Cahit UYANIK
Türkiye’nin 19. Yüzyıl başından bu yana süregelen yaklaşık 200 yıllık yapısal reform geleneğinin gerçekleşme mekaniği nasıl? Bence şöyle: Türkiye’de yapısal reformları gerçekleştirme konusunda bazen onlarca yıl süren erteleme ve tartışma sürecinin ardından; savaş, ekonomik krizler, iç ve dış politik unsurların zorunlu kılması ile büyük bir doğal afet yaşanmadan yapısal reform sürecine girilemiyor.
1839 tarihli Tanzimat
Fermanı ile başlayan Batılılaşma Süreci ve 2016 tarihli Darbe Girişiminin
ardından çıkarılmaya başlanan önemli kanunlar, bu iki asırlık geleneğimizin
başlangıç ve son noktaları olarak gösterilebilir. Bu yazıda son yapısal reform
durağımız olan 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında hızlanmaya başlayan ve
sonbahar ayları ile birlikte daha büyüyerek genişleyebilecek bir muhtemel
yapısal reform takviminin ayrıntılarını anlatacağım.
İçinde bulunduğumuz
günlerin yapısal reform çabalarına geçmeden önce, konunun tarihsel arka planını
biraz daha anımsatmakta fayda var. 1919-1922 yılları arasındaki Kurtuluş Savaşı
sonrası gerçekleştirilen büyük inkılapları, 14 Mayıs 1950’de çok partili hayata
geçilerek Demokrat Parti’nin iktidara gelip gerçekleştirdiği ekonomik
reformları, 1960 Askeri Müdahalesi sonrası ortaya konulan ve hala etkileri
süregelen yapısal reformları, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarını, 1994 Ekonomik
Krizi sonrası alınan ekonomik tedbirleri, 1999 Marmara Depremi sonrası
çıkarılan önemli kanunları, 2001 Ekonomik Krizi peşi sıra uygulamaya konulan Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programını da hep aynı kefeye koymamız gerekiyor.
Türkiye, yapısal reform
pratiği konusundaki en acı tecrübelerinden birini 1999 yılında yaşamıştı söz
gelimi… 2000 yılına gidilirken siyasi tablodaki istikrarsızlığın da etkisiyle,
sosyal güvenlik alanında gerçekleştirilmesi gereken reform konusunda ülkede bir
türlü uzlaşma sağlanamıyordu. Ancak 17 Ağustos 1999‘ta yaşanan ve yaklaşık 18
bin kişinin yaşamını kaybetmesi ve onlarca milyar dolar maddi kayba sebep olan
Marmara Depreminin hemen ardından Meclis toplandı ve 25 Ağustos 1999 tarihinde (depremden
8 gün sonra) sosyal güvenlik reformuna ait kanunu çıkardı. Öyle ki, Meclis bu
kanunu çıkarırken arama-kurtarma ekipleri hala enkazların arasında gezinip
canlı kalmayı başarmış insanları bulmak umuduyla “Sesimi duyan var mı?” diye
bağırıyorlardı. Meclis daha sonra, depremde can kaybının fazlalaşmasına sebep
olan sağlıksız biçimde inşa edilmiş binaların bir daha olmaması için, imar
mevzuatını sıkı kurallara bağlayan yapısal reforma da imza attı.
Yapısal
reformlar konusundaki en yoğun çabanın gösterildiği son dönem ise 2001 yılından
sonraydı. Türkiye, ekonomide yıllardır
yaşadığı dev problemleri (başta yüksek enflasyon olmak üzere) 2001-2002 yıllarında gerçekleştirdiği yapısal
reformlarla aşma yolunda önemli adımlar attı. Bankacılıktan kamu maliyesine,
tarım sektöründen enerjiye, kamu alımlarından para politikalarına kadar çok
geniş bir yelpazede hayata geçirilen yapısal reformlara “birinci kuşak”
denildi. Türkiye, 2002 yılı sonundaki seçimlerden tek parti iktidarı ile çıkıp
siyasi istikrarı da sağlayınca, yapısal
reformların etkisiyle ekonomisinde
2002-2006 döneminde yıllık ortalama yüzde 7 civarında bir büyüme
yakalayabildi.
“İkinci kuşak” yapısal reform tartışmaları ise büyümenin 2007 yılında yüzde 4,5’a inmesiyle başladı. 2008 yılında tüm dünyada baş gösteren küresel ekonomik krizle mücadeleye öncelik verilmesi, yapısal reform tartışmalarını kısa süreliğine unuttursa da; 2010 yılından itibaren ekonomik büyümede yüzde 4 bandının bile zor tutturulur hale gelmesi bu tartışmayı yeniden gündeme taşıdı. Türkiye ekonomisi, 2007 yılından bu yana bir daha yüzde 7’lik ortalama büyüme oranının yanına bile yaklaşamadı. Ancak Türkiye ile aynı kategoride bulunan diğer gelişmekte olan ülkeler, daha yüksek büyüme oranlarına ulaşabildiler.
Türkiye 15 Temmuz 2016 tarihine kadar
yani neredeyse son 8 yıldır, bazı küçük istisnalar hariç önemli bir yapısal
reform gerçekleştirmemişti. Ekonominin
10 bin dolar kişi başına gelir etrafında patinaj yaptığı, başka bir deyişle
orta gelir tuzağına düştüğü bu dönemde siyasi tartışmalar ve gelişmeler daha ön
plandaydı. Ekonominin sorunları, ülke gündeminde ikinci plana düşmüştü. Oysa ekonominin
temel problemi olan yüzde 5-7 aralığında büyümeyi sağlayamamanın sebepleri artık
iyice teşhis edilebilmişti. Bu sorunları düşük ulusal tasarruf oranı, döviz akışının sağlıklı kaynaklara (ihracat,
turizm vb.) değil sıcak paraya dayanması, ekonomik üretim yapısının inovasyoncu
hale dönüştürülememesi, hukuk ve eğitim reformlarının yapılamaması olarak
sıralayabiliriz.
Meclis’in bile bombalandığı Darbe
Girişimi sonrasındaki 2016 yapısal reform takviminin ise belki de en kritik
maddesini anayasa değişikliği oluşturuyor. Meclisteki üç parti darbe
girişiminden birkaç hafta sonra toplanarak, bombaların düştüğü yere birkaç
metre uzaklıktaki salonda düzenledikleri basın toplantısında anayasadaki (tüm
ekonomik, siyasi, sosyal yaşamı yakından ilgilendiren) yargısal maddeleri
değiştirmek konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Bu, anayasanın 138 ila 160. maddeleri
arasındaki 20’yi aşkın konuda değişiklikler yapılacağı anlamına geliyor. Zaten
toplum, girişimciler, iç ve dış yatırımcılar Meclis’ten uluslararası
standartlarda bir hukuk güvenliği ve yargı bağımsızlığının sağlamasını bekliyor
ve talep ediyordu.
Darbe girişiminden sonra çıkarılan Zorunlu
Bireysel Emeklilik Kanunu ise bir türlü artırılamayan ulusal tasarrufları toparlamaya
yönelik güçlü bir yapısal reform. Türkiye,
halen yüzde 4’lük büyümeyi sağlamak için bile dışarıdan borçlanıyor. Çünkü
halen ulusal tasarruflar yüzde 15 düzeyinde. Oysa Türkiye’nin hedeflediği yüzde
6-7’lik büyüme hızında yüzde 25-30 arasında bir tasarruf oranına ihtiyaç var. Kanun
uygulanmaya başladıktan sonra, 10 yılda 100 milyar liralık birikimin sağlanması
bekleniyor ki, bu da tasarruf oranının -başka hiçbir şey yapılmasa bile- yüzde
20’ye çıkacağını gösteriyor. Zorunlu bireysel emeklilik sayesinde artan
tasarruflar, dış kaynağa olan ihtiyacı azaltarak cari açığın geriletilmesinde
de rol oynayacak.
Türkiye’de yıllardır tartışılan bir
başka konu ise ihracatçılara yeşil pasaport verilmesi. Belki de 30 yıldır konuşulan ancak bir türlü
gerçekleştirilemeyen bu konuda da, Temmuz ayı içinde yasal bir düzenleme
yapıldı. Başarılı ve büyük ihracatçıların vize işlemleriyle uğraşmadan
serbestçe seyahat edebileceği yeşil pasaport; son 3 yılda 1 milyon doların üzerinde ihracat yapanlara
verilirse 11 bin, 250 bin doların üzerinde ihracat yapanlara verilirse 23 bin
ihracatçının bundan istifade etmesi bekleniyor. Yeşil pasaport kolaylığı, yeni
pazarlara açılmak isteyen veya girdiği pazarda büyümek isteyen ihracatçıya,
devletin 5 kuruş harcamadan vereceği önemli bir destek anlamına geliyor.
Bu 3 önemli düzenlemenin yanı sıra;
yabancıların Türkiye’de nasıl çalışacağını belirleyen, yetenekli ve güçlü bilgi
birikimine sahip çalışanlara ABD’deki Green Card benzeri “Turkuaz Kart” verilmesini öngören Uluslararası İşgücü
Kanunu; büyük ve önemli projelere yatırım
yapılarak kaynakların
bilinçli şekilde, karlı projelere yönlendirilmesini sağlayacak Türkiye Varlık
Fonu’nun kurulması, Güney Kore’nin yaptığı gibi belli sektör ve işletmeleri
seçerek desteklemeye yönelik yeni bir teşvik sistemi üzerinde ciddiyetle
çalışılmaya başlanması da gerçekleştirilen veya gerçekleştirilmesi an meselesi
olan yapısal reformlar niteliğinde.
Türkiye’nin Eylül ayını iyi
değerlendirerek, Ekim ayında Meclis çalışmaya başladığında güçlü bir yapısal
reform takvimi açıklayıp kanunları çıkarmaya başlaması, ekonomi çevrelerince şu
anda ortaya konulan güçlü bir beklenti. Çünkü Darbe Girişimi sonrasında oluşan
toplumsal uzlaşı ortamının sonbaharda da aynen devam edeceği düşünülüyor. Muhalefet partilerinin de görüşü ve katkıları
alınarak gerçekleştirilecek yapısal reformlar, uzun zamandır özlemle beklenen
yüzde 5’in üzerinde bir büyüme hızının 2017 yılında gerçekleştirilmesine kolayca
zemin hazırlayabilir.
(Bu yazı Diplomatik Gözlem Dergisinin Eylül-2016 tarihli saysında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder