐--------------------

Bankacılıkta 'Şarlatan' ve 'Dolandırıcı' Kimdir?

ABD'nin 1863 yılındaki Para Otoritesi ve daha sonra da Hazine Sekreteri olan Hugh McCulloch'un, ulusal bankalara gönderdiği bir mektupta ele aldığı ve tüm basiretli bankacıların izlemesine gerek gördüğü prensipler, günümüzde de bankacılık sektörünün sağlıklı işlemesine ışık tutacak önemli tavsiyeler içeriyor. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) 1996 yılında Bankacılar Dergisinin 16. sayısında 137 yıllık bu mektubu yayımlamıştı. Mektubunda makul bir garantiyle güvenceye alınmış krediler dışında kredi verilmemesini isteyen McCulloch diğer prensipleri şöyle sıralıyordu: 

"Spekülasyonu cesaretlendirici ve teşvik edici hiçbir şey yapmayın. İmkanlarınızı yasal ve basiretli işlemler için kullanın. Verdiğiniz kredilerin vadesini müşterinizin işinin imkan verdiği en kısa vadeye göre ayarlayın ve kaynağa ihtiyacınız olup olmadığına bakmaksızın tüm borçların vadesinde ödenmesi için ısrarlı olun. Bir krediyi sırf ödendiği zaman daha avantajlı bir yatırıma yönlendiremeyeceğinizi düşündüğünüz için yenilemeyin. Kredilerinizi başka türlü sağlıklı bir şekilde kontrol edemez ve geri dönüşünü sağlayamazsınız."

Kredilerin belirli kişiler ya da kurumlarda yoğunlaştırmak yerine dağıtılmasını öneren Hugh McCulloch mektubunda şu görüşlere yer veriyordu: 

"Bir kişiye veya firmaya verilen büyük krediler, bazen uygun ve zorunlu olmakla birlikte çoğunlukla riskli olurlar. Büyük kredi müşterileri bankanın kontrolünü ellerine geçirebilirler. Müşteri ve banka arasındaki böyle bir ilişkinin sonucunda kimin zor duruma düşeceğinin tahmin edilmesi zor değildir. Kredilerin, banka özkaynaklarının üzerinde olan her bir doları bankanın borcudur ve banka yöneticileri mevduat sahiplerine, diğer alacaklılarına ve hissedarlarına karşı verdikleri kredileri sıkı sıkıya kontrol etmekle yükümlüdürler."

McCulloch, müşteriler zenginleştikçe bankanın da zenginleşeceğini göz önünde bulundurarak müşterilerine hoşgörülü davranılmasını tavsiye ederken ancak hiçbir zaman müşterilerin kendi politikalarını dikte ettirmelerine izin verilmemesi uyarısında bulunuyordu. 

McCulloch, "Eğer kredi vermenin uygun olmadığını düşünüyorsanız, bankanın bu şüphelerinizden faydalanmasına imkan tanıyın ve krediyi vermeyin. Bir müşterinin dürüstlüğünden şüphelenmeniz için nedenleriniz varsa hesabını kapatın. Bir dolandırıcıyla onun sizi aldatmasını önleyebileceğinizi düşünseniz bile asla iş yapmayın. Bu gibi durumlarda risk her zaman için kazançtan daha yüksektir" diyordu. Hugh McCulloch'un banka çalışanları için önerileri de şöyleydi:

"Çalışanlarınıza çalmadan, rahat ve saygın bir yaşam sürmelerine olanak tanıyacak bir maaş verin ve onlardan size sunabilecekleri tüm hizmeti isteyin. Eğer bir çalışanınız kazandığı maaştan daha fazlasını harcıyorsa, fazla harcamalarını dürüstçe açıklayabiliyorsa bile, onu işten çıkarın. Tutumlu olmamak bir suç değildir ancak insanı kolaylıkla suça yöneltebilir. Kazandığından daha fazlasını harcayan bir çalışan banka için güvenli bir eleman olamaz."

McCulloch 137 yıl önce sanki bugünkü gelişmeleri öngörmüş gibi banka sahipliği konusunda da şunları söylüyordu:

"Bankanın sermayesi; hayali değil gerçeği olmalıdır. Bankanın sahibi borç alanlar değil, borç vermek için parası olanlar olmalıdır. Denetçiler ulusal bankalar tarafından dolaşım yoluyla veya diğer suni yöntemlerle nominal sermaye yaratılmasını önlemek için çaba gösterirler. Bunu yaparken denetçiler iyi yönetilen bankalardan yardım göreceklerini düşünürler. Namuslu, dürüst ve yasal bir şekilde bankacılık yapın. Büyük kazanç imkanlarının sizi baştan çıkarmasına izin vermeyin. Ulusal Para Kanunu çerçevesinde kullanabileceğiniz tüm imkanları kullanın. Gösteriş meraklısı borç verenler, genellikle ya şarlatan ya da dolandırıcıdırlar."

Not: Bu yazı AA'nın 30 Ekim 2000 tarihli bülteninden alınmıştır.

------------------

Sektör 'İhtisas Dışı' Krediyi Seviyor

Türk bankacılık sektöründeki sorunlardan birisi de ihtisas dışı kredilerin ağırlığı. Bu durum, sektörün kaynak ve mevduat yapısından kaynaklanıyor. Sektörün topladığı mevduatın önemli bir kısmı çok kısa vadeli (1 ve 3 ay) olunca, daha kısa vadeli özellik taşıyan ihtisas dışı kredilere yöneliş artıyor. TBB tarafından hazırlanan "Türk Bankacılık Sisteminde Banka Gruplarına Göre Mevduatın Vade Yapısı 1988-Mart 1991" isimli çalışma bunun en iyi göstergesi. Buna göre bankacılık sektörü tarafından açılan kredilerin yüzde 86,9'u ihtisas dışı kredilerden oluşuyor. Verilere göre bankacılık sektörü tarafından açılan 39 katrilyon 420,4 trilyon lira tutarındaki kredinin 34 katrilyon 276 trilyon lirası ihtisas dışı. 5 katrilyon 144,4 trilyon lirası da ihtisas kredilerinden oluşuyor.

İhtisas dışı kredilerin 21 katrilyon lirası tüketici kredileri, kredi kartları, menkul değerlerden oluşan diğer kredileri kapsarken, ihracat kredileri 7 katrilyon 516,9 trilyon lira, yatırım kredileri 2 katrilyon 626,2 trilyon lira olarak gerçekleşti. 

Aynı dönemde ihtisas kredilerinin 3 katrilyon 281,4 trilyon lirası tarımsal, 597,4 trilyon lirası gayrimenkul kredisi, 346,8 trilyon lirası da mesleki kredilerden oluşuyordu. Kamu bankalarınca açılan 9 katrilyon 949,7 trilyon lira tutarındaki kredinin 5 katrilyon 189,2 trilyon lirası ihtisas dışı, 4 katrilyon 760,5 trilyon lirası da ihtisas kredilerini içerdi. Kamu bankaları tarafından ihtisas kredilerinin 3 katrilyon 281,4 trilyon lirası tarımsal krediler, 571 trilyon lirası gayrimenkul kredisini kapsadı.

Aynı dönemde özel sektör tarafından açılan 21 katrilyon 703,8 trilyon lira tutarındaki kredinin büyük bölümü ihtisas dışı kredi içerdi. Özel sektör tarafından sağlanan ihtisas dışı kredinin 14 katrilyon 431,6 trilyon lirası tüketici kredileri, kredi kartları, menkul değerler yurt dışı diğeri kapsayan diğer kredilerden oluştu. Özel sektörün ihtisas kredileri 31 Mart itibarıyla 60 trilyon lira olurken, bunun 17,4 trilyon lirası tarımsal kredi, 26,4 trilyon lirası da gayrimenkul kredisinden oluştu.

‐------------------

Banka Sermayeleri Kar Gibi Eridi

Türk bankacılık sektöründeki en önemli problemlerden birisi özkaynak yetersizliği. Uzun yıllardır zaten yetersiz sermayelerle yürütülen sektör, Kasım ve Şubat krizlerinden çok olumsuz yönde etkikendi. Bir benzetme yapmak gerekirse sektörün sermayesi güneş vurmuş kar gibi eridi. 2000 yılı sonu ile bu yılın ilk çeyreği karşılaştırıldığında bankaların ödenmiş sermayesi yüzde 30 oranında azalarak 8 milyar 250 milyon dolardan 5 milyar 773 milyon dolara indi. Bankaların büyük bölümünde yılın ilk 3 aylık döneminde sermaye artışı yaşanmaması nedeniyle dolar bazında ödenmiş sermayelerinde yaşanan gerileme oranı yüzde 34,1-34,2 ile aynı düzeyde gerçekleşti.

Oysa Batı Avrupa'daki en büyük 25 bankanın ortalama ana sermaye büyüklüğü 1999 sonu itibarıyla 14,5 milyar dolar. Bu dönemde en büyük Türk bankasının ana sermaye büyüklüğü 464 milyon dolardı. Son krizle birlikte yaklaşık 70 bankanın sermayesinin bir Batı Avrupa bankasının üçte birine karşılık geldiğini söyleyebiliriz. 

Yine aynı dönemde 154 milyar 261 milyon dolar olan sektörün aktifleri toplamı 3 ayda yüzde 20,6 azalarak 122 milyar 525 milyon dolara geriledi. Yılın ilk çeyreğinde 12 bankanın dolar bazında aktiflerinde artış yaşanırken, diğerlerinde azaldı. Aynı dönemde yüzde 40,1 ile en fazla Oyakbank'ın aktiflerinde artış yaşanırken, bu bankayı yüzde 26,1 ile Citibank, yüzde 17,4 ile Bank Mellat izledi. 

Osmanlı Banjası yüzde 12,8, Koçbank yüzde 1,3, Finansbank yüzde 4,1, Türk Dış Ticaret Bankası (Dışbank) yüzde 2,4, İnterbank yüzde 7,1, Türk Ekonomi Bankası yüzde 8,7, The Chase Manhattan yüzde 0,7, Habib Bank yüzde 1,5, TAİB Yatırım Bankası yüzde 12,3 oranında aktiflerini artırdı. Aynı dönemde toplam aktifleri azalan banka yüzde 74,8 ile Deutsche Bank oldu. Aktiflerdeki azalma Credit Suisse'te yüzde 47,4, Toprak Yatırım Bankasında yüzde 43,5, Societe Generale ile Westdeutsche'de yüzde 45 oranlarında gerçekleşti.

--------------------

Bankacılık Sektörü Zararla Tanıştı

Türkiye'de 'Banka zarar etmez' diye bir inanış varken, 2000 yılında bu değişti. Yıllardır sektörde gerçekten kar eden bankalar ile bilanço oyunlarıyla kara geçirilen bankalar aynı çatı altında yaşayıp giderken, BDDK'nın kurularak bazı bankaları Fon'a devretmesi ve dövizde çıpa sistemine geçilmesi ile zarar gösteren bankalarla tanıştık.

TBB verilerine göre sektörün Mart-2001 sonunda dönem karı, bir önceki yıla göre yüzde 11 oranında (Dolar bazında yüzde 49 oranında) azaldı. Mart-2000 sonunda 512,7 trilyon TL olan (872 milyon dolar) dönem zararı Mart-2001 sonunda 4,3 katrilyon TL'ye (4,2 milyar dolar), geçmiş yıl zararlarını da içeren toplam zararlar ise 3,6 katrilyon TL'den (6 milyar dolar), 12,1 katrilyon TL'ye (11,9 milyar dolar) yükseldi. Toplam kar hariç özkaynakların toplam aktiflere oranı 2 puan azalarak yüzde 2'ye, toplam kar dahil özkaynakların toplam aktiflere oranı ise 3 puan azalarak yüzde 3,6'ya geriledi.

TBB'ye göre dolar bazında toplam aktifler son bir yılda yüzde 8 oranında, yıl sonuna göre yüzde 21 oranında küçülerek 123,3 milyar dolar oldu. 2000 yılının aynı dönemine göre toplam aktifler içinde ticaret bankalarının payı yüzde 95 ile aynı kaldı. Bu grupta yer alan kamusal ve özel sermayeli bankaların payı yaklaşık üçer puan azalarak sırasıyla yüzde 30 ve yüzde 49'a geriledi. 

Sektördeki ilk 5 bankanın sektör aktif payı yüzde 44, mevduat payı yüzde 47, kredi payı ise  yüzde 42 oldu. İlk 10 bankanın ise sektör aktif payı yüzde 66, mevduat payı yüzde 68, kredi payı ise yüzde 69 olarak gerçekleşti. Nazım hesaplar cari fiyatlarla yüzde 54 oranında artarken, dolar bazında yüzde 11 oranında azaldı. Cari fiyatlarla TL nazım hesaplar yüzde 46, yabancı para nazım hesaplar ise yüzde 60 oranında büyüdü. Garanti-kefaletler yüzde 64 oranında artarken, taahhütler yüzde 59 oranında, döviz ve faiz işlemleri yüzde 48 oranında arttı.

-------------

BDDK'nın Yol Haritası

BDDK, IMF ve DB ile üzerinde mutabakat sağlayarak Mayıs ayında 'Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı' ilan etti. Bu programın IMF ve DB'den yıl sonuna kadar sağlanacak kredilerle yakından ilişkisi bulunuyor. Programın bundan sonra uygulanacak ana başlıkları şöyle:

• Bankalar konsolide esasa göre uygulanacak kredi sınırları ile standart oranların hesaplanmasında konsolide özkaynak tanımını esas alacak. Özkaynak eksikliği 31 Aralık 2003'e kadar giderilebilecek.

• 2009 yılına kadar bir geçiş süreci tanınarak mali kurumlar dışındaki ortaklığa iştirakler sınırlandırıldı.

• Vadeli işlem, opsiyon sözleşmeleri ve benzeri diğer türev ürünler kredi tanımına dahil edildi.

• Özel karşılıkların kurumlar vergisi matrahının tespitinde gider sayılması konusuna açıklık kazandırıldı. 

• 1 Ocak 2002'de Bankaların İç Deneyim ve Risk Yönetim Sistemleri Hakkında Yönetmelik tam olarak uygulanmaya başlanacak.

•  1 Ocak 2002'de yürürlüğe girmesi planlanan Muhasebe Uygulama Yönetmeliği ile repo işlemleri bilanço içine alınacak ve uluslararası muhasebe standartlarına tam uyum sağlanacak. Bu konu IMF'ye verilen niyet mektubunda yer alıyor.

• Bir gruba kullandırılacak kredi limitlerinin hesabında doğrudan ve dolaylı krediler birlikte dikkate alınacak ve risk grubu tanımı yapılacak.

• Sermaye yeterliliği hesabında 1 Ocak 2002'den itibaren solo, 1 Temmuz 2002'den itibaren de konsolide bazda piyasa riskleri dikkate alınacak.

• Bağımsız dış denetimler sırasında iç kontrol ve risk yönetimi sistemleri ile piyasa risklerinin de incelenmesi özendirilecek.

• Bankaların yurt dışı şubeleri de yerinde denetime tabi tutulacak. 

• Uzun vadeli tasarrufları özendirmek amacıyla gelir vergisi stopaj oranları ve munzam karşılık uygulamaları gözden geçirilecek.

• Banka iştiraklerinin birleşmesine de vergi avantajı sağlanacak.

(Bu kapak haberi; Ekonomi Muhabirleri Derneği-EMD'nin yayın organı Ekonom dergisinin Temmuz-2001 tarihli Sayı:18'de yayınlanmıştır.)  









 


































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder